- 655 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
437 – CİNAYET
Onur BİLGE
Altıparmak’ta bir faaliyet! Birkaç gün önce baktım ki trafik tıkanmış, yerler kazılmış… İnsanlar toplanmış. Polisler falan… Asfalt yarılmış, iki tarafına taş toprak yığılmış. Caddenin yarı yeri kapanmış. İşçiler çalışıyor. Ayaklarındaki çizmeler çamur, ellerindeki kırmızı eldivenler koyu gri, pislik içinde… Yolun altından geçen kocaman kara kanalizasyon boruları ortaya çıkmış. Açık yerinden alan sular yer yer göllemiş, uçları bükülerek çengel haline getirilen inşaat demirleriyle boruların içinden çıkarılan balçık haline alan kararmış atıklar kazılan hendek boyunca hafriyatın iki yanına atılmış, mahalleyi berbat bir koku sarmış! Gelen geçen, seyreden herkes burnunu tıkamış eliyle ya da mendiliyle.
Oralar bir süre öylece kaldı. Koku her yeri aldı. Trafik, pislik ona keza… Merak ettik bu iş neden bu kadar sürdü diye. Ne olduğunu sorduk soruşturduk da nihayet sebebini öğrendik. Keşke sormasaydık da öğrenmeseydik!..
Her koyun kendi bacağından asılır derler. Derler de kokusu yedi mahalleyi sarar ama diye de ilave ederler. Olan koyuna olurmuş ama oradaki oyun farklı olduğu için koyun asılmamış bacağından, kolundan tutulup götürülmüş. Oyunun oyununa koyunun koynunda büyümesi gereken her şeyden habersiz, henüz bebek bile olamamış ama kocaman kalbi tık tık atmakta olan, o en emniyetli, insan vücudunun en korunaklı yerinde bulunan, yerinden ne şekilde sökülüp çıkarıldıysa çıkarılıp atılan masum bir insan yavrusu gelmiş. Koyun da koynunda beslediği yılanın oyununa gelmiş. Sonunda iş bu raddeye, cadde de bu hale gelmiş!
Bizim okulun yanındaki apartmanın ikinci katında oturan kadının biri gayrimeşru bebeğini ya düşürüp tuvalete atmış ya da oraya düşürmüş, giderler tıkanmış. Bunun üzerine o adamları getirmişler. Onlar da logarları açmışlar ama o arada oradaki tıkanıklığı yapanın bir cenin olduğunu görmüşler. İş büyümüş. Karakola, savcılığa intikal etmiş. İş büyümüş de büyümüş!
Konuya komşuya, bakkala çakala sorulmuş. Sonunda ceninin kime ait olduğu anlaşılmış. Kadın önce inkâr etmiş. Doğru olup olmadığından emin olmak için polisler çevreden bilgi toplamışlar. Kadının bir süre önce alışveriş ettiği bakkal ve eczacı, düşüğün ona ait olabileceğine kanaat getirilmesine sebep olacak şeyler söylemişler. Bakkaldan, âdeti olmadığı halde çok miktarda tuvalet kâğıdı ve benzeri şeyler, eczaneden de pamuk, antiseptik, ağrıkesici gibi şeyler aldığı öğrenilmiş. Halsiz ve hasta gibi göründüğü, endişeli ve telaşlı olduğunun fark edildiği söylenmiş. Hamile olduğu biliniyormuş. Üstüne gidildiğinde hep itiraz etmiş ama iş ciddiye binince eli kolu iki yanına düşmüş. Hastaneye muayeneye göndermişler. Kısa süre önce düşük veya doğum yapmış olduğu anlaşılmış.
Olayın nedeni araştırılmış. Kadının, bir yıla yakın bir süredir orada oturmakta olduğu, birisiyle beraber yaşadığı, birkaç ay önce de onun tarafından terk edildiği anlaşılmış. Oturduğu dairenin kirasını bile ödeyemeyecek haldeymiş. Çoktandır işsizmiş. Hiçbir yerden geliri yokmuş. Yoksulluk ve toplum baskısı onu bu canice suça sürüklemiş. Cinayetin hiçbir haklı sebebi olamaz! İşte o, suçu sabitleninceye kadar masum sayılan kadın, annelik gibi çok yüce bir makama gelecekken o nedenlerle canavarlaşarak elini kana bulamış! Kendi içinden… Üç karanlık içinden… Bu nedenler ve niçinden… Hem de canının içini, canının içinden… Söküp çıkarmış!.. Çıkarıp atmış!.. Atmış vakitli ya da vakitsiz... Düşürmüş ya da doğurmuş, kesmiş ya da boğmuş... Orası meçhul..
