- 575 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İSTANBUL GÜNLERİ
İzmir’i arkamızda bırakalı saatler oldu. Manisa, Bursa üzerinden İstanbul’a doğru gidiyoruz.
Önümüzde mısır yüklü bir kamyon gidiyor. Kamyonda bir delik olmalı ki her kilo metrede bir, yere darı düşüyor. Soma’dan İstanbul’a kadar, bu mısırlar hep karşımıza çıkıyor. Ben eşime, şunları toplasak köşeyi döneriz diyorum. O da gülüyor. Yazık, adam iflas edecek, diyor.
Bursa’yı çıkıyoruz. Orhangazi ilçesine geliyoruz.Burada eşimin aynı yerde çalıştığı arkadaşı var. O da buraya tatile gelmiş. Onlara uğrayıp bir Kıbrıs kahvesi içiyoruz. Bize, kendi yaptıkları dondurmadan ikram ediyorlar. Buz gibi. Serinliyoruz. Vaktimiz fazla olmadığı için izin isteyip yola devam ediyoruz.
Yalova çıkışında, Topçular iskelesine geliyoruz. Buradan gemiye binip karşıya geçeceğiz. Karşısı İstanbul Gebze.
Artık İstanbul’un havasını, kokusunu hissetmeye başlıyoruz. Üst geçitten geçip, gemiye hareket edeceğiz. fakat bu hiç de kolay olmuyor. Çünkü trafik çok yoğun. Araçlar gemilere binmek için sıra bekliyor. Bu arada satıcılar sizleri rahat bırakmıyor. Küçüğü, büyüğü, genci, yaşlısı ellerinde poşetlerle arabalarınıza hücum ediyor. Kimileri elma, salatalık, şeftali gibi yiyecekler satıyor. Kimileri de ıslak mendil satıyor. yaşlı bir kadın önümüzdeki arabaya yavaş adımlarla yanaşıp mendil satmaya çalışıyor. O kadar yaşlı ki yürümeye takati yok. İnsana bir acıma hissi geliyor. Bir tane alalım diyorum. Arabalar hareket edince kadın gerimizde kalıyor. Dolayısıyla yardımcı olamıyoruz.
Biletimizi alıp sırada bekliyoruz. Gemiler, dolmuş görevi üstlenmişler, dolup dolup karşıya geçiyorlar. Her cinsten araç görebiliyorsunuz. Tam yarım saat bekliyoruz. Gemiye binince arabayı bırakıp güverteye çıkıyoruz.
Martılar yolculuk boyunca bize eşlik ediyor. Onlara yiyecek atanlar oluyor. Denize düşen yiyecekleri dalıp alıyorlar. Doğrusu çok hoş bir manzara oluyor bizim için. Tam kırk dakika boyunca martıları ve etrafın güzelliğini seyrediyoruz. Gemi kıyıya yaklaşıyor. Arabalara binip hareket ediyoruz.
Artık İstanbul topraklarındayız. Burası Gebze. Gebze’ye girerken İstanbul’un ne zor bir şehir olduğuna tanık oluyoruz. Hemen, girişteki yol, bakıma alınmış. Çevre yolu kullanılıyor. Tabii gemiden çıkan araçlarla buradaki araçlar birleşince trafik tıkanıveriyor. Dakikalarca bekliyoruz.
Akşam üzeri Kartal’a varabiliyoruz. Burada yeğenim Serhat var. Bir kaç gün onda kalacağız. Yolda bizi bekliyor. Telefonla konuşup buluşuyoruz. İyi ki şu cep telefonları var. Onlar da olmasa ne yapardık? Hayatı öylesine kolaylaştırıyorlar ki...
Öğrencilik yıllarımı hatırlıyorum. Babamla görüşebilmek için, bulunduğum şehirdeki postahanede saatlerce sıra beklerdim. Tabii bu arada babam da Mağusa’ya gelir tanıdığı bir işyerinde telefonumu beklerdi. Çoğu kez de denk getiremezdik. Oysa şimdi ne kadar kolay iletişim sağlayabiliyoruz.
Ertesi gün Kartal Atalar’da banliyö trenine biniyoruz. Serhat sıkı sıkı tenbih ediyor. Yanınızda çanta, cüzdan, para, altın gibi değerli şeyler taşımayın. Arka vagonlara kesinlikle binmeyin. Çocukların ellerinden sıkıca tutun. Bir an bile onları boş bırakmayın. En küçük boş anınızda bile onları kaçırıverirler.
Eşim bunları duydu ya. Gün boyunca sıkıntı yaşadı. Bir an bile rahat edemedi.
Trende orta vagonlardan birine geçtik. Tren hareket etmeye başladı. Genç biri elindeki çantadan bir kaç tane cüzdan çıkardı: "Beyler bayanlar, şu elimde görmüş olduğunuz cüzdanlar hakiki deriden yapılmış olup, paralarınızı korumada tam bir güvencedir. Bunu aldığınız taktirde yanında bir de çakmak hediye ediyorum. Bitmedi bir de kalem veriyorum. Bütün bunlara sadece 3 YTL’ye sahip olacaksınız" diye satış yapmaya başladı. O durdu, bir başkası ıslak mendil satmaya başladı. Bize biraz tuhaf geldiyse de oradaki insanlar için bu gayet normaldi. Çünkü bu hayat şartlarına alışmışlardı. Neticede onlar da geçimlerini sağlıyorlardı.
