Sarhoş Tanrılar-4(Son)
Hayatı hikâyeleşmiş adamlar hayatlarından bahsetmemeliydi. Herkesin kaldırabileceği kaldırsa bile inanacağı şeyler yaşamazlar sonuçta. Hatta bu kadarı bizim için bile fazla fantastikti doğru, ama şaşırtıcı düzeyde yaşama ihtimalimizin olmadığı bir durum da değildi. Sonuçta bizim için metafizik, günümüz teknolojisinin getirilerinin bin yıl evvel ki bir dünyada nasıl bir sihir olduğu düşüncesini içerir ve metafizik imgelere yalnızca fiziğin anlayamadığımız boyutu olarak bakardık. Buradan bir hikaye çıksa da okunulabilme ihtimali düşüktü, fakat geceye başlarken bana lazım olan hikâye bu âlemde gerçekleşiyordu. B ile edindiğimiz bu tecrübe hayat boyu gerçekliğimizi sınamak için birbirimize ihtiyaç duymamızı sağlayacaktı benim gözümde.
Aklımdan bu yaşadığımız gece için Allah’a şükranlarımı sunarken, odaları incelemeye devam ettim. Sanki inceledikçe odaların arasında ki kalite farkı giderek açılıyordu. Üç parçaya ayrılmış odanın benim kapıma bakan tarafı sanki bir gece kondunun içini andırıyordu. İçinde parlayan birkaç cisim vardı ve onları benim bir parçam gibi hissediyordum. Bulundukları yerlerin etrafı öylesine karanlık ve duvarların rutubetiyle yeşile boyanmıştı ki, onların olduğu yere gitmek istemiyordum. Odanın bana ait olan tarafında bir de sürekli sesler vardı, birbirine bağırıp çağıran erkeklerin ve kadınların sesi çığlık atan çocuk seslerine karışıyordu. Bebekler ağlıyordu. Rahatsızlık hissim o tarafta durdukça arttı. Ama bana ait olan o parçaları almak zorunda hissettim kendimi. Gözlerimi kapattım ve almak için adım attım normalden daha fazla tırmalandı kulaklarım. Seslerin şiddeti ve ürperticiliği arttı daha fazla ilerleyemezdim.
B’nin odasının bulunduğu tarafa geçtim. Ben diğer taraftayken onun odasının her bir yanını da yılanlar sarmıştı yeniden. Hayvanlardan ve böceklerden genel olarak korkmasam da yılanlar beni hep rahatsız ederdi. Onun odasında her şey son derece şık tasarlanmıştı. Yiyecekler ve içecekler son derece göz kamaştırıcıydı. Kaşıklar, biblolar ve diğer her şey altından imal edilmiş olmalıydı. Ama yılanlar, yılanlar her şeye engeldi. Bir yılan dikkatimi çekti. Diğerlerinden daha sanatsal bir duruşu vardı, yakından bakmak için adım attığımda kaçtıklarını gördüm. Diğer yılanların da üstüne gittim. Hepsi, tüm yılanlar ben olduğum sürece kaçıyorlardı.
Önce yemek yedik ve bir parça renkli sulardan içtik. Sanki daha iyisini içmemiş ve yememiştik. Hiçbir şey konuşmadık onunla çünkü ikimiz de bir parça şaşkınlık yaşıyorduk. Ama eminim ki B’de benim gibi hayatının en iyi sohbetini yapmışçasına hafifliyordu her an. Yazılacak bir sürü kelime geldi aklıma. O da telefonumun yanımda olup olmadığını sordu, çok güzel bir kare yakalamıştı odada, bunu sahneye aktarmak istiyordu. Hiç bahsetmedim aslında B’de hayat boyu film çekmek istemiştir. Kim bilir belki de yazarlığımla ilgilenme sebebi de buydu. Telefonum yanımdaydı ama kamerası açılmıyordu. Onun telefonu içinde bu geçerliydi. Durum, yani olması gerekenin olması gerektiği gibi oluşu bir romanın yahut hikâyenin bir parçasını yaşadığımızdan artık şüphe duymamama sebep olmuştu. Düşüncelerden sıyrıldıktan sonra aklıma bir fikir geldi, B’ye açtım; Ben onun tarafında hükmedebiliyordum. Onun yılanları benden korkuyordu. Benim tarafımın çığlıkları ve karanlık dokusu da onunla değişebilirdi öyleyse.
