- 515 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
TIRNAK ÇOCUK- 18
Hüseyin Usta, sabah uyandığında kararını verdi. Ne gele geleydi. Uzun zamandır karısız kalacak değildi ya. En iyisi mi Çinçin Mahallesinde soluğu alıp ilk aşkı Gülbahar’ı bulmaktı. Ondan hatıra olarak siyah beyaz bir fotoğrafı kalmıştı. Fotoğrafının bir kenarı da yırtıktı. Şeş kaza biraz daha yırtılmış olsaydı Gülbahar’ın sağ gözü hepten yitecekti. Hiç tek gözlü Gülbahar olur muydu. Ama olsun be. Onun tek gözlü olmasına bile razı olur, hatta ayaklarının altında bile pas pas olurdu. Neydi o günler... Gençlik gibisi var mıydı. Gülbahar’ın mahallesinde badana boya işi yaparken rastlamıştı ona. Nasıl da ceylan gibi sekerek yürüyordu. Bakışları çakışır çakışmaz sanki bacaklarının yağı erimiş, bulunduğu yere çakılmıştı. Gülbahar da öyle olmuştu. Bakkaldan ekmek aldığı poşet elinden düşünce ekmekler yere yuvarlanmıştı. Yardım olsun diye ekmekleri toplarken saymış, tamı tamına on taneydi. Düğün değil bayram değil bu kadar ekmekler neyin nesiydi.
“ Misafiriniz mi var? “
“ Yokk, niye öyle dedin ki? “
“ Bu kadar ekmeği görünce…”
Gülbahar, gülmüştü.
“ Biz on gardaşız da. Adam başı bir somun yeriz.”
Gülüşünde samimiyet vardı Gülbahar’ın.
Besmele çekip yataktan kalkacak yerde Gülbahar sesiyle inletti evin içerisini. İki kardeş de uyanmışlar, sofrayı hazırlıyorlardı. Dün akşam erken yattıkları için bugün yataktan sabah ezanıyla birlikte uyanmışlardı iki kardeş. Sağa sola dönüp zaman öldürmüşlerdi ya yine de yataktan fırlamışlardı. Yollar buza çektiği gibi karın dineceği de yoktu. Lapa lapa yağmaya devam ediyordu. Okullar da tatil edilmişti. Çocuklara gün doğmuştu âdeta. Çırılçıplak ayaklarıyla kızak kayıyorlar, kar topu oynayıp, kardanadam yapıyorlardı. İki kardeş; Cesur, Celil Ustalar, çocukluk günlerine dönmeye karar vermişlerdi. Kızak yapıp, akşama kadar kayacaklardı, mahallenin çocuklarıyla. Kahveye gitseler; oyun oynarken çay içecekler dünyanın masraflarını yapacaklardı. Kahvede millet tetikte bekliyorlardı. Yeni gelin gibi sandalyelerde oturup süzülürlerken sırtlanlar gibi çökecek leş bekliyorlardı. Onların leşleri, masalardaki kareyi tamamlayan oyun hastalarıydı. Yeter ki oyun için masaya otursunlardı, Hemen selâm verip yanlarına ilişiyor, oyunlarını seyretme bahanesiyle beleşten çay içmeye devam ediyorlardı.
“ Gülbaharrrrr! ”
İki kardeş, mutfaktan kulak kabarttılar. Babalarının yattığı odadan yükselen bu isim de neyin nesiydi. Babamız, kafayı mı yedi, diye düşündüler bir ân’lık. İkinci seslenişte küçük kardeş Celil Usta, ağabeysi Cesur Usta ile gözgöze gelip, işin mahiyetini çözmeye, anlamaya çalıştılar.
Cesur Usta:
“ Bir bak bakalım, babam niye böğürüyor.”
Celil Usta, içeriye girdiğinde babası, uzun paçalı beyaz donunun düğmelerini iliklemeye çalışıyordu. Celil, ivedi hareketle düğmeleri ilikledi.
“ Oğlum, şu sandığın içinden bayramlık elbiselerimi çıkar bakalım.”
Celil Usta’nın gizli bir sevinç düştü içine. Durup dururken babası bayramlık elbiselerini istemezdi. Yoksa Kayseri’ ye gidip anamı mı getirecek acaba? Diye düşündü. Anası gideli epey zaman olmuştu. Bunca evlilikten sonra çek git dedemin evine. Olacak iş değildi. Hadi babamı defterden sildin ya bizi de mi özlemedin ana. Bir adamın badana boya işini yaparken sohbet esnasında:
Alacak verecek kavgasına, bir de karı koca kavgasına tebelleş olmayacan usta, demişti.