Çıkarmış da çıkarabilmiş mi acaba vicdanının sağlam kalan diyelim ki küçücük, minicik bir yerinden? Çıkarıp atmış da atabilmiş mi acaba aklından fikrinden? Atabilmiş de kalkabilmiş mi hayatının en büyük, en elim vakası olarak kayda geçen ve altına kanla imza atan bu cinayetin sorumluluğunun altından? Burada birkaç yıl yer, çıkar. Yer, yer insanı, vakti gelince… Yerde sorulur ince ince… İki melek gelir, narince… İki melek, ince ince… İnce ince sorarlar, iyice… İyice bir şeyler varsa sağa yığarlar, diğerlerini sola… Dilerim ki akıbeti hayrola!..
Sorarlar inceden inceye… Kıyamet anı gelinceye kadar, iyice…
Kabir de bir kanal, neticede… Asfaltın yarıldığı gibi yarılır yer. Çıkanlar iki tarafa atılır, kürek kürek… Bir yürek nasıl büyüyordu bir zamanlar bir yerde… O en emin, en korunaklı, sıcacık yerde… Bir yürek basıl da kocamandı, bedenine oranla! Nasıl da kocamandı! Bedenden dışarıdaydı sanki. Dışarıda içi kan dolu… Dışarıda tık tık… Damar damar, nabız nabız… Bir vakitler atmaktaydı ve nasıl durdu? Nasıl durduruldu? Ne gibi geçerli bir sebeple?
Sıcacık yerinden sökülerek çıkarıldı kan revan… Buz gibi yere atıldı alacanlı! Alacaklı gitti gitti, gittiği yere… O pis mi pis logarların içine… Hem de özbeöz annesinin eliyle…
Her insana sorulur, eliyle işledikleri… Haram mı helal mi dişledikleri… Sorulur da vurulur da orada. Orada kapkara balçık içinde… Orada kapkara balçığa bulanmış halde bulunmuş masum sana ne yapmıştı diye!..
Kadın masum, suçu kesinleşene kadar… Masum götürülür, bir yere, bir yerlere… Kader denir ya bir de… Götürülür, kaderinin aslında kendisinin götürdüğü yere. Yapmak istemiş ya da istememiş, yapmış ya da yapmamış, şayet yapmışsa, yapmış bir kere!
Bir yerlerde sorgularlar, kapatırlar bir yere. Yatacak yer verirler. Üç öğün yemek yer, su içer. Hastalanırsa muayene olur, ilaç alır. Ekmek elden su gölden… Kira derdi yok, geçim derdi yok! Yan gel yat! Yat bakalım birkaç yıl… Sayılı gün tez biter.
Asmazlar, kesmezler ya… Vurmazlar yakmazlar, dağlamazlar ya… Etinden et kesmezler ya yani neticede… Yeryüzünde kanun var kitap var, sorgu var hitap var da ince ince… Böyle haince işlenen cinayetin hesabı ince ince verilir, kara yere girilince… Hem de sûr üfürülünceye kadar! Sûr üfürülünceye…
Neler konuşmuştuk o günkü toplantıda Viranede? Hani Ahmet anlatmıştı da Define dayanamamıştı gerisini dinlemeye… İnlemeye başlamıştı ya: “Ay!.. Yeter artık Ahmet! Anlatma artık daha fazla dayanamıyorum!.. diye…
Neticede bir çatı altındaydı Ahmet. Elin elindeydi ama dayısının gözetiminde nihayetinde… Zar zor da olsa bir lokma bir şeyler bulup yiyebiliyordu, okula gidip gelebiliyor, dişiyle tırnağıyla bir yerlere gelmek için geleceğe doğru bakabiliyor, ufka yönelebiliyordu bir şekilde…
Ya cenin? Ya ceninler? Daha doğmadan o üç karanlık ardındaki en güvenli yerinden sökülüp çıkarılmak suretiyle yerinden edilen, yerin edilen ceninler… Onlar kerpetenlerle sökülmüş yarı kanlı dişler gibi… Onlar yarı canlı… Onlar neşterlerle doğranarak, paramparça… Onlar… Onlar…
Define, bu yaşına gelmiş, hâlâ hesabını sormaktaydı anasına, henüz üç günlük bebekken, halen saklamakta olduğunu söylediği itinayla nakışlanan beyaz patiskadan yapılma kundak içinde, ana olamayan, onun için yıllarca yanan, doktor doktor çözüm arayan, ‘kısır’ diye damgalanan, onun için zaman zaman hor görülen, aşağılanan, evlat olsun da varsın başkasının doğurduğu oldun diyerek ta İstanbullardan kalkıp Karadeniz’in bilmem hangi yerine kadar giden bir kadının şefkatli ellerine teslim edilmesinin… İstenmemenin, istenmeyen evlat olmanın acısı içine işlemişti! Etini geçmiş, kemiğine sinmişti.