Bana ait olan eşyaları getirip getiremeyeceğini sordum. Gitti ve hiç zorluk çekmeden getirdi. O eşyalar bana geçtiğinde onun odasından bir yılan sürüne sürüne geldi ve ayağıma tırmandı. Korkudan yerimden kıpırdayamadım. Omzuma kadar çıktı ve orada çöreklendi. Onu atmak için hamle yapacakken “F hayır” dedi B. “neden” diyebildim. “parçalar bende yılan sende kalacak ben bu oyunu anlıyorum” dedi ve bana ait olan üstünde beli belirsiz cümleler olan ahşap kutuları elimden aldı.
Eşyaları aldığında onun tarafında ilerlemeye başladık. Duvarda yazılar oluşuyordu. Oluşan cümleler daha doğrusu dizeler bana aitti. Kendi tarafıma geçtim, benzer bir şeyler aradım bulamadım. B yanıma geldi ve altından bir yazı belirdi “birimiz iyi olsak yeter” bu cümle B’nin bana söylediği bir cümleydi, hemen altında bir kapı beliriverdi. Kapıyı açmaya çalıştığımda kilitliydi. İkimiz beraber yüklendik ve onun tarafında da bir kapı beliriverdi. Donup kaldı yeniden. Bu sefer ben devraldım kontrolü ve “kendi kapına geç” dedim. Kendi kapısının kulpunu tuttu ve ikimiz beraber aşağı ittik. İki kapıda aynı anda açılıverdi. Cebimde bir cisim hissettim kapı açılınca. Elimi cebime attım ve çıkarttığımda beyaz mücevherin cebimde olduğunu gördüm. Onun elinde de bir parça vardı ben göremedim.
İki kapının da baktığı açıklık filmlerde ki cenneti andıran o bembeyaz sahnelerden başka bir şey değildi. Birbirimize baktık. B dudaklarını sıkmış ve mecbur gibi bir hareket yapıyordu. İkimizde adımlarımızı attık. Ben önce bir boşluktan aşağı düştüm. Canım çok acıyordu. B ise kararlı adımlarla içinde kadın olan bir odada yürüyordu. Bana bakmıyordu, beni görmemiş olmalıydı yoksa paniğe kapılırdı muhakkak. Düştüğüm yer Küçücük bir odaydı ve bir anda yükselmeye başladı ve şimdi az önce olduğu gibi onun odasıyla benim odam ve arasında ki uçurumla birbirimizi görebileceğimiz eski şekline gelmişti.
Yeniden odalarımızı birleştiren taşı aradım. Ortada taş yoktu bu sefer. İçim daraldı. Hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim kendimi. Kadına dikkat kesildim M idi. Evet onun müstakbel karısıydı, kadın. Onunla oturuyorlardı, yemek yediler. Sahneler git gide hızlandı. Düğünleri oldu, onları tebrik ederken kendimi izledim. Masasında yazılar yazdı B. Babasının okulunda ders anlattı. Hamile kaldı M ve mutluluktan ağladı B. Sonra bu seferde bebeklerini severken kendimi izledim. Mahkeme salonuna dönüştü oda, avukatlık yaptı B. Bir amfide ders anlattı. Öğrencileriyle kaynaştı. Kitap yazdı. Çok kısa olsa da kendimi onun yanında gördüm ara ara. Film çekti galasında ordaydım. Tekrar hamile kaldı M ve B beni arayıp bir şeyler sordu. Çocuklarını büyüttü. Profesör unvanını aldı. Bir üniversite de ana bilim dalı başkanlığı yaptı. Şakakları beyazladı yavaş yavaş. Cenazesi oldu, hüngür hüngür ağlıyordu. Oradaydım. Omzuma yasladı başını küçük çocuklarmışız gibi saçlarını sıvazladım. Çocuğunu evlendirdi, oradaydım. Kırmızı bir halıda yürüyordu bu sefer, daha kalabalıktı ortam, kendimi gördüm yanında. Konuşma yapmak için mikrofona çıktım. Odanın şekli sürekli değişti. Tatil köyüne döndü kimi zaman. Keyfi yerindeydi. Ama kırışıkları artık gençliğinden eser bırakmamıştı. Huysuzlandı yaşlandıkça, her şeye kızıyordu. Kimse kalmadı etrafında zaman içinde. Kaç cenaze gömdü hızla akan odada kim bilir. En son bir akşamüstü uzunca oturdu benim ve onun ölmeyi unutmuş cesetlerimiz. Ağlamaya başladım onun odasında. Yaşlı gözlerimle odasından bana ait birkaç parça eşya aldım ve onun mezarına gittim.
