- 398 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
430 – RİYA
Onur BİLGE
Define’nin: “Kalleş!..” diyerek yumruğunu masaya vurmasıyla Serap’ın kapıda görünmesi bir oldu! Hikâyenin en heyecanlı yerinde ufukta beliren bu davetsiz misafirin gelişi, hayra yorulacağa benzemiyordu. Yüzünün ifadesine bakılırsa, önemli bir sorun olduğunu anlamak hiç de zor değildi. Hepimizi birden selamladı. Hepimiz bir şeyler söyleyerek, gelişinden memnuniyet duymuş gibi yaptık. Misafir, misafiri istemezmiş, ev sahibi hiçbirini… Ev sahibi de bizden farklı değildi. Çünkü ilk fark edişinde yüzünü ekşitmişti. Bir anlık bir ifade değişikliğiydi. Diğerlerince fark edildi mi bilmiyorum ama olayların çoğunu kaydettiğim için sürekli gözlem yapmakta, mimiklerden, jestlerden anlamlar çıkarmaya çalışmaktaydım. O yüzden gözümden kaçmadı. O da onu gördüğü için çok mutlu olmuşu oynadı:
“Aleykümselam, hanım kızım! Sen nerelerdeydin bunca zamandır? Gel, otur şöyle de anlat bakalım! Neyin var senin? Surat bir karış…”
“Bir şeyim yok, dedeciğim. Siz nasılsınız? Arkadaşlar, hepinizi iyi gördüm.”
“Biz iyiyiz de… Hayır mı? Akşam akşam böyle? Hasan nerde? Görüşüyor musunuz, yoksa kararlaştırdığımız gibi mi?”
“Görüşmüyoruz, dede. Kararlaştırdığımız gibi… Bir ara annem babam görüştü onunla. Onlardan ben müsaade istedim. Kararımı vermemi beklediler. Sözü uzatmanın gereği yok. Ben kararımı verdim. Bunu size söylemeye geldim. İkimizi birlikte çağırmıştınız. Onun gelmesine gerek yok. Zaten artık bir daha görmek istemiyorum. Karşılaşmak da istemiyorum.”
“Emin misin? İyice düşündün mü? Yarın pişman olmayasın?”
“Çok düşündüm ve ben kararımı verdim. Asla da dönmeyeceğim. Pişman da olmayacağım. Bundan eminim! O günden sonra, arapsaçına dönen aklımı toparlamaya çalıştım. Derslerime odaklanmaya gayret ettim. Uzun uzun düşündüm. Beraberliğimizin muhasebesini yaptım, kalbini yokladım, mantığa vurdum, nihayet böyle bir karar aldım. Olura olmaza kızan, kıskançlık krizlerine giren, kendisine güveni kalmamış bu insanla yola devam edemeyeceğimi, bunun yarar yerine tamamen zarar olacağını anladım. Artık bu konuyu bir daha açmamak kaydıyla kapatmak istiyorum.”
“Kararlaştırdığımız gibi yine burada bir araya geleceğinizi, duygu ve düşüncelerinizi söyleyeceğinizi, kesin bitirme ya da sağlıklı bir biçimde devam etme kararını birlikte alacağınızı sanıyordum. Hasan burada değil. Onunla son bir kez konuşmak, kararını kendin bildirmek istemez miydin? İki medeni insanın, böyle yapması gerekmez mi? Bireyler, beraberlik kararını nasıl birlikte alıyorlarsa, ayrılma kararını da aynı şekilde almalılar. Karar nasıl olursa olsun, anlayışla karşılanmalı. Olumsuz olduğu takdirde ısrar gereksizdir. Zorlamayla bir yere varılamaz. Feverana da lüzum yok. O da bir şey değiştirmez.”
“Değil konuşmak, bir daha onu görmek bile istemiyorum! Ben kararımı size söyledim. Lütfen siz veya arkadaşlar, artık bir şekilde iletiverirsiniz.”
“O buraya defalarca geldi, bir haber olup olmadığını sordu. Annele babanla konuştuğundan da bahsetti ama çok detaya inmedi. Bildiğim bir şey varsa, senden hiç ümidini kesmemiş olduğudur. Şimdi hayal kırıklığına uğrayacak, garibim!”
“Hiç de umurumda değil! Bunun böyle olacağını önceden düşünmeli, ona göre hareket etmeliydi. Son pişmanlık ele geçmez!”
“Ele geçmez değil, geçer de o pişmanlık bir işe yaramaz! Doğrusu: “Son pişmanlık fayda vermez.” olacak. Maalesef, kızım. Ona, karara saygı duymak kalıyor. Bize de öyle… Hepimiz bu konuda yardımcı olmaya çalıştık, dilimizin döndüğünce bir şeyler dedik, son ve geçerli olan söz, senin sözündür. Kimse kimsenin istikbali hakkında karar verme hakkına sahip değildir. Bunlar ana baba olsalar dahi… Gelecek senin geleceğin… Karar, senin bileceğin… Şimdi söyle bakalım, ne içersin?”
