- 461 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
427 - YILDIZLAR
Onur BİLGE
“Bir masal anlatayım mı size?” diye sordu Define, sandalyesinin arkasına yaslanarak.
Hava kararmış, yıldızlar yerlerini almıştı. Zaman, alıp başını gitmiş, akşam yemeği vakti gelmiş, geçmek üzereydi. Ben çok acıkmıştım, yanımdakiler de öyleydi mutlaka ama sohbet, baldan tatlıydı. En güzel yemeklerden daha iştah açıcı ve leziz… En mükellef ziyafet sofrasından daha ihtişamlı, her yemekten doyurucu… Evlerimize, yerlerimize geç kalacaktık, yemeğe beklerlerdi ama hiçbirimiz yerimizden kıpırdamadık.
“Çok geç kaldık ama olsun, dinleriz tabi, anlat!” “Oldu olacak, kırıldı nacak!” “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!” “Merakta kalacağımıza, geç kalalım, dede!..” gibi sözler söylendi. Tıp oyunundaki gibi olduğumuz yerde, olduğumuz halde kaldık. Heykel gibi… Put kesildik! O, başladı ballandıra ballandıra anlatmaya…
“Arada bir gökyüzü çeker ya insanı! Laciverdinde koca koca yıldızlar... Hele bir de dolunay varsa... Bir gece ben de dar attım kendimi arka balkona! Sıcak fena bastı! Neresi serin esiyorsa oraya... Ay, nerde sohbete dalmıştı, hangi yıldızla, bilmem. Diğerleri göz kırptı bana. Ne kadar uzaktılar ve ne kadar da yakın! Nesrin gibiydiler. Hem can dostlara benziyorlardı hem de can düşmanlarına!
Yıldızlar kadar uzaktı bana. Antalya’nın yaz akşamlarında yıldızlar, çardaklardan sarkan üzüm salkımları kadar yakınmışlar gibi gelirdi. Yere doğru eğilen, el uzatınca değilen… Oysa akıl almaz mesafeler vardı arada… Ben burada, onlar orada… Masallarda bile olamazdı. Onlar hep göklerde kalırlardı, ışıltılarıyla akılları başlardan alırlardı! Hep o şaşaa içinde, hep öyle mağrur ve bir o kadar da ulaşılmaz olurlardı. Ancak yerden hayran hayran seyredilirlerdi. Her akşamüstü birer birer gelirler, sabahın ilk ışıklarıyla, geldikleri gibi sessiz sedasız ve de vedasız, usulca çekilip giderlerdi.
Ne kadar uzak ve ne kadar yakındılar, o gece de! Elimi uzatsam birer birer toplayacaktım sanki! Nasıl da can alıcıydı şavkları! Aşkları nasıldı acaba? Bizim aşkımıza benzer miydi? Onlar da bir süreliğine birlikte gezer tozar, sonra oyun bozar, uzaklaşıp gider, gözlerde yiterler miydi? Yani bizim gibi… Yani onun gibi… Daha cazip birini fark edince, öncekinin yörüngesinden çıkar, onun yörüngesine girerler miydi? Onlar da ayran gönüllü müydüler?
Hayran hayran seyrederdim, kollarımda dans ederken onu. Ellerim ellerindeyken merkezde yalnız ben vardım. O benim dünyamdı ve güneş kadar çekiciydim, onun kadar kararlı, sabit… Ancak kendi etrafımda dönüyordum, gözlerine bakarak. O hiç çıkmayacak gibiydi cazibe alanımdan. Öyle sıkı tutuyordu ki ellerimden! Ne kadar savrulsa da kopacak gibi değildi. Kızıl saçlarını savuruyordu rüzgârında… Geriye ve soluna doğru dalgalanarak uçuşuyorlardı… O sağına doğru dönüyordu, herkese inat! Etekleri de savruluyordu, ara sıra ayaklarına dolanıyordu. O kadar dönüyordu ki sonunda yoruldu, beni de yordu. O, şarkılar söyleyerek benimle oynuyordu.
