- 513 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
439 - YILIN SON GÜNÜ
Onur BİLGE
Bir yılbaşı günüydü. Öğleye doğru Virane’de Orçun ve Neşe’yle buluştuk. Bursa diz boyu kar! Karda sessizlik, dinginlik… Neşe, hafiften bir şarkı tutturmuş. Esengül’ün şarkılarını ondan dinleriz. Ne melankolik kızdır! Sevgilisi yoktur. Platonik takılır.
“İkimiz bir fidanın, güller açan dalıyız… Sen benimle ben seninle bu hayatı yaşamalıyız… Severek birbirimizi, hayatta hep gülmeliyiz…”
Onun en bariz özelliği gülmesidir. Devamlı güler. Gülünce gözlerinin içi güler. Oldukça muntazam bembeyaz dişleri beyaz duru beyaz pembe yanaklı yüzünü daha da aydınlatır.
“Çekmiş beyaz yorganını… Seslenme, kent uyanmasın! Yalan olan anıları anlatma, kimse duymasın!” demek geldi içimde. Şiir gibi oldu. Not almalıydım. Unutmamak için tekrarlarken çantamı açtım. Küçük not defterimle kalemimi çıkardım. Hemen kaydettim. Kaydedilmeyen kaybediliyordu.
“Neşe! Baksana, ince ince kar yağıyor. Ona uygun bir şeyler söylesene! “Her yerde kar var… Kalbim senin bu gece…” desene!” dedi Orçun. Neşe başka bir şey söylemeye başladı:
“İncecikten bir kar yağar, tozar Elif Elif diye… Ak elleri kalem tutar, yazar Elif Elif diye…”
Hem Orçun’un “İnce ince…” sine cevap veriyor, hem de bana gönderme yapıyordu.
Kar gece boyu o kadar yağmış ki renkler, şekiller kaybolmuş! Zavallı dalların yükü ağırlaşmış. Kaldırım yola karışmış. Beyaz beyazla yarışmış. Gökten ak süt sağılmış. Yağmış yağmış yığılmış. Ak bulutlar elenmiş, her yer una belenmiş. Sanki pamuk tarlası…
Beyaz çizmelerim, beyaz kabanım… Karda bıraktığım otuz altı numara ayak izlerim… Ayağımda ince siyah çorap… Üşür diz kapaklarım. Kasket şeklindeki beyaz yün berem, kısacık kırmızı eteğim, eldivenlerim… Kar puf puf yatak gibi… Boylu boyunca uzanmak isterim.
Arabaların biçimleri ve markaları belli değil. Hepsi bembeyaz… Kefene girmiş insanlar gibi birbirinden farksız… Öyle olur ya insanlar, öldükleri zaman… Hiç farkları kalmaz birbirlerinden… Zenginmiş fakirmiş belli olmaz! Tek tip elbise… Komünist ülkelerdeki gibi… Ölüm, en büyük komünist! Dümdüz ediyor her yeri! Nasıl da eşitliyor insanları! Karın arabaları örtüp markalarını, fiyatlarını, renklerini, şekillerini, havalarını ellerinden aldığı gibi alıyor ellerinden makamlarını mevkilerini, mallarını mülklerini, servetlerini, sevdiklerini… Söndürüyor havalarını, sürtüyor burunlarını! Kırıyor gururlarını, indiriyor burunlarını! Nasıl da boyun eğiyor, en asisi bile!
“Güle güle 1973! Güle güle!.. Bir yıl daha gidiyor, elimizden. Bir sene daha yaklaşıyoruz ölüme. Grayderleyip geçecek bir gün bizi de…” dedi Orçun. Yavaşça şöyle fısıldadım ona:
“Dede hiç renk vermiyor. Acaba o da bu düşünce içinde mi değimli? Epey yaşlı ya… İnsan ölüme yaklaştığını en çok yaş günlerinde ve yılbaşlarında anımsar, en çok o zaman her zamankinden daha derinden hisseder ya! Acaba onda nasıl tezahür etmekte? Onu konuşturmak, sormak öğrenmek lazım, o değillikten ama nasıl?”
“Eskilerden bahsedelim. Söz döner dolanır oraya da gelir. Bakalım neler anlatacak yine!” dedi o da aynı şekilde ve yüksek sesle dedeyle konuşmaya başladı: “Semirayîn çocukluğunu anlattığı yıllarda sen bıçkın bir delikanlıymışsındır, değil mi dedeciğim? O zamanlar, Ayhan Işık gibi… Filinta gibi… Sahi, nasıldın o zamanlar, dede?”
Define, sık sık benim çocukluk yıllarımı yaşadığım dönemden çok önceki yılları anlatıyordu. Delikanlılığını yani… Her zaman, ne kadar temiz ahlaklı, ne kadar güvenilir biri olduğunu ispatlamak istercesine, mahallenin kızlarını nasıl alıp gezdirdiğinden başlardı sözlerine, konu genişler, dağılır, oradan oraya dallanır budaklanırdı.
Neşe, Duygu’ya yardım etmeye gitmişti. Askı elinde geldi. Tavşan kanı çayların kokusu zor yanan kömürün kokusuna karışarak kapladı üst kattaki salonu. Şarkı söylüyor, dedeye sataşıyordu:
“Neden saçların beyazlanmış arkadaş? Sana da benim gibi çektiren mi var?”