Son durak Haydarpaşa Gar’ı idi. Ön koltuklarda yaşlı bir bayan tek başına oturuyordu. Yan koltukta da siyah ceket giymiş iki adam vardı. Kadın bu adamlardan rahatsız olmuş olacak ki kızdı onlara: "İki de bir de ne bakıyorsunuz kardeşim? Bir şey mi var? Hiç mi insan görmediniz?" Adamlardan biri dikleniverdi. "Nolmuş hanım teyze etrafa bakmak da mı yasak?" Kadın "etrafa değil bana bakıyorsunuz? Zaten bu günlerde hep yaşlı kadınlara saldırıyorlar. Öyle bir niyetiniz varsa avucunuzu yalarsınız. Dolmuş parasından başka kuruşum yok" diyor. Diğer adam " teyze git işine Allahını seversen bizi ne zannettin?" diyor. İlk durakta kadın iniyor. Tesadüf müdür yoksa kadının şüpheleri doğru mudur bilemem, adamlar da arkasından iniyorlar. Tren yola devam ediyor. Biz, etrafı seyretmeye devam ediyoruz.
Haydarpaşa’da iniyoruz. Kadıköy’e doğru yürüyoruz. Amacımız şöyle bir gezmek. Alışveriş yapma niyetimiz yok. En azından ben öyle düşünüyorum. Ama hiç de öyle olmuyor. Eşim girdiği her mağazadan bu ucuzmuş alalım. Şunlar orada bulunmaz alalım, diye diye kucağımı poşetlerle dolduruyor. Bu da bana ders oluyor. Bayanlarla yola çıkarsan tüm bunları göze alacaksın. Hangi bayan bir mağazaya girince geri boş çıkmış ki?
Bu arada çocuklar da bana emanet ediliyor. Küçük, kucağımda uyuyup kalıyor. Büyük de annesi gibi gördüğünü alayım istiyor. Hanım iki de bir çocuklar yanında mı diye soruyor. Merak etme sen kaybolursun onlar kaybolmaz diyorum.
Biraz sonra küçük kız uyanıyor. Kucağımdan iniyor. Kadıköy’de başka bir mağazaya giriyoruz. İşte günün sürprizini burada yaşıyoruz. Hanım alışverişe o kadar dalmış, ben de yorgunluktan bir kanepeye çöküvermişim. Büyük kendi kendine oynuyor. Küçük, yere çömelmiş oturuyor. Etrafa bir sıvı yayılıverdi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken küçük anne çiş demeye başladı. Herkes de bir şaşkınlık.
Küçükhanım tam mağazanın ortasına çişini bırakıveriyor. Birdenbire bütün dikkatleri üzerine topluyor. Saatlerce unutulmanın intikamını böylece alıyor bizden. Bin bir özür dilemeler ağzımızdan düşmüyor orada çalışanlara karşı. Hemen bir kova su ile mop getiriliyor. Hanım bir çırpıda temizliyor.
Küçük, bambaşka bir dünyada sanki. Yaptığının farkında bile değil. Özür dileyip ayrılıyoruz.
O kadar yorulmuşum ki ayaklarım sızlıyor. Gara kadar gideceğiz. Fakat gar uzak olduğu için gözüm kesmiyor. İlk dolmuşa binip Kartal’ın yolunu tutuyoruz.
Akşam olunca hanım sıkıntısını dile getiriyor. Ben İstanbul’u sevmedim, diyor. Niye, diye sorduğumda şu cevabı veriyor: Hep sıkıntı, hep zorluk. Çoluk çocuğumuzla ağız tadı ile bir gezmeye çıkamıyoruz. “Yok, çocukları kaçırırlar”, “Yok cüzdanınızı çarparlar”, “Yok kapkaççılar”, “Yok bilmem ne…” Olmaz olsun böyle hayat.
İstanbul’da Bir Gün
Haydarpaşa tren garından çıkıyoruz. Bir gemiye binip Karaköy’e çıkacağız.
Haydarpaşa Tren garı tarihi bir yapı. Adeta İstanbul’un simgelerinden olmuş. Barok Alman mimari tarzında 1906 yılında yapılmış. Muhteşem bir yapı. Merdivenlerden inip hemen sahile ulaşıyoruz.
Şimdi gemideyiz. Karşıya geçeceğiz. Yani Avrupa yakasına.
Muhteşem bir manzara sizi karşılıyor. İşte İstanbul’un en güzel görüntüsü bu deniz yolculuğunda kendini gösteriyor. Her tarafın ayrı bir güzelliği var. etrafı seyretmeye doyamıyorsunuz.
Az ilerde Üsküdar önlerinde Kız Kulesi sizi selamlıyor. Denizin ortasında küçük bir kule. Rivayete göre dönemin padişahı kızını yılanlardan korumak için bu kuleyi yaptırmış. Falcı, kızının ölümünün bir yılan sokması neticesi gerçekleşeceğini söylemiş. Baba da bunun üzerine burayı yaptırırsam yılan gelemez diye düşünmüş. Kızını buraya yerleştirmiş. Fakat kızına, bir gün bir sepet dolusu üzüm hediye gelmiş. Bu sepetin içine de bir tane zehirli yılan girmiş. Kız elini sepete uzattığında yılan tarafından sokulmuş ve kız ölmüş. Bundan dolayı buraya Kız Kulesi denmiş. Şimdilerde restaurant olarak kullanılıyor.