Her genç kız gibi onun da hayalleri vardı. Hayalleri yıldızlar kadardı. Onlar kadar uzakta ve onlar kadar çok… Yıldızların en parlağını arıyordu gözleri. Benim gibi ayağı takılınca kayan bir yıldızı değil… En önce doğacak ve en son yok olacak olan… Öyle küçük kırpışık gözlerle karanlıkta göz kırpan cinsinden değil, üflesen sönecek kabilinden… Yakıtı hiç bitmeyecekmiş gibi olan, film yıldızları gibi göz alıcı, akıl alıcı olan…
Genç kızların gözlerini kamaştıran jönler değildir aslında… Yakışıklılık, iyi bir karaktere sahip olmak, evinin yolunu bilmek falan palavra… Onların akıllarını başlarından alan paradır, para… Para, sihirli anahtardır. Her kapıyı açan altın anahtar… Maymuncuk… Para, tersinden yazılan Arap’tır. Ona sahip olamayanın hali haraptır!
Büyücü dervişin Alaaddin adlı oğlunun, çıkarları için maddi güç elde etme amacıyla her yola başvurması sonucunda elde ettiği metadır. Güya iyi niyetli, gayretli ve acardır. Babası onu bu iş dünyası denen ürkütücü mağaraya sokmuş, o büyülü lambayı arayıp bulmasını, ona sahip olmasını istemiş. Aslında amacı, onu kullanarak kazancını birkaç misli katlamakmış.
Alaaddin, karşısına çıkan bütün güçlüklere sırf babası önerdi ve özendirdi diye olanca gücüyle göğüs germiş, sonunda o tılsımlı lambayı bulup, ele geçirince muradına ermiş! Bakmış ki o sihirli lamba çok kirli, paslı… Helal para temiz olur da… Mutlaka o kirli para… “Şöyle bir sileyim, temizleyeyim, paklayayım!” demiş. Kara para aklama, aklama ve saklama yöntemleri vardır, bazıları bunları iyi bilir.
Almış eline nemli bir bez parçası, başlamış silmeye… Sildikçe temizlenmiş, temizlendikçe parlamış, sonra bir anda parlamış ve içinden bir cin çıkıvermiş!.. Alaaddin’in de aklı başından çıkıvermiş!..
Aman Allah’ım! Bir Arap! Hem de öyle böyle değil, dev gibi bir yaratık! Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte!.. İnci gibi dişleri var ağzında, bir de kıpkırmızı dili… Dişlerinin her biri Alaaddin kadar, dili dil değil de sanki fırıncı küreği… Olmasın mı! Paranın dili öyledir. Kocamandır, çok laf yapar, her yere yeter! Bıçkındır! Sözü geçkindir. Hiç kimsenin konuşamayacağı yerde konuşur! Bülbül gibi şakır! Hem de şıkır şıkır...
Alaaddin’in küt küt atmaya başlamış yüreği… Akşama fincan böreği… Yok, o öyle değildi. O ninnilerdeydi. Alaaddin yerdeydi, cini göklerdeydi. “Dile benden ne dilersen!” diyordu, o kıpkırmızı dili.
Benim gibi bir de gariban varmış. Emeğiyle geçinen biri… Lambanın peşinde falan değilmiş, bir yıldızın peşindeymiş ki o akşamları en erken doğduğu için Akşam Yıldızı, sabahları en geç kaybolduğu için de Sabah Yıldızı olarak anılıyormuş. Rapunzel gibi upuzun, fakat kıpkızıl saçlara sahipmiş. Milyonda bir rastlanan beyaz tenli, kızıl saçlı kızlardan olduğu için ona Kızıl Afet de deniyormuş. Ay gibi parlayan yüzüyle, daha akşam olmadan penceresine çıkar, dışarıya döktüğü saçlarını altın tarakla taramaya başlarmış. Bu arada gözlerini ufka diker, beyaz atlı şehzadeyi beklermiş. Beyaz atı yokmuş, bir bisikleti bile yokmuş ama “O şehzade ben olmalıyım!” demiş, dokuma ustasının biri. “O şanslı ben olmalıyım!..”
