- 594 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
436 – İSTENMEMEK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
Herkes mahzunlaşmıştı. Kimsesizliğin ne demek olduğunu idrak etmeye çalışıyor olmalıydılar. Ben öyleydim çünkü. Hazmedilecek gibi değildi. Hazmetmeden önce, boğaza tıkılı yumruk gibi bir şeydi. Yutmaya kalksan yutamıyorsun, çıkarmaya kalksan, elinde değil…
Yetimlik, öksüzlük başka bir şeydi. Analı babalı yetimlik, öksüzlük çok daha acıydı. Sanki atılmışlık, itilmişlik… İstenmemek… Değersiz addedilmek… Anlamaya çalışıyordum, bunun küçük bir çocuk için ne anlama geldiğini, ona neler hissettirebileceğini… Ne kadar üzeceğini, nasıl yıkacağını… Susup pusmasını, ürkmesini korkmasını, hayata küsmesini, içine kapanmasını…
Yalnız kalmak ne demekti küçük bir çocuk için? Yalnız… Bir başına… Dayanaksız… Sığınaksız… Korunaksız… Sanki akranları için olası ne kadar olumluluk varsa o kadar olumsuzluk içinde… Ne kadar iyi, güzel ve doğru varsa, tamamen aksi… O kadar kötü, çirkin, yanlış…
İki ucu kirli değnek… Hangi tarafından tutacaksın! Lime lime ilişkiler… Dibe vurmuş hayatlar… Üzüm bağda, bağ dağda… “Orda, bir ev var, uzakta… Gelmesek de gitmesek de… O ev, bizim evimizdir.” dahi diyemeyen aile bireyleri… Köşe kapmaca oynar gibi her biri bir köşede… Her biri bir köşede ama ne halde?
Ahmet bize upuzun hayat hikâyesinden sadece birkaç pasaj okudu. Bilmemizi istediği kadarını… Öğrenmemizi istediği kadarını aktardı. Buzdağının görünen kısmı bile değildi. Ya görünmeyen kısmı ne kadardı, nasıldı acaba? O küçücük yavru o dağı nasıl sırtladı!..
Yarı aç yarı tok, yorgun argın, üst baş perişan… Hamisi ne derse: “Peki!” demek zorunda… O ve aile fertleri ne emrederlerse yapmak mecburiyetinde… Bir de müşteriler var. Bir de onların memnuniyetleri… Küçücük ayaklar, yarım yırtık ayakkabılarla bir aşağı bir yukarı koştur bakalım! Olur mu akşamlar! Olur mu geceler! Gece yarılarını iple çekmek ne demek, serilip ya da büzülüp yatabilmek için!
Yaşamak ne çetin, ne kötü bir hal alır, çocuk işçiler için! Hakaretler, küfürler, itip kakmalar, dayaklar… Bütün bunlar bir lokma ekmek için… Onu verenin kölesisin! İstikbalin, onun iki dudağı arasında… Dudak yakmaya başlayan bir sigara kadar değersizsin! Her an atılmaya, ayak altında ezilerek söndürülmeye namzet…
“Öyle değil, böyle…” diyemezsin. İtiraz hakkın elinden alınmış. Hak iddia edemezsin. Gücün yok. Ad takar sahibi kölesine. Asıl adı bile kalmaz. İyi veya kötü, nasıl çağırıyorsa osun!
Hepimiz suspustuk. Gözüm Define’ye ilişti. Derin derin düşünüyordu. Yüzünde masum bir çocuk ifadesi vardı. Kaşlarını çatmış, başlangıçları kalkmış, uçları düşmüş; dudaklarını sımsıkı kapatmış, büzmüş. Ağlamaklı bir hal almış bakışları. Kocaman burnu ona ait değilmiş gibi o çocuk yüzün ortasında kalakalmış. Ortam değişince o haşmetli duruşundan eser kalmamış, komikleşmiş.
Nasıl da değişiveriyor duygu ve düşünceler! Düşüncelere göre nasıl da şekilleniveriyor hisler! Derin keder içindeyken, akla gelen muzip şeyler, kederi heder ediveriyor, gülümsetiveriyor insanı.