“Kahve, dedeciğim… Duygu! Şekerli olsun, sevgili arkadaşım.”
Fırtına gibi girdi, deprem gibi her şeyi yerle bir etti, Serap. Şimdi üstüne bir şekerli kahve söyledi. Yanında bir bardak da su gelecek. Bütün bunların üstüne bir bardak su içecek!
“Sıfıra sıfır, elde var sıfır!” dedi, İhsan.
“Ne oldu? Her şeyi sayar, hesabını tutardın ya… Vaz mı geçtin?” dedi Işıl.
“Vazgeçmedim de… Ortada bir şey kalmadı sayacak. Saygı kalmamış. Sevgi de alıp başını gitmiş. Güven zaten başından beri ortalarda değildi. Zaten bütün bu olanlar onun yokluğundan değil mi?”
İpek Hanım, onlardan da perişandı! O gün hep kendi hayatındaki olumsuzlukları anlatıp duruyordu. Deşarj olma ihtiyacı içindeydi. O kadar ki Hasan’la Serap’ın sorununu çözmeye çalışıyor gibi görünüyor, aslında onların kavgalarını, ayrılmalarını falan hiç umursamıyordu. Onun için Hasan’a söz hakkı tanımadan arka arkaya kendi sorunlarını sıraladı… İçini döktü, rahatladı… Hayır, rahatlayamadı, aslında. Çünkü o kadar doluydu ve o kadar derinden hissediyordu ki iç sıkıntısını, öyle böyle teskin olacağa benzemiyordu.
O akşam, İpek Hanım Hasan’ın masasındaydı ve güya onu yatıştıracaktı. O kadar anlattı ki kendisi hiddetlendi! Çaresizliğini haykırdı durdu. Ciddi bir şekilde tedaviye ihtiyaç duyduğu ortadaydı. Son zamanlarda kilo kaybetmeye başlamış, iğne ipliğe dönmüştü. Korkunç bir hayal kırıklığı işçindeydi. Sabrettiğini söylüyordu ama sabredemeyecek raddeye gelmiş olduğu açıkça ortadaydı. Yoksa bir öğrenciye o denli dert yanar mıydı! Aralarında olup biten her şeyi Hasan’ın avucuna yazdı! Hem de sesini alçaltmadan… “Herkes duysun!” hatta “Duymayan kalmasın!..” dercesine…
Çisem’in hayal kırıklığı, ölümüne sebep olmuştu. Nazan’ın da evliliği iyi gitmiyordu. Her karşılaşmamızda eşinden şikâyet ediyor, nokta koymak bilmiyordu. Hatalı bir karar almışlar, ceremesini çekiyorlardı. O ikisi, ayrı dünyaların insanlarıydı. Asla bir araya gelmemeleri gerekirdi. Demek ki birbirlerini yeteri kadar tanımadan evlenmişlerdi.
Zerrin Hanım’ın durumu da aynıydı. Onca yıldır evli oldukları halde mutluluğu yakalayamamışlardı. Ayrılamıyorlardı da… Çünkü ellerine bakan, sağlıklı büyümeleri ve öğrenim yapmaları gereken çocukları vardı.
Define’nin durumu ona keza… Sevmediği biriyle sırf intikam için evlenmek, o kötü duyguyla bir genç kızı kullanmak, tozpembe hayallerini yerle bir etmek, geleceğiyle oynamak… Kendisi de batmak, çocuklarını da batırmak! O zavallıların suçları neydi?
Orçun, okuldaki liderlik pozisyonunun kazandırdığı özgüvenle, fısıldaşmaları engelledi ve dedenin anlatmakta olduğu hayat hikâyesine, kaldığı yerden devam etmesini rica etti. Define:
“Kalleş!.. “ dedi. Durdu, düşündü biraz. O zamanlara gitti galiba. Birden intikal edemedi. Sonra şöyle devam etti:
“Her şeyin en iyi olduğu, sohbetin koyulduğu yerde şeytan ya en küçüğü ağlatır ya en yaşlıyı söyletirmiş. Hanım kızımız alınmasın, darılmasın gücenmesin de… İlle birisi çıkar, çağıl çağıl akan sohbetin ortasına koca bir kaya koyar, su etrafa yayılır, dağılır gider. Ha dediğinde toparlamak kolay değil ki! Gitti bir kere! Gel de konuya adapte ol bakalım, tekrar!.. O koca kayayı oradan kaldırıp atıncaya kadar canım çıkar!
Neyse, o sorun da öylece halledilmiş oldu demek. Ne yapıyorduk biz çocuklar? Geçmişi deşeliyor, hüzünler çıkarıyorduk. Sevgiden, aşktan, ayrılıktan, kinden bahsediyorduk. Aramızda söyleşiyor, arkadaşlığın tadını çıkarıyor, huzur duymaya çalışıyorduk. Sonra bir dostumuz geldi. Onun derdiyle dertlendik. Elimizden bir şey gelmedi. Kader diyelim!