Ne kadar uğraşmış ona ulaşmak için! Ne yollar denemiş! Nihayet bir yolunu bulup o güzelim kızıl saçların ucunu eline geçirmeyi başarmış, ona tırmanarak gökyüzüne çıkmış. Artık her akşam o kızıl sarmaşık merdivene tırmanarak Akşam Yıldızı’na ulaşıyor, sabahlara kadar onunla beraber kalıyormuş. Her seferinde de sabaha karşı: "Hoşçakal, Sabah Yıldızı! Akşama doğru, yine aynı yerde beni bekle! Mutlaka geleceğim!" diyerek veda edecekken, daha gün ışımadan kendisini gerçeğin ortasında, yatağının içinde buluyormuş.
Köpekler uluyormuş gecelerde. Sabahlara kadar, köpekler… Köpekler, uğursuzlukları hissederler, haber verirler. Onlar, bizim gözlerimizle göremediğimiz şeyleri de görebilirler. Bilirler farklı varlıkların sinsice yaklaşmakta olduklarını, pusuya yatıp öylece kalmakta olduklarını…
O yıldız öyle muhteşem bir güzelliğe sahipmiş ki Sabah Yıldızı değil, adeta Saba Melikesi’ymiş! Alaaddin, sihirli lambanın cinine emretmiş:
“Bana Saba Melikesi’ni getir!”
“Emret sahip!” demiş, cin. “Emret!.. Sana onu anında getireceğim! Hem de tahtıyla beraber!”
Bir gece bir haber gelmiş, dokumacı gence. Kısık bir sesle… Kesik kesik, hece hece… Kötü mü kötü bir haber…
Bu devirde, parası olan, Sultan… Parası olan Sultan Süleyman! Para Arap… Tersine döndürünce. Tersine döndürür dünyayı, elinin tersiyle…
Melike, gelinliğinin eteklerini toplayarak çıkmış o huzura. Güneş’ini unutuvermiş. O taparcasına sevdiğini söylediği güneşini… Bir anda çıkıvermiş o huzura! Bir anda huzura ermiş!
“Eteklerini toplamana gerek yok ki! Su değil, ayaklarının altındaki… Ayaklarının altına serdiğim, benim uçsuz bucaksız servetim!” demiş Sultan Süleyman.
O saraydaki ihtişam, onlarınkinde yokmuş. Gözleri kamaşmış Melike’nin. Bir anda unutmuş, güneşin ışığını, sıcaklığını… Aklını almış Sultan Süleyman’ın muhteşem sarayı! O anda çıkıvermiş güneş sisteminden. Koparıvermiş kendisini o yörüngeden, onun yörüngesine girivermiş.
Köpekler ulumuş uzun geceler boyu… Köpekler… Köpekler kapıları bekler. Geceleri bekler köpekler. Uğursuzlukları fark ederler. Adım adım yaklaşan kötü niyetli kişileri sezerler, haber verirler. Gözlerin göremediği varlıkları görürler. Cinleri de görürler, acı acı uluyarak haber verirler.
Sultan değiştirmiş Sabah Yıldızı’nın adını. Saba Melikesi yerine Yasemin demiş. Ne istediyse almış, ne dilediyse yerine getirmiş. Altınlar gümüşler, göz kamaştıran mücevherler armağan etmiş. O kadar çok hediye almış ki artık ne alacağını bilemez olmuş. Onlar da sıradanlaşmışlar kolayca ulaşılınca. Değerlerini kaybetmişler. Çünkü elini uzatmadan avucuna konuveriyorlarmuş.
Yasemin, yani Nesrin, her istediğini bulabiliyormuş onda ama aşkı bulamıyormuş. O yoğun sevgiyi… O güzel sözleri, şiirleri bulamıyormuş. Güneşinin enerjisini, ışığını, ısısını… O parlaklığı aramış, boşuna sarayın dehlizlerinde… Hazinelerinde o güzelim sözleri, şiirleri… Asla bulamayacağını bile bile… Güneşini aramış yeldir yepelek… Asla ulaşamayacağını bile bile…
Çünkü artık ne o Sabah Yıldızı’ymış ne de taparcasına sevdiği güneş, o eski güneş…
O artık Yasemin’miş. Melike’m falan değil…
Paraya kul köle, başkasına eş…
Kalleş!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 427
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.