Manzaraya içim daha fazla el vermedi gözlerimi kendi odama çevirdim. Kırıkkale’deki odamdan başka bir şey değildi. Masanın üstünde ki sayfalara takıldı gözlerim. Sayfaları kurcaladıkça, benim yazılarım olduğunu fark ettim. En son sayfayı açtım bir not vardı: “Ya bir romanda yaşatılacaktın, ya da bir romanı yaşayacaktın. Ya bir yazarın kalemini kölen edecektin, ya o yazarın kölesi olacaktın..” Bu cümleleri hatırlamamam mümkün değildi ama durumla ilgisini anlayamadım. Yalnızca bir kişi okumuştu ve okuduğu sayfalar bu sayfalarda değildi. Benimkisi de laf, sanki yaşadığımız şeyler çok normaldi de bunu düşünüyordum.
Son sayfa turuncu mücevhere dönüştü elimden bıraktığımda. Bir şekilde B’nin geleceğini izlemiştim. Tanrı bana onun hayatından asla uzak olmayacağımı göstererek bana lütufta bulunuyordu. Bu çok saçmaydı. Bunu yapması için hiçbir sebep yoktu. Bu bireysel ikram niteliği taşıyordu ki beni hep rahatsız ederdi. Füme mücevhere takıldı aklım. Aklım takıldığı anda tamda olması gerektiği zamanda yani kapım açıldı ve dışarı çıktım hemen.
B de oradaydı. İkimizde loş bir ortamda tamamı kahverengi deriyle kaplı mobilyalar ve kahverenginin tonlarında motiflerle dolu son odaya bakıyorduk. Dolma kalemin kâğıt üzerinde çıkarttığı sesi her yerden tanırım. Arkası bize dönük sandalye de birisi oturuyor olmalıydı. Bir parça daha izleyerek af edersiniz deme ihtiyacı duydum ve kalemin sesi durdu. Adam yavaşça arkasını döndü. Koltuğunda iyice geriye yaslandı. Bize bakıp gülümsüyordu. “Sadece sarhoşsunuz” dedi. “Ama sensin” dedim. Gülümsedi.
Yaşadığımız tecrübenin üstüne sadece sarhoş muyduk? Evet, sarhoştuk bu doğru ama iki kişinin gördüğü de rüya değildir. Ya B görmüyorsa diye düşündüm. Gözlerimi açmaya çalıştıkça zaten açık olanın açılamayacağını fark ediyordum. Bir yazarın en zor anıdır neyin gerçek neyin ürün olduğunu anlayamadığı an. Zaten yazmak komplesinden gerçekliğini yitirttirirken yazara bir de sarhoşluk ve bu cümleler, kendimden şüphe ettim. Basit bir rüyanın içinde olamazdım. Kalitesiz bir hikâyenin rüyasını bu kadar gerçek yaşamak vakit israfıydı.
