- 910 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARANLIK GECEYE AKIYORDU
KARANLIK GECEYE AKIYORDU
Heyecanım bütün gün sürdü. Sonunda akşamı ettim. Geç gelen bir buluşmanın arifesinde Beşiktaş vapurundayım. Sancak tarafına oturdum. Ayaklarımı vapurun küpeştesine dayadım. Akşam güneşi kayboldu kaybolacak. Güneş ışıkları daha yumuşacık düşüyor insana. Deniz suyunun akşam güneşinin kısık ışığıyla buluşması ayrı bir güzellik. Altınla ise gümüşün karışımı bir kızıllık.
Kıyıdan uzak martılar akşamı, çığlık çığlığa karşılıyor ve son lokmalarına dalıyorlar. Gerek insanlar gerekse martılar için yoğun bir gün daha bitti. Şimdiyse insanlık başka bir yolculuğa kulaç atıyor.
Tüm yolu ‘Yalnızlık, insanların birbirine uzaklığı mıdır? Yoksa kendinden bir şey bulmaması mıdır?’ düşünceleri içinde geçirdim. Elimde simit parçalarıyla ufuk çizgisine dalmışken rüzgâr gibi yüzümü yalayan martının kanatlarından ürpererek can havliyle elimi çektim. Simit önüme düştü. Niye öyle sıkı tutmuştum ki zaten martılara vermek için uzatmıyor muydum? Martıyı takibe başladım. Kısa bir U dönüşü çizerek geri döndü. Akşamın son lokmalarını mideye indirmekte kararlı gibi.
Bu gelgitlerin içinde vapurun “geldim” diyen sesiyle irkildim. Hadi kalk adamım. Şimdi inme sırası diyerek toparlandım. Güneşin son ışıkları da suya düştü. Şimdi yakamozlar göz kamaştırıyor. Kıyıya yakın yerlerde küçük avlara razı olan karabataklar, son dalışlarını yapıyor.
Vapur çalışanları son düğümü de attı baba demirine. Köprüler sağlı sollu konuldu. Önümde iri kıyım insanlar ağır aksak ilerliyor. Gençler yine tez canlı. Köprüler atılmadan karşı taraftalar. Tosbağa hızında yürüyeninden, tavşan hızında koşuşturanına kadar herkes bir yerlere akıyor. Karabatakları, martıları, balıkları ve son seferine çıkacak vapuru arkamda bırakarak ilerliyorum.
Sahildeyim. Yürüyorum. Akşamın ayazı bedenimi yakıyor. Hafifçe kendime geldim. Bedenim elbise içinde büzülüyor, küçülüyor. Soğuğu en çok kulaklarımda hissediyorum. Beklemek canımı sıktı. İlk gördüğüm bankın üzerine bir çuval gibi bırakıyorum kendimi.
Gözüm yandaki bankta oturan çocukta. Canının sıkıldığı her hâlinden belli. Arenada kırmızıya doğru koşmaya hazırlanan bir boğa gibi ayaklarıyla beton zemini eziyor. Oturuşum hoşuna gitmiş olmalı ki minik kedi bankın altında kuyruğunu bacaklarıma dolayıp duruyor. Sanırım iletişim için ısınma turları yaptığı. Elimi cebime atıyorum. Sigaramı arıyorum. Yok. Oysaki hiçbir zaman sigaramı cebime koymam. Pantolonumun paçasını hafifçe sıvazlayarak paketi yerinden çıkarıyorum. Kendime gülüyorum, ne âlemsin be adam diyorum.
Minik kedi tekrar ayaklarımın altında. Sırnaşıp duruyor. Sevilmek istendiği her halinden belli. Severim kedileri. Ancak dokunmalarından hiç hazzetmem. Benimki platonik aşk. Buradan çekip gitsin istiyorum. Bacaklarımı kaldırıyorum, o da başını. Davranışımı anlamaya çalışıyor. Bunu bir oyun yaptı, beni de yaptığı oyunun bir parçası. Hafif tebessüm ediyorum. Arkasını döndü. Kuyruğunu ayaklarıma temas ettirmek için tekrar sırnaştı bedenini kamburlaştırarak.
Kedileri uzaktan seven biri olarak yine de içimden yakınlık duyuyorum bu yavrucuğa. Arada bir atıştırmak için çantama attığım bir şeylerden kaldı mı? Bakıyorum. Yok. Birden sabah vapurda çantamın kenarına koyduğum simit geliyor aklıma. Hemen bir parçasını çıkartarak kuşa verir gibi küçük küçücük parçalar hâlinde uzatıyorum. Bu davranışıma bir anlam vermesem de kediye gel işareti yapıyorum. Sonra simidin hepsini attım önüne. Oysa o oyuna devam ediyor. Simit parçalarına oyuncak muamelesi yaparak. Bir müddet izledim. Simide pençe atışını sonra kopartışını, parçanın peşinde zıplayışını, yeniden diğer bir parçayı pençelemesini, uzaklaşmasını. Kendine oyun alanı yarattı. Ben de seyircisi. Nasıl olsa bekliyorum. Bu güzel gösteriye seyirci olmak güzel şey diyorum. Yanaklarımda gülümsemeler artıyor. Sonra bir adamın hoyrat sesi. İrkiliyorum. Başımı kaldırdım. Minik kedi; avcısından kaçan av misali panik hâlinde oturduğum bankın altına girdi. Ses o kadar korkunçtu ki herkes aynı yöne dönmüş. Gördüğüm heybetli, saçı sakalı birbirine karışmış, elbiseleri yırtık pırtık arkasına bakarak gidiyordu tıpkı rüzgârlı denizde sallanan taka gibiydi. Daha gerisindeyse onun kadar olmasa da yarı heybetli birinin halen yatıyor olması garip.