Biraz daha ilerliyorsunuz. Kıyılardaki camiler büyük bir ihtişamla sizlere el sallıyor. Sol tarafta Topkapı Sarayı sizi bekliyor. Tam karşıda görünen kule ise Galata Kulesi. Sağ tarafınıza baktığınızda ise İstanbul Boğaz Köprüsü’nü görüyorsunuz. İşte Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan dünyanın en önemli kemeri, köprüsü size selama durmuş. Bu güzellik karşısında etkilenmemek mümkün değil.
Karaköy’e yaklaşıyorsunuz. Hemen solunda meşhur tarihi Galata Köprüsü var. Burası her zamanki gibi dopdolu. Cıvıl cıvıl. İnsan kaynıyor. Köprünün eteklerine dubalarla balıkçı restaurauntları kurulmuş. Kalabalık. Altından gemiler geçiyor. Bu köprünün en büyük özelliği açılır kapanabilir olması. Geceleri büyük gemilerin geçebilmeleri için açılıyormuş. Köprü geçen yıllarda yanmış. Yeniden onarılarak modern bir şekilde hizmete açılmış.
Karaköy’de iniyoruz. Etrafı kısa bir turladıktan sonra, Galata Köprüsü’nü yürüyerek Eminönü’ne geçiyoruz. Köprü üzerinde balık avlamaya çalışan yüzlerce kişi var. Oltalarını köprüden aşağı bırakıyorlar. Bu arada önümüzden kendi kendine konuşan, söverek giden biri geçiyor. Belliki iyi saatlilerden. Kimileri adama bakıp gülerken, kimileri de ilgilenmiyor bile.
Biz de ilgilenmeyenlerden oluyoruz. Kısa bir yürüyüşten sonra Eminönü’ne geçiyoruz. Burası da adeta İstanbul’un merkezi. İETT otobüsleri buradan İstanbul’un her tarafına gidiyor. Biz, Haliç tarafında bulunan Miniatürk Parkı’na gideceğiz. Ama Eminönü’ndesiniz. Burada ekmek arası balık yemeden olmaz. Köprünün hemen bittiği yerdeki sahile varıyoruz. Burada balıkçılar var. Önceden tekne içinde satarlardı. Şimdi ise büfe açmışlar. Ekmek arası balık 3 YTL. Balık almanız için kuyrukta bir kaç dakika beklemeniz gerekiyor. Balıkları alıyoruz. Afiyetle yemeye başlıyoruz. Gerçekten çok nefis. Buraya gelirseniz mutlaka ekmek arası balık yemeden gitmeyiniz.
Yürüyerek sağ taraftaki alt geçite geliyoruz. Burada küçük bir olaya şahit oluyoruz. Alt geçitte WC’ler var. Modern, iyi giyimli bir bayan, elinden tuttuğu çocuklarıyla kapıda görevli kadınla tartışıyor.
İyi giyimli kadının elinden tuttuğu küçük çocuk belliki çok sıkışmış. Elleriyle önünü tutuyor. İçeri girecekler; ama görevli kadın bırakmıyor. "Ücret peşin" diyor. Tuvalet değeri 750 yenikuruş. Fakat iyi giyimli kadının cebinden sadece 500 yenikuruş çıkıyor. Görevli olmaz, giremezsiniz, diyor. Kadın "Çantamı arabada unutmuşum. Çocuk çok sıkıştı. Eşim hemen geliyor. Şu büfeden bir şey alıyor. Gelince veririz." diyor. Görevli kadın kesinlikle bırakmıyor. İyi giyimli kadın orada bulunanlara "ya Allah rızası için 250 kuruş verin çocuk çatlayacak, eşim gelirse veririm" diyor. Başka bir bayan uzatıyor. Görevli kadın bu sefer diğer çocuğu girdirme. O burada kalsın, diyor. İyi giyimli kadın bu kadarı da fazla deyip iki çocuğunun ellerinden çekerek tuvalate dalıyor.
Bizler de belediye otobüslerine doğru yürüyoruz. İETT bilet satış gişesinden abonman bileti alıyoruz. Her ihtimale karşı dönüş biletlerini de alıyorum. Görevliye Miniatürk’e hangi araçların gittiğini soruyorum. 47, 47 E, 47 Ç otobüslerinden birine binin, diyor. 47 nolu otobüse biniyoruz. Haliç’e doğru hareket ediyoruz.
Hasköy’ü geçtikten kısa bir süre sonra, otobüstekiler bize durağı söylüyorlar. Durakta iniyoruz. Mutlaka sormak gerekiyor. Çünkü, buraları bilmediğiniz için durağı geçebilirsiniz.
İşte Miniatürk. Ön kısımda bulunan merdivenlerden çıkıyorsunuz. Giriş ücretli. Tam bilet 5 YTL. İndirimli 3 YTL. Biz indirimden faydalanıyoruz.
Burası Haliç’in kenarında yeşil bir alana kurulmuş bir park. Türkiye’de bulunan en önemli eserlerin minyatür yapıları burada sergileniyor. Bana göre mutlaka görülmesi gereken bir yer.