Demek ki adamın bir bildiği vardı. Onun için anası ile babasının arasına girmemişti. Ne halt ederlerse etsinlerdi ama evde de bir kadın olmayınca olmuyordu işte. Erkeklerin yiyeceği nane değildi, ev işleri. Celil Usta, kafaya koymuştu ah, bir evlensin karısının sözünden çıkmayacak, kalbini hiç kırmayacaktı.
“ Emrin olur babacığım, hemen çıkarırım.”
“ Hah şöyle olun. Söz dinleyin biraz. “
“Babacığım hayırdır, bayram değil seyran değil, bayramlık elbiseleri de neyin nesi? “
Derin bir ah çekti Hüseyin Usta.
Derin bir ahın ardından Celil Usta, “ anamın hasretiyle ölüyor ne de olsa,” diye içinden geçirdi ya yine de merak etti.
“ Anam seni görünce kimbilir ne kadar sevinecektir.”
“ Ananın canı çıksın! ”
Sevdiğinden söylüyor olmalıydı. Gülümsedi Celil Usta. Babasının bayramlık elbiselerini giydirdi. Paltosu da askıdaydı.
“Bu ayazda sokağa çıkmak olur mu baba, yollar belki de kapalıdır. Ta Kayseri’ ye nasıl gidecen. Hadi Kayseri’ ye gittin, köy yolları kesinlikle kapalıdır.”
Hüseyin Usta’nın bakışlarından Gülbahar’ın aşkı saçılıyordu odanın içerisine.
“ Ah ah! ”
“ Anamı çok özledin, de mi baba? “
“Ananın canı çıksın dedim ya. “ Bir kez daha ah çekti, ardından da ayağı yanmış itler gibi uludu:
“Gülbahar! Gülbahar! Sıkı dur geliyommmm!”
Mutfağa geçtiler. Cesur Usta, kahvaltıyı hazırlamıştı. Allah ne verdiyse yiyeceklerdi. Çay, zeytin, peynir.
Demli çaylarını yudumlarlarken Hüseyin Usta:
“Yollar da buz gbi nasıl ineceğim aşağıya kadar?”
“Babacığım, şimdi kızak yapacağız, biraz sabır edersen seni istediğin yere kadar ulaştırırız. İstersen anamın köyüne bile kızakla gideriz.”
“Ne işim var oğlum ananızın yanında. Sevseydi gelirdi. En iyisi mi siz beni Gülbahar’ın yanına götürün.”
İki kardeş yine gözgöze geldiler. Bu iş de bir bit yeniği vardı ya hadi hayırlısıydı.
“ Gülbahar da kim baba? “
Hüseyin Usta, elindeki bardağı dikti kafasına. Sanki kadehteki son neyi dikmişti. Gözleri bir noktada sabitleşti. Gözleri buğulandı, yüreği güp güp ettikçe ceketinin sol tarafı kalaycı körüğü gibi şişti, indi.
“ İlk aşkım, sevgilimmm!”
İki kardeş de :
“ Hopbalaaa,” dediler.
“Bu işin hopbalası tombalası yok oğlum. Eğer evlatlık görevini yapmak istiyorsanız beni Gülbahar’a götüreceksiniz.”
“Nerede otuyor baba, Gülbahar?”
“Çinçin Mahallesi’ nde. Gençliğimde badana boya yapmıştım. O esnada vurulmuştum Gülbahar’a.”
İki kardeş, kafalarını kaşımaya başladılar. Bu Gülbahar kadını şimdi nasıl bulacaklardı. O ‘nun da kesinlikle çoluğu çocuğu hatta torunları bile vardır. Eğer bulsalar bile hem ne diyecekti.
“Oğlum siz kafayı mı yediniz, şimdi benim de kendime göre dünyam var, o zamanlar öyleydi ama şimdi böyle. Hadi bakalım, arkanıza bakmadan tıpış tıpış yaylanın, “diyecekti belki de. Ama diğer taraftan da babalarının kalbini kırmak istemiyorlardı.
“Peki baba, bir saat içinde kızağı hazırlarız.”
“ Elinizi çabuk tutun, ha!”
İki kardeş, kızağı biraz büyük yaptılar. Üçü birlikte evlerinin önünden kızağa binip ok gibi fırladılar aşağıya doğru. O esnada Şengül, pencereyi açmış, sofra bezini silkeliyordu karların üzerindeki kuşlara doğru.
Abooo, bunlar da ailece kızak kaymaya çıkmışlar, diye neşelendi. Ne yapıp yapmalı, dönüşlerinde bir bahane uydurup kızaklarına binmeli, diye içinden geçirirken sofra bezini elinden düşürdü.
(Devam edecek)