Sandalyede arkasını dönen adam konuşmaya devam etti “Ben bir yazarım. Mistik diye adlandırdığınız yeteneklerle beraber, yarı tanrı bile sayılabilirim. Oyunumu beğendiniz mi? Bir kedinin alkol almasına şaşırmamanızı anlıyorum ama o kadar içmiş bir kedinin sarhoş olacağını hiç düşünemediniz mi? Z gel” dedi yazar. Demin bizimle beraber masada içen kedi bir çırpıda masaya sıçrayıverdi. Yazar kediyi bir müddet sevdi. “Oyunlar, Agah, Nizeral ve şimdi de Alem-i Tarid he, hiç bıkmayacak mısın F dünya yaratmaktan. Var olanın neresi seni rahatsız ediyor? B’siz olmaktan korkuyorsun. İkinci odada gördüklerini hatırlıyor musun? Sen B’nin hayatını izlerken o da senin hayatını izliyordu. Hayatında neler olacağını anlatmasını ister misin sana? Oysa bugün ne kadar arzuladın geleceğini garantiye almayı. İstemezsin, tüm merakına rağmen sen geleceğini bilmeyi istemezsin. Durmuş birde tanrıya bırakmak yerine kurgular yapıyorsun hayatında. Hikâyecisin sen. Yalnızca hikâyelerini kurgularsın. Geriye kalanını sana Allah sunar. İnandığın buydu hani. Tekrar soruyorum B’nin seninle ilgili ne gördüğünü bilmek ister misin? Tabi ki istemezsin. Kendini yazar olarak görüp de nasıl hikâyeyi anlayamazsın? Kaderinizi bu kadar olasılıksız ve mucizevi yazan yazar, gerçekten de son yaz tatilinden sonra yollarınızı kesiştirmeyecek miydi? Evet, sizin oldukça ilginç bir hikâyeniz var ve sizin asla kaleme alamayacağınız derece de içine batmış durumdasınız. Ama bir hikâyenin içinde ikinizi düşünmek ne kadar ilgin olurdu değil mi? Rastgele figüranlar olarak girmediniz birbirinizin hayatnına, gelişiminiz ve paylaşımınız hatta uyumunuz, söylesenize kaç kez kavga ettiniz? Sadece bir kez, bu hikâyenin sonunun sadece ayrıldık bitti ile biteceğini mi düşünüyordun?” diyerek benim de tam olarak ne ifade ettiğini anlayamadığım biçimde ki cümlelerle beni azarladı yazar.
B bir anda sessizliğe tecavüz edercesine “füme mücevher nerede” dedi. Yazar alaycı alaycı baktı B’nin yüzüne ve “diğer iki mücevherin ne işe yaradığını biliyorsun da mı füme mücevheri soruyorsun” dedi. B şaşkın bir biçimde olayların hiç birisine bir anlam veremeden bir müddet yazara baktı ve bana dönüp “bu kim ya?” diye sordu. Sormasıyla yazar kayboldu.
B’nin yüzüne şaşkın şaşkın baktım. Önümüzde bir kapı daha açıldı kapıdan çıktık ve girdiğimiz ilk kapıdaydık. Kapının yapısı değişmişti. Sokakta yürüdük, hiç konuşmadık bir müddet sonra B bana dönüp “Sırada ki hikâyen Tanrı olsun” dedi. Bende ona sırada ki hikâyemin Kadıköy’le ilgili olduğunu söyledim. “ikisini birleştir o zaman ve bizi de koy içine” dedi. Gülümsedim, denizin kokusunu tadıyordum dilimde. Kolumdan sıkıca kavrayıp yolun ortasında durdurdu beni B. “Unuttum sanma ‘ama sensin’ dedin adama kimdi o ve bu mücevherler ne işe yarıyor bana söyle” dedi. Kolumu kurtardım dar sokakta adımlamaya devam ettim. Durduğu yerde durmuş ve arkamdan beni seyrediyordu bağırarak “yazar kim mi? Bu merak beni ölene dek kovalamanı sağlayacak, söyleyemem” dedim. Arkamdan koştu ve enseme bir şaplak attı. “lan oğlum, söylesene kim şu yazar” dedi kolunu omzuma dolayarak. Asla bilemeyeceği şey yazarın kim olduğu değildi. Yazarı tanımıyor olmamdı. O an geleceği kurtarmalıydım…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.