Bir an göz göze geldik. O sırada ben o heybetli Karadenizli burnun evveliyatını düşünüyordum. Nasıl güç yetirebildiysem, onu kaldırıp yerine küçük bir çocuk burnu uyarlıyordum. Bir aslı, bir hayalimdeki oluyordu. Pinokyo’nun burnu gibi oluyordu. Sipsivri, bir karış… Büyüyüp büyüyüp küçülüyordu. Beyin, ne oyunlar oynuyordu sahibiyle! Eksiltiyor, tamamlıyor, şaşırtıyordu.
Hayalimde canlandırdığım olay bana komik gelmişti. Bir sıcak bir soğuk etkisi… Keder içindeyken aniden gelen gülme isteği… Tam öyle bir hal içindeydim ki… Bakışlarım bakışlarına yakalanıverdi. Öylece kaldım. Tebessümüm de öylece kaldı. Fark edilmemesi için alt dudağımı ısırdım, yavaşça. Canımı acıtarak frenlemeye çalıştım kendimi. Zira gülmenin hiç de sırası değildi.
İyi ki beynimizin ekranı yok! Olsaydı, aklımızdan geçenleri, hayalimizde canlananları herkes görecekti! İyileri lehimize olacaktı da kötüleri nedeniyle başımız beladan kurtulmayacak, hiçbir dostumuz kalmayacaktı! Düşüncelerimizin ve hayallerimizin, duygularımız gibi gizlenebilmesi ne büyük bir nimet!
Dede, sandalyesinden kalkacak gibi davrandı ve öne doğru eğildi birazcık. Bir şey diyeceğinde hep öyle yapardı. Şöyle bir göz gezdirirdi, yüzlerimizde. Herkesin dinlemeye hazır olup olmadığını kontrol ederdi böylece. Uzun süre sessiz kaldıysa, hafifçe öksürür gibi yaparak boğazını temizler, yutkunur, sonra derin bir nefes alarak tirat okur gibi başlardı konuşmaya. Yine öyle yaptı. Yani öksürür gibi… Yutkundu ve ağzından aldığı derin nefesi burun deliklerini şişirerek çıkardı. Burnundan soluduğunu söyleyemiyorum. Burnundan solumak, çok kızmak demek… O kızdığından değil, derdi depreştiği için öyle yapmış ki sağ elini yumruk yapıp masaya hafifçe vurarak, sonra açıp parmaklarını, elini kolunu da anlatımına katarak:
“Ben de kimsesizdim aslında. Benim de öz annem babam yoktu. Baba dediğim adam ben evlenmeden önce öldü. Zaten öz babamın kim olduğunu hiç öğrenemedim. Annem olacak kadın henüz dört günlükken vermiş beni onlara. Onu da yoktan say! El ele ne kadar ana baba olur!” dedi. Sonra arkasına yaslandı tekrar. Yalnızlığının ifadesi miydi geri çekilişi? Son duvara dayanmış gibiydi.
“Sizin olsun dünya! Siz yaşayın hayatınız doya doya… Öyle ya… Bir can getirmediniz dünyaya… Bir insan gatirmediniz! Kedi yavrusu kadar bile değerli değildim ya… Köpek yavrusu kadar… Kediler köpekler bile; elleri yok, kolları yok, ağızlarında taşıyorlar yavrularını, bırakmıyorlar. Balıklar, ağızlarının içinde… Günlerce hiçbir şey yemeden duruyorlar, yavruları için. Açlığa tahammül ediyorlar. Bıraktınız beni bir başıma! Ben baktım başının çaresine! Baktım işte bir şekilde! Bir başına ne kadar ne olunabiliyorsa oldum, ne bulunabiliyorsa buldum bu hayatta. Buldum başımın belasını! Onun için böyle oldum ya!” mı demek istiyordu?
Bazen davranışlarıyla anlatıyordu duygularını. Düşüncelerini mimikleriyle… Susuşuyla anlatıyordu, konuşarak anlatmayı beceremeyeceklerini. Belki de anlatamayacağından değildi susuşu. Kısa yolu tercih etmiş olmasındandı.
Yine suskunluğuna gömülmeyi yeğlemişti. Ancak kendisinden bahsetmesi hoşumuza gidiyordu. Onu sayfa sayfa açıp okumak… Ne enteresan bir adamdı! Meraklandırıcı. sürükleyici, akıcı bir roman… Hem hızlı hızlı okumak istiyorduk, bir solukta bitirivermek hem de yarılamak bile istemiyorduk. Soğuk kış gecelerinde içimizi bir parça ısıtmak için aldığımız bir bardak bol şekerli demli sıcak çay gibiydi, bitivermesin diye yavaş yavaş yudumluyorduk.