Birçok güzellikle karşılaştım hayatımda. Onlar mutluluk araçlarıydı. Sormadan aldım, kucak kucak dünyama taşıdım. Bir zaman geldi, böyle sizin gibi gençler oldu etrafımda. Ben cahil bir adamım. Bilgiden yana ne olsun ki dağarcığımda? Yaşadıklarımla edindiğim tecrübelerim var sandığımda. Onları paylaşmaya karar verdim. Ola ki ibret vesilesi olur. Belki biri bir pay çıkarır, hisse kapar.
Nerde kalmıştık? İllerden bir güney iliydi. Dillerden dertli bir dil… Dilde sevgili ismi… Vakit hasret vaktiydi... Zaman, acı zamanı… Çoluk çocuk nafaka bekler. Çalış çabala… Sonra yorgun argın, bitap bir vaziyette, suyu sıkılmış da posası kalmış limon gibi tut evin yolunu…
Her akşam aynı terane… Hanımın malûm dırdırı… Şu şöyle olsaydı da bu böyle olsaydı… Öyle olmadı da ondan böyle oldu… O onu dediydi bu bunu dediydi. Yemeklere söz yoktu, Allah için leziz mi leziz! Değme aşçı bizim hanımın eline su dökemezdi ama yanı sıra o yemek müziği hiç de dayanılır gibi değildi! Aç karnım tok olurdu çoğu zaman. Şöyle geçip sofranın başına, huzur içinde, aheste aheste yemeğimi yiyip, bir “Oh!..” diyemedim! Her seferinde:
“Yahu, hanım sus Allah aşkına! Ağzımızın tadıyla bir yemek yiyeceğiz şurada! Akşama kadar çalışmış çabalamış, yorgun argın dönmüşüz. Saatler sonra birbirimizi görmüşüz. Şu birlikteliğin tadını çıralım! Bırakalım onu bunu! Ondan bundan bize ne!.. Burası bizim evimiz. Onları doldurma şimdi içeriye!” diyerek susturmaya çalışırım:
“A! Öyle değil mi!.. Neden susturuyorsun beni?” diye bir diyecekse ikiye beşe katlar!
Ne yediğimi, nasıl yediğimi bilemem! Dar atarım kendimi bir yerlere! Artık neresi münasipse oraya… Ya arka odaya ya da dışarıya… Dükkânı açıncaya kadar bu böyle devam etti. Sonra zaten orada yedim yemeğimi. Eve yatmadan yatmaya gittim.
Ne yaparsın, derdin dağ kadarken dert yanacağın kimse olmazsa hayatında? Al eline kalemi kâğıdı, yaz çiz, karala... Arala karanlık dünyanın perdesini! Gün ışığı doldurma çalış yaşantına. Aldırma aka karaya! Kimseyi sokma araya... Yaz yazabildiğin kadar! Yazdırdığı kadar yaz! İlham bahşettiği kadar…
Lüzum yok ona buna anlatmaya… Herhalde gitmez araya! Mutlaka işe yaraya... Derman ola yaraya...”
“Araya araya sürsem izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasip eylese görsem yüzünü”
“Ne riyakâr insanlarız biz! Gerçek duygularımızı gizleriz. Tamamen tersini hissettiğimizi göstermek için ne kılıklara gireriz! Sadece birbirimize uygulamayız bunu, Yaratan’a karşı da yaparız. Kuldan bahsederken, onun aşkıyla yanarken, Allah ya da Peygamber aşkındanmış gibi gösteririz. İnandığımızı söyleriz dilimizin ucuyla, kalplerimiz karmakarışıktır oysa… Ne kendimiz kanarız ne de başkalarını kandırabiliriz. Allah’ı ise, asla!..”
Gerçekten riyakâr insanlardık. Mesela o esnada Serap’ın çıkagelmesinden hiçbirimiz hoşlanmamıştık ama hepimiz onu gördüğümüz için sevinmiş gibi yapmıştık. İkiyüzlülüğün daniskasıydı bu! Kendimizden utanmalıydık! Ya başka ne yapabilir, nasıl davranabilirdik? O zaman da o kırılacaktı. Birinden birini yeğlemek gerektiğinde, yapılması gerekeni yapmış oluyorduk. Hem biz onu seviyor, görmekten görüşmekten memnuniyet duyuyorduk ama sohbet esnasında gelip sözün kesilmesine sebep olduğu için istememiştik. Araya girmesi ve konunun dağılmasına sebep olması nedeniyle de keyfimiz kaçmıştı.
“Yunus’un dörtlüğü geldi ya dilime. Son dizeyi demedim, diyemedim. Riya yapmış olacaktım. O dizede mukaddes bir sevda, bambaşka bir hasret ifadesi vardır. Onu demek için, gerçekten hissediyor olmak lazım. Artık diyebilirim:”
“Ya Muhammed, canım arzular seni!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 430
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.