Merdivenlerden hemen inişte yılan gibi kıvrılan yuvarlak ince yollar kenarına konulmuş maketler var. önce sizi Ulu Önderimiz Atatürk’ün Anıtkabir’i karşılıyor. Hemen yanında TBMM bulunuyor. Bu arada elinizdeki biletleri kesinlikle atmayın. Çünkü her maketin önünde bir ses cihazı var. Biletinizi bu ses cihazına yerleştirdiğinizde size o yapının hakkında bilgiler veriyor. Böylece neyin, ne zaman ve nasıl yapıldığını iyice öğrenmiş oluyorsunuz.
Neler yok ki burada ki maketlerde? Anıtkabir, Topkapı Sarayı, Mevlana, Erzurum Çifteminare, Pamukkale, Efes harebeleri, Boğaziçi Köprüsü, Yerebatan sarayı... Türkiye’nin her yerindeki en önemli yapıların hepsi de burada boy gösteriyor. Saatlerce gezmekle bitiremiyorsunuz.
Her taraf alabildiğince rengarenk çiçeklerle bezenmiş. Bizim dikkatimizi çekenlerden biri de kıpkırmızı çiçeklerle Türk bayrağının yapılmış olmasıydı. Tam ortasına da beyaz çiçeklerle ay ve yıldız yerleştirilmişti. Doğrusu görülmeye değerdi. Dayanamadık defalarca fotoğrafını çektik.
Parkta her şey düşünülmüş. WC, Kafeterya, restaurant, dinlenme yeri hatta çocuklar için park dahi yapılmış. Sonlara doğru müze göze çarpıyor.
Eğer Miniatürk’e gelmişseniz bu müzeye mutlaka girin. Çünkü sizden sadece girişte ücret alınıyor. Burası için ayrı bir ücret ödemiyorsunuz.
Müze de bizi bir başka etkiliyor. Burası Zafer Müzesi olarak adlandırılmış. Sol taraftan itibaren yürüyerek ilerliyorsunuz. Küçük küçük maketlerle Kurtuluş Savaşı anlatılmış. Ses efektleri ile de bir canlılık sağlanmış. Kendinizi adeta o savaş ortamının içinde hissediyorsunuz. Savaşın bütün yanları burada figürlerle anlatılmış. Cepheye öküzlerle cephane taşıyan köylü kadınlar, yaralılara bakan gönüllü hemşireler, askere ayran veya su veren yaşlı analar, cephede yaralanan veya şehit düşen askerler, askere yardım eden köylüler, camilerde halka vaaz veren imamlar, çocuklarını askere yollayan analar, babalar... daha neler neler düşünülmemiş ki?
Baktıkça duygulanıyorsunuz. Bu memleketin, bu memleket üzerinde yaşayan bu milletin tarih içinde neler yaşadığına bir de siz şahit oluyorsunuz. Ve bu milletin nereden nereye geldiğini aklınızda muhakeme ediyorsunuz.
Müze çıkışına doğru da Ulu Önder Atatürk’ün resimleri konulmuş. O’nun bilinmeyen yönlerini de bu resimlerden öğreniyorsunuz.
Kısaca mutlaka görülmesi gereken bir yer diyorum ben. Hele de çocuklarınızla gitmişseniz, onları bu zevkten kesinlikle mahrum etmeyin. Hem bir güzel eğlenecekler, hem de kültürlerini ve tarihi bilgilerini zenginleştirecekler.
GÖZLERİMİZ KAPALI İSTANBUL’U DİNLİYORUZ
İstanbul. Nice kralların, nice padişahların, nice prenslerin sahip olmak isteyip de olamadıkları şehir.
İstanbul.Nice insanın görmek isteyip de göremedikleri ancak rüyalarını süsledikleri şehir.
Nice kültüre, medeniyete baş şehirlik etmiş koca bir metropol.
Nice şairlere, ressamlara, yazarlara, müzisyenlere ilham kaynağı olmuş bir büyük şehir. Kısaca bir baş yapıt.
Necip Fazıl, bir şiirinde illa da İstanbul derken,Yahya Kemal İstanbul’un bir semtini bile sevmek bir ömre bedeldir diyor; ve İstanbul’u hep Aziz İstanbul olarak değerlendiriyor. Orhan Veli İstanbul’da gözlerini kapatarak bir musiki dinler gibi İstanbul’u dinliyor.
İşte biz de şimdi İstanbul’un tam göbeğinde, Orhan Veli gibi gözlerimizi kapatıp, Eminönü’nden İstanbul’u dinliyoruz. Yüksekçe bir tepeye çıkıp, Yahya Kemal gibi Aziz İstanbul’un Yeditepe’sini seyrediyoruz.
Muhteşem bir manzara, doyumsuz bir zevk. Anlatmakla bitmeyecek tatlı bir masal.
Kalabalık.İnsanlar çığ gibi önümüzden geçiyor.Yere taş atsanız düşmeyecek.
Eminönü alt geçidinden karşıya geçiyoruz. Sultanahmet’e gideceğiz. Oranın tarihi ve turistik yerlerini gezeceğiz. Çünkü ünlü Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Yerebatan Sarnıcı burada. Buraları gezip inceleyeceğiz.
Alt geçit, kapalı çarşı gibi. Sağlı sollu dükkanlar. Arada seyyar satıcılar. Saatçılar, oyuncakçılar, ayakkabıcılar, giyimciler... ne ararsanız bulursunuz burada. Su satan çocuklar, diş fırçası satanlar, simit satanlar...
