- 473 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
429 - KİN
Onur BİLGE
Kurt gibi acıkmışım. Çaylarımızla tostlarımız gelince fark ettim. Bir ben değildim, iştahla atıştırmaya başlayan. Masadaki herkes öyleydi. Sanki can alıcı geliyordu arkamızdan!
Acelemiz de vardı. Sırf açlıktan değildi. Bir an önce yemek faslının bitmesini, dedenin kaldığı yerden sohbete devam etmesini istiyorduk. O, takma dişleriyle yiyordu ama hiç de bizden geri kalmıyordu. Yalamadan yutmak mı deniyordu, ne deniyordu?
Sarı ışık altında ılık bir arkadaşlık… Gülüş cümbüş, sıcak bir dostluk… Beraberliğin anlatılmaz tadı… Birlikte yenen tostun lezzeti… Yenilenen çayların buğusu… Su bile lezizdi, doğrusu… Sürahiler, bardaklar dolusu… Yürekler dolusu sevgi… Gönüller dolusu yakınlık…
Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenmiştik. Birliktelik hissinden zevk alıyorduk. Huzur duyuyorduk birlikten. Duygusallığa dalıyorduk. Sevinç, neşe, hüzün ve keder… Ne yaşıyorsak, hep beraber…
Nihayet yiyecekler de kalıntıları da kalmadı masada. Biraz azalmıştık ama az da sayılmazdık. Duyan, duymayana anlatacaktı anlatmasına da ilk ağızdan dinlemenin tadından mahrum kalınacaktı.
Sohbetin vazgeçilmezi çaydı. Her şey terk etse bizi, o hep yanımızdaydı. Ders çalışırken, sohbet ederken… Evde, kantinde, Virane’de… Hep o ince belli bardaklar elde…
“Haydi dede!” dedi, Neşe. Neşeyle gülümsedi. Bembeyaz muntazam dişleri pırıldadı. Ne güzel bükülüyordu, kırmızı dudakları. Beyaz teninin duruluğu, yanaklarının pembeliği, belli belirsiz gamzelenişi… Işıltısı gözlerinin… Bana mı güzel geliyordu, gerçekten o kadar güzel miydi? En yakın kız arkadaşımdı. Annesinin ölümünden sonra daha da yakınlaşmış, kardeş gibi olmuştuk.
Define, tost bulaşığı bardağını bir daha ağzına götürdü. Kimsenin kirlenmezdi bardağının kenarları öyle. İğrençti. Diliyle dişlerinin arasını temizlemesi de öyle… Dilinin yetişemediği yere işaret parmağıyla ulaşmaya çalışması da… Alışkanlık mıydı, yaşlılık mı? Her neyse ve nedense, oldukça tiksindiriciydi. Kenarlarında ıslak kırıntıların seçilmekte olduğu, yer yer yağ içinde kalmış o bardağı, nihayet tabağına bıraktı. Yine o temizlenme işlemini yapmaya koyuldu. Sonra sağ elinin tersiyle ağzını sildi ve iki parmağıyla bıyıklarını düzelterek anlatmaya başladı:
“Bu mektuplar, bu şiirler ateşte pişen çiçeklerdir, çocuklar. Gönül ateşiyle pişerek gelirler. Sevginin, aşkın, hasretin, arzunun, ihtirasın ifadesi olarak kaydedilirler. Her biri bir çığlıktır, her biri bir feryat! Hemen hemen hepsi şikâyetnamedir, serapa isyan!.. Bu isyan, nisyana kadar gider! Artarak ilerler, bir yerde rampayı döner, azalır ve biter.
Kaç kere içimden, ona yazmak: “Beni ara! Bir telefon et, sesini duyur ya da en azından bir mektup gönder! Kaderimin beni sürüklediği bu yerde, tercih ettiğim yolda azimle yürüyebilmem için bana güç verecek bir şeyler yaz. Bir kalp çiz! Bomboş olsun, o da yeter! İstersen hiçbir şey yazma başka! Bir mor menekşe çiçeği gönder ya da sarı bir papatya… O, sarışın kızlar gibi gözlerinin içiyle gülümseyerek bakar. Ya da bir yeşil yaprak… Güneşte yeşile çalan gözlerini anımsatması için…” demek istedim, kendimi engelledim!
Birkaç satırdan, boş bir kâğıt parçasından, bir çiçekten, bir yapraktan medet umuyordum. Yaşadığım yerlere ait en küçük, en aciz bir maddeden yardım alarak özlemini çektiğim kişiyle berabermiş gibi olacağıma inanıyor, kendimi o denli yalnız ve naçar hissediyor, fakat teslim olmuyor, var gücümle direniyordum!
İlinden, mahallesinden, sokağından, evinden uzak düşmek, yerinden yurdundan yakınlarından, arkadaşlarından, en çok da sevdiğinden mahrum kalmak, hiç bilmediği bir kentte, tanımadığı bilmediği kişilerin arasında, nereye çıkacağı belli olmayan hayat yolunda dayanaksız yaşayamayacağımı şiddetle hissediyor, bu sıkıntılı dönemi nasıl atlatacağımı bilemiyordum.