Hiç bilmediğimiz bir ülkeydi o, bir tesadüf eseri keşfettiğimiz. Ne güzel bir tesadüftü! Koca bir ülkeydi o. Koca bir kıta… Öyle yüzerek ya da kayıkla falan etrafını dolanamayacağımız kadar büyüktü. Her tarafını yaya ya da paytonla falan gezip görebileceğimiz küçük bir ada değil. Ülke ülke, şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy gezilesi, ince ince incelenesi… Her bir yöresi farklı güzellikteydi. Yazıyla kışıyla… Güneşiyle ateşiyle, yağmuruyla yaşıyla, karıyla buzuyla… Acısıyla kederiyle, şekeriyle tuzuyla…
Öyle bir ülkeydi ki hayatının her dönemi, her yöresinde farklı iklim, farklı bitki örtüsü, farklı kıyafet, farklı ağız veya şive… Her insan öyleydi belki ama onun başka bir özelliği, bambaşka bir güzelliği vardı. O güzellik ilgiydi, sevgiydi, aşktı! O özellik, sevgiyi ve aşkı, kimsenin yaşayamayacağı boyutta yaşamış olduğundandı. Onu cazip hale getiren, aşkı derinlemesine yaşamasının yanı sıra, en mükemmel şekilde, şiir gibi anlatabilmesiydi. Onun için ağzının içine bakıyorduk. Onun için onu pürdikkat, ağzımız bir karış açık dinliyorduk.
O bize sevgiyi öğretiyordu. Sevgiyi, ilgiyi… Aşkı öğretiyordu o bize! Aşkı, üç boyutuyla… Aşkı, görünmeyen diğer birçok boyutuyla… Dut ağacı gibiydi aşk. Kendinden büyük kısmı, görünmeyen kısmıydı. Toprağın altında kalan… Kalan ve tüm toprağı yalayıp yutan… Toprağı dal edip kök edip her yere uzanan, ulaşan, her tarafı saran… Kökleri gövdesinden, kökleri dallarından çok daha kalın ve canlı olan… Budandıkça fışkıran… Budandıkça daha büyük dal budak salan… Daha güçlü fışkınlar, daha büyük yapraklar veren… Yerden emdiğini ballı meyveler ederek geriye veren, selsebil yere seren…
Sevgi dut ağacı kadar güzeldi, ilgi yaprakları kadar… Aşk meyvesi kadar tatlıydı.
Dutlar yapraklanınca başlardı, Antalya’da bahar. Mimozalar açınca…
İnsan sevince sevinç dolar, neşe saçar etrafına… Sevildiğini hissedince çiğdem çiçek bahar gelir dünyasına. Canına can gelir, ruhuna huzur…
Aşk, karşılıklı olsa da olmasa da, abıhayat sunsa da kan kustursa da dünyanın en eşsiz, en erişilmez, en değişilmez, en değerli ve en güzel duygusudur!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 436
YORUMLAR
Bir çocuğun ailesi tarafından istenmemesi nasıl bir duygudur hissetmeye çalıştım. Bana kötü gibi gelmedi niyeyse. Maceralı bir hayatım olurdu mesela. Yetimhaneye bırakmışlarsa daha iyi; annemi kaybetme korkum da olmayacaktı. Bence terkedilmek iyidir, hafifletir de bunun kıymetini ilerleyen zamanlarda anlar insan.
Aşka dünyanın en güzel duygusu diyebilirdim; anne oluncaya kadar.
Çok keyifli sizi okumak. Deniz Tayanç'ın da dedi gibi "Türkçe"
Çok sevgilerimle.
Bir çocuğun ailesi tarafından istenmemesi nasıl bir duygudur hissetmeye çalıştım. Bana kötü gibi gelmedi niyeyse. Maceralı bir hayatım olurdu mesela. Yetimhaneye bırakmışlarsa daha iyi; annemi kaybetme korkum da olmayacaktı. Bence terkedilmek iyidir, hafifletir de bunun kıymetini ilerleyen zamanlarda anlar insan.
Aşka dünyanın en güzel duygusu diyebilirdim; anne oluncaya kadar.
Çok keyifli sizi okumak. Deniz Tayanç'ın da dedi gibi "Türkçe"
Çok sevgilerimle.