“Ölsem de, mezarımda ot bitse de bitmeyecek kederim benim! Ben vazgeçsem bile, davacı olur bu çok çekmiş bedenim! Dilimden çıksa da çıkmaz bu dert iliğimden kemiğinden benim! Vursalar da vurmasalar da, yaksalar da yakmasalar da anamdan babamdan şikâyet eder, feryat figan eder cümle hücrelerim!..” diyordu. Diyordu ve diyordu… Bitirmek bilmiyordu. Aslında ders veriyordu bizlere. Cinayetler, işlenmeden engellensin diye.
“Allah bunca insan yaratmış, yarattığı her varlığa sahip çıkmış. Yeryüzündekileri, yeraltındakileri, havadakileri sudakileri yedirir içirir, besler büyütür ya da dünyaya getirttirdiklerine beslettirir büyüttürür. Her canlı, seve seve ve kontrollü bir şekilde o görevi elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışır. Büyütene veya ölene kadar gereken fedakârlığı esirgemez, yeri geldiğinde yaşama hakkına kadar tüm haklarından feragat edebilir, onun yaşamını sürdürebilmesi için.
Yaratan yarattıklarına, yavrularına karşı görevlerini harfiyen yerine getirmeleri için vicdan merhamet vermiş ki onlara gönüllü baksınlar, karşılıksız hizmet etsinler, şefkatle sarsınlar, itinayla korusunlar. Bazı insanlar da kendi çıkarları ya da bahane ettikleri bir takım sorunlar nedeniyle, vicdanlarının kendilerini uyarması için duyarlı olan sivri yerlerini kesmiş, keskin yerlerini törpülemiş, bahşedilen o güzelim duyguları köreltmeyi başarabilmiş, duyarsız, acımasız hale gelmiş. Merhamet ve şefkat gibi insanca duygularını gaddarlığa dönüştürmüş. O kötü ve vahşi arzularını frenlemeye gayret etmek şurda dursun, inadına arttırarak kendisini canavarlaştırmış! Her insan suretindeki varlık insan değildir! Hayvan da değildir, cin de şeytan da… Çok daha aşağı bambaşka bir yaratıktır!”
“Öyle deme dede ya! Cennet anaların ayaklarının altındadır!”
“Hangi cennet, Orçun! Hangi anaların ayaklarının altında? O yavrularını şu veya bu nedenle oraya buraya atıveren, ona buna satan ya da veriveren ana demeye bin şahit isteyen anne müsveddelerinin ayakların altında mı? Cennet o kadar ucuz mu! Bakalım onlar kendilerini cehennemden kurtarabilecekler mi! Anaların ayaklarının altındaymış! Pöh! Ben de inandım!”
“Ne olursa olsun, anne annedir, dedeciğim. Neden öyle söylüyorsun? En azından dokuz ay on gün bizi karınlarında taşımışlar… Onun bir saatinin bile, attığımız bir tekmenin bile...”
“Kimi gönüllü, kimi mecburiyetten… Söyletme beni! Düşürmek için elinden geleni yapmıştır, etmiş edememiş kendi haline bırakmak zorunda kalmıştır. Ne ilaçlar içerler onlar, ne ırvasalar yaparlar, nelere başvururlar!.. Sen bilmezsin, oğlum! Karıştırma şimdi o konuları! Şimdi burda, bu kızlarımın yanında… Merak edersen anlatırım bir ara… Baş başa kaldığımızda…”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 437