Kalabalığın içinde iyiden iyiye yalnızlaşmıştım. Çevremdekiler birbirleriyle hoş, bana karşı boştular. Anlaşabileceğim, konuşup dertleşebileceğim kimse yoktu.
Kendimi işime verdim. Saatlerce çalışıyor, uğraşıyor, gurbetin burukluğunu, hasretin acısını ter olarak atmak istiyordum. Kendimi bu şekilde dış dünyadan soyutlamak için gün boyu içimin gurbetine kaçıyordum. Yoğun yalnızlık duygusu içinde yaşamaya başlamıştım. Büyük bir bunalımdaydım.
Beraberliğimiz esnasında, aşkı en güzel ve en yoğun bir şekilde yaşanmakta olduğumuz zamanları hatırlayarak kendimi eğlemeye, bir şekilde mutlu hissetmeye çalışıyordum. Aşkı, en derinden hissettiğimde, istemsiz olarak nasıl gözyaşlarına boğulduğumu, gitgide artan bir ıstırapla ilk kez nasıl hıçıra hıçkıra ağladığımı, o mekânı ve ruh halimi anımsıyordum. O, tamamen bana ait olan en duygusal zamanı…
Ona olan aşkımı ve yokluğunun acısını kemiklerimde, iliklerimde hissederken, duygularımı yüreğimin en derinlerinden çıkararak kâğıda aktarmaya gayret ediyordum. Katlayıp zarfa koyamasam, üstünü yazıp pullayamasam, hiçbir zaman ona yollayamasam da o güzelim hislerim yok olup gitsin istemiyordum. O duygular benimdi. Tamamen bana aitti. Yüreğimin ürünüydü. Benden kaynaklanıyor, ancak beni mutlu ediyor, bir nebze de olsa teselli etmeye yarıyordu. O bunlardan habersizdi. Kendi hisleriyle iç içeydi. İç içe ve mutlaka biteviye cebelleşme halinde…
Onun da bana, gözyaşlarıyla ıslanan bir mektup yazmasını ne kadar istiyordum! Uçan kuştan medet umuyordum! Acaba onu görmüş müdür minicik gözleri diye gözlerini arıyordum. Bir rüzgâr esse o taraftan, imkânsız olduğunu bile bile: “Acaba saçlarının arasından geçmiş midir? Okşamış mıdır yanaklarını? Teninin kokusunu taşıyabilir mi?” diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
Çektiğim ve çekmekte olduğum acı, şiddetli bir azap halini almıştı. Artık ağıt halini almıştı şiirlerim. Asla mümkün olmayacağını bildiğim halde, onun da hislerini dile getirmesini, sözcüklere döküp göndermesini, işte öyle bir iletiyi okumayı şiddetle arzu etmekten kendimi alamıyordum. Galiba sırf bunun için yazıyordum o adressiz mektupları ve onları kaleme almaktan büyük haz alıyordum.
Yalnız kaldığım zamanlarda, elime ne geçerse ona yazıyor, sonra da dosya kâğıtlarına aktarıp, saklıyordum. Onlar Nesrin oluyorlardı. Onlar İstanbul… Onlar mahallem, sokağım, yaşadığım evim… Onlar işyerim oluyorlardı, arkadaşlarım, komşularım… Onlar Marmara oluyorlardı, balık kokulu… Yosun kokulu dere oluyorlardı. Çam ormanları… Toprak kokusu oluyorlardı, yağmur çiselemeye başladığında… Onlar aşk oluyorlardı serapa… Bir uçtan bir uca hasret… Kısacası, sıla oluyorlardı.
Bir tek satır, bir kuru selam yoktu ondan. Küçük bir çiçek, bir tek yeşil yaprak… Cebime koyacak, dokunacak, koklayacak bir nesne…
Sevgili, sevildiğini bilmiyordu ki! Hiçbir zaman da bilmeyecek, asla hissedemeyecekti! Bütün bu yakıcı duygular, yüreğimin ocağından gönlüme dolacak, hepsi ama hepsi sadece bana ait kalacaktı! Bu şiirler, mektuplar, ağıtlar… Bu oya gibi işli bembeyaz kâğıtlar…
Hep unutulduğunu sanacaktı, zannetmekte olduğu gibi… Kıskançlıktan engerek gibi kıvranarak çevresine zehir salgılamaya devam edecekti ama artık Nevin’e de bana da ulaşamayacaktı çatal dili. Hırsından kuduracak, deli olacaktı, deli! Sonunda kimse kalmayacaktı etrafında, sokmaya başlayacaktı kendi kendini… Yiyecek kimseyi bulamayacaktı çevresinde, sonunda kuyruğunu alacaktı ağzına, kendisini yemeye başlayacaktı! Bayramım olacaktı o zaman!..
Kin, çirkin bir histi, biliyordum. Olanca gücümle besliyor, zararını kendim çekiyordum. Öyle bir canavar yerleştirmiştim içime ve öylesine besleyip büyütmüştüm ki artık zapt edemez hale gelmiştim!
Onun hiç haberi olmamıştı. Olmayacaktı.
Ben kendi kendimi yemiş, bitirmiştim!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 429
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.