“Var! Var, olmaz mı hiç! Siz varsınız ya… Allah başka dert vermesin!..”
“Görüyorum ki her gün Virane’desin…”
“Nerde olacağım ya? Sizin evde mi?”
“Bir zamanlar sen de deli gibi sevdin… O sana çay sen ona mutluluk verdin… Mutlu yıllar dede! Afiyet olsun!”
“Kızamıyorum da sana yahu! O gülen yüzün yok mu, Neşe! Neşeli Neşe! Allah güldürsün seni! İki cihanda aziz ol! Berhüdar ol!”
“Dede, devam et sen! Onun derdi depreşmiş bugün. Rüyasında görememiş sevdiğini. Efkâr basmış, boyuna şarkı söylüyor. Anlat hele sen! O zamanları anlat biraz!”
“Ne güzel, ne mutlu günlerdi! Düğün el ile harman yel ile… Biz can ciğerdk komşularımızla. Akrabadan öte yakındık birbirimize. Tek bir sülale, tek bir aile gibiydik. Bütün mahalleli bir olurduk, gezer eğlenirdik. Birlikte yer içerdik. Ayrı gayrı yoktu. Tatil günlerinde bizim Kırık Süleyman’ın kamyonunun kasasına doluşur, doğru Kağıtane’ye giderdik. Mangallar yanardı, pirzolalar, köfteler kızartılırdı. Soğanların biberlerin kokusu et kokusuyla etrafı alırdı! Salıncaklar kurulurdu ağaçlara. İpler atlanır, toplar oynanırdı. Saklambaçlar, kovalamacalar, birdirbirler, uzuneşekler… Uçurtmalar havalandırılır, yarıştırılırdı. Fıstıkçılar, macuncular, şerbetçiler, güllaççılar…”
“Güllabiciler değil mi onlar, dede?”
“Hayır, değil! Güllabici değil hem o! Güllabıcı… Tımarhanelerdeki hademelere denir. Onlar, eli kamçılı dolaşır, azgın delileri döverek uslandırmakla vazifelidirler. Dışarıda da o tavrı takınanlara mecazen güllabıcı denir.”
“O zamanlar sıtmayla mücadele ederlermiş. İstanbul’da da sivrisinek var mıydı? Sıtma var mıydı?” diye sordu Neşe. Nerden aklına geldiyse…
“Olmaz mı! Yaz günleri başımızın belasıydı, kız! Senin gibi vız vız… Onlar da şarkıcı birer kız… Onlar erkek değilmiş, biliyor musunuz? Bize musallat olanların hepsi kadın milletiymiş! Bir konferansta aman ne anlattılar onları! Şaştık kaldık! Üç bin türü varmış onların. Biz olmasak üreyemezlermiş. Yumurtlayabilmek için gereken proteini kanımızdan alırlarmış. Hayvanların kanlarını da emerlermiş. Denizdeki balıklara kadar uzanırlarmış. Erkekler, çiçek özeriyle yetinirlermiş. Dişiler emdiklerini birkaç günde hazmedebilirlermiş. Birkaç günde yumurtalar tamamlanırmış. Ağzının altındaki kesede iki tane tüp, iki tane de testere şeklinde bıçak varmış. Önce o iki bıçakla bir delik açarmış, Sonra da o iki tüple oraya tükürüğünü akıtırmış. O sıvı, kanın pıhtılaşmasını engeller, rahatça emmesini sağlarmış. Bir dakika kadar sonra kuytu bir yere çekilirmiş. Avlarını, karbondioksit, ısı ve neme yönelerek bulurlarmış. Sık nefes alıp terlerseniz, ona yardımcı olmuş oluyormuşsunuz. Radarları varmış gibi atardamarları buluyor, doğrudan hedefe yumuşak iniş yapıyorlarmış, Koyu renk giyeceklere, çiçek ve çorap kokusuna daha çok gelirlermiş.”
“Çiçek kokulu parfümler… Eyvah! Bana ondan geliyorlar, desene! Yaz günleri çok terlerim ben ama herkes terler. Sana da geliyorlarsa, ya çorap ya da pipo kokusundandır, dede.”
“Git kız başımdan! Koş bak, baban çağırıyor! Geliyor, geliyor! Kalk git! Haydi!”
“Yok, dede! Ben bu gece izinliyim. Kimse çağırmaz beni. Bu akşam Kültür Parka, Serap Akın’ı dinlemeye gideceğiz biz. Seni de götüreceğiz. Söylemediler mi?”
“Ne yaptın, Neşe! Sürpriz yapacaktık ona biz!” dedim.
“A! Afedersiniz! Ben bilmiyordum, sürpriz yapacağınızı! Bilseydim…”
“Neyse… Oldu artık! Ne yapalım! Geleceksin, değimli dede?”
“Bakalım! Nasip! O zaman bir gelsin hele… Düşünürüz.”
“Geldi ya işte! Bu akşam yılbaşı gecesi… Beraber eğleneceğiz. Bir hafta önceden haber verdik herkese. Yerlerimizi ayırttık. Sensiz olmaz, dede! Oyunbozanlık yok!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 439