Karşıya geçiyoruz. Tranvaya binip Sultanahmet’e gideceğiz. Ama karşımıza tarihi Mısır Çarşısı çıkıyor. Burayı gezmeden yapamıyoruz. Burası 1597 padişah 3. Murat’ın eşi Safiye Sultan’ın emri ile yapılmış. 67 yıl sonra 4. Mehmet’in annesi Hatice Turhan Sultan’ın emri ile Mimar Mustafa Ağa tarafından 1664 yılında Yeni Camii Külliyesi olarak tamamlanmış.
Balık Pazarı Kapısından çarşıya giriyoruz.Uzun bir kemer biçiminde ilerliyor yol. Sağlı sollu kuyumcular, dükkanlar alıcı bekliyor. Yine çok kalabalık. Bağırmalar, çağırmalar... Baharat kokuları tüm çarşıyı sarmış. Mis gibi kokular burnunuza doluyor. Çıkışa doğru yol alıyoruz. Çıkışta yol çatallanıyor. Sol taraf daha uzun bir yol. O tarafa yöneliyoruz. Yine baharatçılar, kuruyemişçiler ve çeşitli hediyelik ve süs eşyaları satan dükkanlar...
Çarşıdan çıkıyoruz. Kısa bir tur da Eminönü çarşısında atıyoruz ve geri dönüyoruz. Tranvaya binmek için durağa yöneliyoruz ama bir türlü varamıyoruz.
Burada sanata gönül vermiş, kendini sanata adayan sanatçı dostlara rastlıyoruz. İstanbul Ticaret Odası burada bir etkinlik düzenlemiş. Açık Havada Sanat gösterisi düzenliyor. İlgimizi çekiyor ve orada masabaşında oturan yetkili sandığımız kişilerle sohbet ediyoruz. Aslında bunlar sanatçı dostlar. Kendimizi tanıtıyoruz. KKTC Güneş Gazetesini anlatıyoruz. Memnun oluyorlar ve bize bilgi veriyorlar.
Bu etkinlik İstanbul Ticaret Odası tarafından organize ediliyormuş ve İstanbul Büyükşehir belediye Başkanı da buna destek veriyormuş.Arada sırada da tezgahları ziyaret ediyormuş.
Sanatçı dostlar, böyle etkinliklerin Avrupa’da sıkça yapıldığını İtalya, Fransa ve Rusya’da buna benzer faaliyetlerin yapıldığını, bizde ise ilk defa düzenlendiğini söylüyorlar.
Böyle faaliyetlerde halk ile sanatçıların içiçe olduklarını, bunun da sanatçıya büyük bir zevk ve güç verdiğini belirtiyorlar. Ressamlar birebir resim yapıyorlar. Halk da onları izliyor. İnsanlar burada sanatçı ile birlikte oluyorlar.
Anlatıldığına göre en çok da çocuklar ilgi gösteriyormuş. İçlerinden bir kaçının dahi bu işe gönül vermesi ve ilerde onların sanatçı olarak karşılarına çıkması kendilerini çok mutlu ediyormuş.
Bu faaliyet, her gün iki saat canlı müzik eşliğinde yapılıyor. Sanatçılar özenle seçiliyormuş. Dalında en iyi olanlar ve temsil gücü yüksek olanlar tercih ediliyormuş.
Sanatçı arkadaş, böylece turizme de yardımcı olduklarını söylüyor. Bir çok turist, yapılan eserlerden alıp ülkelerine götürüyormuş. Böylece ülkenin tanıtımı da yapılmış olunuyor diyor. Sanatımız hakkında onlara da bilgi veriliyor böylece diye tamamlıyor sözlerini. Ne kadar güzel bir olay.
Sanatçı dostlara teşekkür edip ayrılıyoruz. Çünkü zaman kısıtlı. Topkapı Sarayını gezmek hiç de kolay değil. Öyle kısa bir sürede gezemezsiniz.
Nihayet tranvaya biniyoruz. Tranvaylar, raylar üzerinde elektrik enerjisi ile çalışan ulaşım araçları.
Vagonlar gayet lüks ve konforlu. Yüzünüze hemen bir serinlik vuruyor.Çünkü klimalı. Her durakta sesli cihaz sizi uyararak nereye geldiğinizi söylüyor.
Sultanahmet’teyiz. İner inmez sizi, altı minaresiyle, haşmetli görkemiyle Sultanahmet Camii karşılıyor. Adeta sizi uhrevi bir hayata davet ediyor.
Burası genişçe bir park. Her taraf çimlendirilmiş. Rengarenk çiçeklerle bezenmiş. Görsel bir manzara. Etrafı seyretmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Sol tarafta Ayasofya Camii, onun az ilerisinde Topkapı Sarayı, önümüzde Alman Çeşmesi ve onun sağ ilerisinde meşhur Dikilitaş. Uyumlu birer dostlar. Tarihin canlı şahitleri. Geleceğe mesajlar gönderiyorlar.
Sultanahmet Camii’ne giriyoruz. Büyük ve geniş bir avlu içinde buluyorsunuz kendinizi. Etrafta güvenlik mensupları. Ağaçlar ve çiçekler selamlıyor sizi. Gülümsüyorlar. Camii içi ve bahçe, kapalı devre kamera sistemi ile kontrol ediliyor.
Giriş kısmından içeri giriyoruz. Başka bir avlu ile karşılaşıyoruz. Ortada büyük bir şadırvan adeta dua ediyor.
Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri giriyoruz. Bayanlar yan masadan örtü alıp örtünebiliyor. Bunun tamamen isteğe bağlı olduğunu öğreniyoruz. İçerde muhteşem bir manzara ile karşılaşıyoruz.
Tavandan belli bir mesafeye kadar uzanan iplerle demire bağlı ışıklar göze çarpıyor. İçerisi bölmelere ayrılmış. Ziyaretçi yerleri ile ibadet etmek isteyenlerin yeri ayrı ayrı.
İçerde çok büyük, kare biçiminde yerleştirilmiş, dört tane sütun bulunuyor. Ortaya kadar yivli. Ortadan yukarısı çeşitli Arap yazılarıyla süslenmiş. Bütün duvarlar rengarenk şekilde çeşitli süslerle işlenmiş. Kendinizi bir renk deryası içinde yüzüyormuş gibi hissediyorsunuz.
Bu görkemli yapı yüzyıllardır ayakta duruyor. Kim bilir kaç insanımıza ibadet yeri olarak hizmet vermiş?
Camiiden çıkıyoruz. Hemen karşıda Ayasofya Müzesi’ne yürüyoruz.
Burası 532 yılında Nika ayaklanmasında yanmış. Daha sonra kısa bir sürede onarılmış. 1453 yılında İstanbul’un fethi ile camiyee çevrilmiş. 1 şubat 1935 tarihinde de Atatürk’ün emri ve bakanlar kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş.
İlk girişte duvarlarda bulunan mozaikler karşılıyor sizi. Sol taraftan üst galeriye çıkıyorsunuz. Burası taşlarla yapılmış bir yol.Çok dönemeçli. Başınız dönüyor. Ama gizemli bir yol.Ürperiyorsunuz. Çıkışta aşağısını localardan izliyorsunuz.
Asıl salona girdiğinizde yukarıda büyük bir kubbe ile tanışıyorsunuz. Kubbeler mozaiklerle süslü. Eskimeye yüz tutmuş. İlk görüntü, bir kiliseyi andırıyor. Fakat duvarlarda asılı olan arapça yazılar buranın bir camii olduğunu söylüyor.
Şöyle bir bakınca hristiyanlık ile islamiyetin içiçe olduğunu görüyorsunuz. Adeta Allah, insanları yaratırken hepsini de bir yaratmış, dil, din, ırk ayrımının o kadar önemli olmadığı mesajını algılıyorsunuz.
Ayasofya gezimizi de noktalıyoruz. Çıkışta soldan yukarıya, Topkapı Sarayı’na doğru yürüyoruz.
İlk giriş kapısından girince sizi, dev, asırlık çınar ağaçları karşılıyor. Avlu ağaç gölgelerinden oldukça serin duruyor. Yorulanlar için kanepeler de konulmuş. Önümüzden bir fayton geçiyor. Burada en çok dikkatinizi çeken şey de faytoncuların, şerbet satan adamların hep eski dönemleri anımsatacak kıyafetler içinde olması.
Babüs selam yani Orta Kapı’dan içeri giriyorsunuz. burası sağlı sollu iki kule ile bir kapıdan oluşuyor. Kapının üzerinde arapça harflerle "la ilahe illallah" yazıyor. Altında padişahın tuğrası bulunuyor. Kapıdan girince gişeden bilet alıyorsunuz. Ve artık Topkapı Sarayını gezmeye başlıyorsunuz. Şunu söylemekte de fayda var. Eğer öğrenci veya öğretmen iseniz, kimlik kartınızı göstermek şartı ile müzelere girmek ücretsiz.
Sergilenen tüm eşyalar yan yana çeşitli odalarda bulunuyor. Bir odadan çıkıp, bir sonrakine gidiyorsunuz. biz şu anda kaftanların sergilendiği odadayız. Burada çeşitli kaftanlar sergileniyor.Rengarenk kaftanlar. Osmanlı Türklerinin zevkini ortaya koyuyor. Tahtlar bölümünde çeşitli tahtlar, tören mataraları, zümrüt askılar sergileniyor. Hepsi de çeşitli değerli taşlarla işlenmiş. Her biri eşsiz güzellikte ve paha biçilemez değerde. Buralarda film ve fotoğraf çekmek yasaklanmış. Bu nedenle bunları belgeleyemiyoruz.
Benim ilgimi asıl Kaşıkçı elması çekiyor. Çünkü daha önce, basında gerçek mi, sahte mi olduğu tartışılmıştı. Şimdi, tam o elmasın önündeyim. Bembeyaz. Pırıl pırıl. Hayranlıkla seyrediyorum. Hemen yandaki bilgileri okuyorum. 86 karat, 49 iri pırlanta ile çevriliymiş. Sultan 4. Mehmet döneminde Eğrilkapı’da bir mezbelelikte bulunmuş. Bir yapmacı tarafından üç kaşık karşılığında satın alınmış. Daha sonra taşın elmas olduğu anlaşılınca bir anlaşmazlık çıkmış. Olayı duyan sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa elması satın almak istemiş. Konu padişaha kadar ulaşmış. Elmas saraya getirilmiş. İşlendikten sonra 86 karatlık bir elmas ortaya çıkmış. Başlangıçta yüzük olarak kullanılmış. 18. yüzyılda elmasın çevresine pırlantalar konularak sorguç yuvası olarak işleme kazandırılmış.
Geçenlerde basında sahte olduğu dedikodusu ortaya atılmıştı. Uzmanlar tarafından yapılan inceleme ile gerçek olduğu ortaya kondu. Şimdi ise çok büyük bir ilgi görüyor.