Yakamozları izliyorum. Her taraf ışıl ışıl ve rengârenk. Ama bir o kadar da çetrefilli. Bir yandan satıcıların avazı çıktığı kadar bağrışmaları öte yandan insanların karınca misali hareketleri, birilerinin birilerine adres sorarken o anlamsız bakışları, az önce kol kola yürüyen çiftlerin birden kavgaya etmelerini, birilerinin kuş tüyü yataklarında uyurken az ilerde yerde yatan adamı, üstü başı perişan çöpleri karıştıran şu çocukları… Görüyorum, düşünüyorum, dalmışım.
Sigaramı rüzgâra karşı tüttürürken sırtıma bir el dokundu. Birden ürktüm bu karmaşa içinde. Döndüm baktım. Beklediğimdi. Banktan hızla ayağa kalktım. Yüzümde gülücükler. Bir insanı candan kucaklamayalı uzun zaman oldu. Söndürmeye zaman bulamadan yere attım sigaramı. Bedeni sımsıkı sardım. Dost kokusu başkaydı. Kalbim kuşun kanadı gibi pır pır atıyor.
Hayli geç kalmasına rağmen kızamadım. “Seni ne çok özledim. Bekleme süremiz yılların geçiş hızındaydı şimdi.” dedim.
“Geç kaldım dostum.” dedi.
Sevinçli hâlini gözlerin altında çizgilerden ve verdiği ışıktan fark ettim.
“Geç olsun güç olmasın, gel bir daha sarılayım.” dedim. İkinci defa sarılmak âdetimden değildi. Şaşırdı. O da bir kadından beklenmeyecek şekilde güçlü sardı.
“Dostum, dokuz ay anne karnında sıcak yaşamak varken iki ay erken geldim. Sanki bir bok vardı. Şimdilerde ise aksine geç kalıyorum. Bir tür acısını çıkarıyorum. Erkenciliğim sadece erken doğmakla kalmadı. Erken evlendim. Erken çocuk sahibi oldum. Erken ayrıldım. Hep bir acelecilik. Buna sebep neydi onu bilmiyorum.” dediğinde gözleri uzaklara daldı. Eli elimdeydi, gözlerinin içine bakarak sahibine iade ettim.
Birden kendine geldi. “Şuraya bir solukluk otur.” dedi.
“Hep böyle bekletecek misin?” dedim.
Sadece gülümsedi. Yeniden elimi eline ödünç aldı.
“Haydi, gideceğimiz yere kadar götüreyim.” seni ve birlikte ayaklanarak gecenin karanlığını yara yara, içimizde açılmış yaraları kanatmadan ilerledik. Az ilerde tiyatro salonunun önünden geçerken panosundaki “Vişne Bahçesi” adlı oyun afişine takıldı gözlerim. Birden anımsadım ne çok zaman oldu tiyatroya gitmeyeli. Bu oyunu sevdiğim kadınla tiyatro mevsiminde yıllar önce izlemiş ve çok beğenmiştim. Antov Çehov’un bir asır önce yazdığı hikâyeyi günümüzle karşılaştırdığımda çok şeyin değişmediğini anımsadım. İktidarların süreçlerini uzatmak için şiddet ve baskı ne o gün bulundu ne de bugün uygulanıyor. İnsanlık sınıfsal karakterleri belirginleşmeye başladığından beri bu işler böyle yürüyor. Şimdilerde sıradan yaşamlarımızı sıra dışı bir şekilde yaşıyoruz. Hava da iyiden iyiye soğudu. İnsana yan yana durma, yanındaki insana sokulma duygusu yaşatıyor. Onun da gözlerini afişten alamadığını fark ettim.
“Hey sen! Hadi uyan da çay içmeye gidelim.” dedim.
İrkildi. Onu bu afişte etkileyen neydi acaba? Benim için böyle bir anlamı varken onun için ne anlam taşıyordu? Onu da çay içerken sormayı düşündüm.
Bana baktı gülümsedi. Bildiği bir şey olmalı ki bu kez paltomun kolundan tutarak çekiştirdi. Sıcak bir yere gitmek istedim. Ilık sohbetlerle ortamı ve yaşamı biraz ıslatabilmek için.
“Bir emriniz var mı efendim?” dedi.
Şaşırdım. Yüzümü buruşturdum. Hayırdır gibi el göz yüz işaretleriyle anlatmaya çalıştım.
“Ne şaşırıyorsun her erkek biraz efendi değil midir ki?” dedi.
“Biraz da eşektir.” dedim.
İşte hayat dedi “eşeklik ve efendilik” arasında gidip gelmekte.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.