O kadar çok bakmış olacağız ki, bir görevli, bizi uyararak ilerlememizi istiyor. Dünyanın bu en şahane elmasını geride bırakarak yürüyoruz. Diğer güzellikleri seyretmeye devam ediyoruz.
Osmanlı padişahlarının, şehzadelerinin ve cariyelerinin yaşam biçimlerini öğreniyoruz. Kullandıkları eşyaları, süsleri, silahları görüyoruz. Kısaca yakın geçmişimizle ilgili müthiş bilgiler elde ediyoruz.
Dikkatimizi çeken bir bölüm de Kutsal Emanetler bölümü oluyor. Burası da en çok ziyaretçi alan bölüm. Burada Hz Muhammed’in kılıçları, yayı, Kıpt Kavmi hükümdarına yazdığı mektup, Ayak izi, sakal-ı şerifi, Uhud Savaşında kırılan dişinin korunduğu mahfaza, kadir toprağı sergileniyor. Köşede bir imam sürekli Kur’an okuyor.
Sarayda gezmedik oda bırakmıyoruz. Hepsini de bu köşede anlatamayacağımız için, İstanbul’a ayağı düşenlerin mutlaka buraları gezmesini salık veriyoruz.
Saraydan çıkınca Yerebatan Sarnıcını gezmek istiyoruz. Ama o kadarçok yorulduk ki artık ayaklarımız bizi bir yere götürmüyor. Bu nedenle burayı bir başka sefere bırakıyoruz.
Asya yakasında kaldığımız için son vapuru ve son treni kaçırmak istemiyoruz. Bu nedenle biraz dinlenip yola koyuluyoruz.
İstanbul rüyalarımızı süslüyor. İstanbul akıllarımızdan bir türlü gitmiyor. Ah İstanbul, Ah Aziz İstanbul! Ne büyüksün sen.
ESKİMEYEN DOSTLUKLAR
Tam otuz beş yıl önce ayrıldığım, çocukluk arkadaşım Cengiz’i buluyorum İstanbul’da.
Akşam telefon açıyorum. Annesi Rukiye hanım çıkıyor. Tok ve kendinden emin bir ses geliyor kulağıma. Osmanlı kadınlarını andıran, gür bir ses. Kendimi tanıtıyorum. Ama beni anımsayamıyor. Nereden anımsayacak? Aradan tam otuz beş sene geçmiş. O, beni bıraktığında dört-beş yaşlarında mini minnacık bir çocuktum.
Otuz beş sene öncesini hatırlatıyorum. Annemin ve babamın adını söylüyorum. O zamanlar, komşumuz olduklarını söylüyorum. Uzun bir "aaaaaa!" sesi işitiyorum. Şimdi anımsıyor. "Yarın mutlaka gel" diyor.
Pazarda sergi açıyormuş. "Kadıköy’de Salı Pazarında bulabilirsin" diyor.
Söğütlüçeşme’de trenden iniyorum. Karşımda Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı heybetiyle duruyor. Pazarı soruyorum. Gösteriyorlar. Biraz sonra eski dostları buluyorum.
Rukiye Hanım, oldukça yaşlanmış. Ama yaşına rağmen dinç duruyor. Cengiz’i tanımakta hiç de zorluk çekmedim. Kızıl saçları ve gülümseyen beyaz yüzü kendini hemen ele veriyor. Kucaklaşıyoruz. Eee kolay değil. Otuz beş yılın hasreti var. Hacı Bey Amcayı soruyorum. "Geçen yıl sizlere ömür" diyor. Babasının ölümünü paylaşıyor benimle. Belli ki hala unutamamış. Hatırladığım kadarıyla çok iyi niyetli, dürüst, temiz, yardımsever bir insandı Hacı Amca.
Annem ve babamın selamlarını iletiyorum. Annem, bu insanlara minnet borçlu. "Çok ekmeklerini yedik, hakları var üzerimizde" der her seferinde.
Uzun uzun konuşuyoruz. Sohbet ediyoruz. Cengiz İstanbul’un zorluğundan söz ediyor. Bunaltıcı olduğunu ve çok yorulduklarını söylüyor. Hele de kış mevsiminde, yaptıkları işin çekilmez olduğunu söylüyor. Bu arada müşteriler gelip gidiyor. İşinden geri kalmamasını istiyorum. Senden önemli değil diyor. Çay ısmarlıyor. Afiyetle içiyoruz. Her yudumda yılların acısını çıkarıyoruz. Küçüklüğümüzden hatırda kalanlardan söz ediyoruz. Gözlerimiz doluyor. Ağlamaklı oluyoruz.
Vakit her zamanki gibi çabuk geçiyor. Öğleden sonra randevum var oraya yetişmek zorundayım. İzin alıp ayrılıyorum. Kıbrıs’a davet ediyorum. Birbirimize tekrar sarılıyoruz. Belki bir daha hiç görüşemeyeceğiz. Rukiye Hanım, anneme ve babama çok selamlar yolluyor. Haklarını helal etsinler diyor. Benim de hakkım geçmişse helal olsun diyor.
Ayrılıyorum. Gemiye binip, Alibeyköy’e geçeceğim. Orada Kıbrıslı doktor arkadaşım Cuma Emiroğlu var. Onunla görüşeceğim. Sağlık açısından bazı şikayetlerim var. Gelmişken onları da dile getireceğim. Beni bekliyor.
Eğer İstanbulda iseniz, randevunuz var ise mutlaka iki üç saat öncesinden yola çıkınız. Yoksa mutlaka randevunuzu kaçırırsınız. Çünkü İstanbul trafiği size hep muhalefetlik yapar. Varacağınız yere, bir türlü zamanında varamazsınız.
Eminönü’nde Alibeyköy otobüslerini bekliyorum. Yaklaşık iki saattir gelmiyor. Kime sorarsam 99 veya 47 nolu otobüsler oradan geçer diyor. Fakat iki saate yakın hiç bir otobüs o yöne gitmiyor. Nihayet 99 nolu otobüs durağa yanaşıyor. Şoföre soruyorum. Başını evet anlamında sallıyor. Hemen dalarcasına biniyorum otobüse.
Eyüp Sultan tarafından ilerliyor otobüs. Haliç’in güzelliklerini seyrederek gidiyoruz. Yer yer parklar bulunuyor. En önemlisi de on, on beş yıl öncesinin Haliç manzarası kalmamış. O müthiş, kötü kokular yerini güzelliklere bırakmış.
Kaptan şoför, Alibeyköy’e gelince beni uyarıyor. Burası diyor. Alibeyköy Özel Haliç Hastanesini soruyorum. Son durakta, meydanda inmemi söylüyor. Meydana gelince karşısı diye hastahaneyi bana gösteriyor. Otobüsten iniyorum. Hastane tam karşımda duruyor.
Danışmaya uğruyorum. Bir hemşire beni alıp Dr Cuma’ya götürüyor. Hastanenin arka tarafında bir bahçede oturuyor. yanında da bir doktor arkadaşı. Samimi bir hava içinde kucaklaşıyoruz. Hemen bana Kıbrıs’ı soruyor. Kardeşlerini soruyor. İyilik ve güzellik haberlerini veriyorum.
Baş hekim ve bir kaç doktor daha geliyor. Küçük bir tören var. Bir bayan doktor başka yere gidiyor. Bir veda töreni. Ayrılacak olan bayan doktor da geliyor.
Baş hekim babacan birine benziyor. Bizleri unutma diyor. Bayan teşekkür ediyor. Tatlılar yeniyor ve kolalar içiliyor.
Baş hekim bir İngiliz Atasözünü hatırlatıyor: "Geldiğinizde kimse ayağa kalkmazsa önemli değil; ama ayrılırken herkes sizi ayakta uğurluyorsa bu sizin için çok önemli" diyor. "Anadolu’da görev yapanlar bilir. İlk vardığınızda herkes size hoş geldine gelir. Ayrılırken de mutlaka sizi yemeğe götürürler" diyor. Biz yemeğe götüremedik ama bu naçiz töreni kabul ediniz.
Daha sonra bir başka doktor geliyor. Konuşması her ne kadar İstanbul ağzına yaklaşmışsa da hala Kıbrıs ağzı ile konuşuyor. Cuma, bizi tanıştırıyor. Yrd. Doç. Dr Güren Dellaloğlu. Kıbrıslı diyor. Ve benim de Kıbrıs’tan geldiğimi, Güneş gazetesinde yazdığımı söylüyor.
Dr. Dellaloğlu, ilk önce trafiği soruyor. hala kazaların yoğun bir şekilde olup olmadığını merak ediyor. Yollardaki kamera sisteminin başlayıp başlamadığını soruyor. Ben de gerekli bilgileri veriyorum. Kendisi .nternetten Kıbrıs gündemini takip ettiğini söylüyor. Güneş Gazetesinin internette olmadığını, bu yüzden okuyamadıklarını söylüyor. Çalışmalar yapıldığını kısa bir süre içinde internette bulabileceğini söylüyorum.
Artık, İster istemez konu Kıbrıs oluyor. Kıbrıs hakkında diğer doktorlar da düşüncelerini aktarıyorlar. Hatta biri askerliğini Girne’de yapmış. Pek de memnun ayrılmadım diyor. Başka biri de "Normaldir. Kim askerliğini yaptığı yerden memnun ayrılmış ki?" diyor. Gülüyoruz.
Dr Cuma beni bir doktora gösteriyor. Bu arada film de çekiliyor. Korkulacak bir durum olmadığını öğreniyoruz. Bu da beni sevindiriyor.
Akşam olmak üzere. Hastaneden Dr Cuma ile birlikte çıkıyoruz. Beni Mecidiyeköy’e kadar özel arabasıyla getiriyor. Burada Kadıköy otobüslerine biniyorum.
İstanbul’un güzelliklerini seyrede seyrede gidiyorum. İstanbul’da gün batmak üzere. Boğaz Köprüsü’nün üzerinden geçiyorum. Boğaz altın gibi parlıyor. Sanki güneşten yanmış da alevler almış gibi.
Bu İstanbul’da son günüm. Yarın erkenden ayrılacağım. İstanbul’un bütün güzelliklerini geride bırakacağım. Kim bilir bir daha ne zaman ayak basarım? Kısmet.
Artık tatil yavaş yavaş bitmeye başladı. Son durağımız Bursa. yarından itibaren Bursa’da olacağım.
Bir Osmanlı yadigarı olan tarihi, Yeşil Bursa’yı da dilim döndüğünce, elim yazdığınca sizlere anlatmaya çalışacağım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.