- 517 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HIYARAĞASI
HIYARAĞASI
Sonunda bir iş buldum. İşim yabancı kaynaklı motosikletlerin montajıyla ilgiliydi. Bu iş kolektif bir çalışma prensibi gerektiriyordu. İşyeri aynı zamanda montajı biten motosikletlerin pazarlama işlerini de yürütüyordu.
Gerekli belgeleri tamamlayarak işe başla¬dım. Arkadaş ortamına ve işe alışmam çok uzun sürmedi. Dört ay sonra patron beni odasına çağırdı. Öyle ki bu geçen sürelerde adamın yüzünü bir kere bile görmemişken niye çağırmıştı ki. Kuşku içinde kaldım. İlk aklıma gelen işten çıkarılma düşüncesi oldu. Ve bu düşünce beni kahretti. Çünkü geçen günlerde ustabaşıyla küçük bir tartışma yaşamıştık. Büyük olasılıkla mevzu buydu. Artık ne yalan söyleyeyim topun ağzına kadar geldiğimi düşündüm o an. Hâlbuki işimi seviyor ve bu zamanda işsiz kalma düşüncesi kaldıracağım bir şey değildi. Çağırmaya gelene nedenini sormak istedim. Öte yandan yanlış anlaşılabilirim kaygısını taşıyordum. Bu iki fikir arasında gidip gelsem de cesaretimi toplayarak:
“Abi niye çağırıyorlar ki?” diyebildim.
İlgili şahsın hitap şeklimi beğenmediğini, ağzından çıkan sert sözlerden anladım.
“Nerden bileyim? Müneccim başı mıyım? Biraz sonra içerde ne olacağını duyacaksın. Bilirsin merak iyi bir meziyet değildir.” dedi.
Adam hem lafını, hem de kapının önüne koydu. Sonra çekip gitti. Rengim iyice attı. Açıkçası ne söyleyeceğimi bilemedim.
Kapıyı tıklatıp odaya girdim. İçeri girmem ile patronun konuya girmesi bir oldu.
“Murat Bak! Çalışmanı takip ediyorum. Çalışkansın. Aynı zamanda tica¬ret lisesinden ayrılman, arkadaş ortamına uyumlu olman, işi teknik olarak çözdüğünden seni pazarlama departmanına almak istiyorum. Ne diyorsun?”
İrkildim, buraya gelirken ne düşünüyordum şimdi ne duyuyorum. Aldığım teklif, beni sersemletti. Bunu fark eden patron işi ve niteliğini biraz daha açtı.
“Anadolu’da üretimini yaptığımız ürünün, yanına alacağın iki kişiyle birlikte pazarlamasını yapacaksın?” dedi.
Yapacağım iş; sök, çıkart, tak değildi. Ağzı iyi laf yapacak insanların işiydi. Kendim de açıkçası böyle bir yetenek göremiyordum. Fakat iş cazipti.
Patron, bu iş şimdi yaptığınla aynı değil biliyorum. Biraz bocalayacaksın. Ama sahada tek başına olmayacaksın. Yanında, işinde donanımlı arkadaşların olacak. Onlarla çalışacaksın.” dedi.
İyice gevşedim. Hayıra uzak, evete yakın; “Nasıl isterseniz efendim.” diyebildim.
“Dememle olur mu oğlum, işin pazarlamasını yapacaksınız. Ne diyorsun?”
“Tamam efendim. Yapabildiğim oranda ça-lışacağım.”
“Murat sana güveniyorum. İnşallah yüzümü kara çıkarmazsın.”
“Yüzünüzü kara çıkarmamaya çalışaca¬ğım efendim.”
Bir hafta sonra şoför ve muhasebeden iki arkadaşla Anadolu’ya yola çık¬tık. Bolu, Ankara, Konya, Mersin geziyor ve motosikletlerin tanıtımı ve pazarlamasını yapıyorduk. Bu arada iyice Pazarlama işini kavradım.
Son durağımız İskenderun’du. Arabayı meydana çektik. Elimde mikrofon, konuşuyorum. Sonra alanda birer ikişer gruplar oluşmaya başladı. Bu grupların içinde hayli cüsseli birisi, motosikletin özelliklerini yeniden anlatmamı istedi. Kısaca tekrar anlattım. Bir tanesini beğendi ve aldı. Sonra kendine has bir üslupla bana dönüp, “Akşam konuğumuz olur musunuz? Yorgunluğunuzu akşam yemeği ile atmanızı isteriz.” dedi.
Hiç beklemediğimiz bir davetti. Arkadaşlarla kısa bir bakışma ile kimse olumsuz tavır göstermeyince “Tabii davetinizi kabul ediyoruz.” dedim. Arabamızı konaklayacağımız otelin önüne çektik. Duşumuzu alıp temiz elbiselerimizle verilen adrese gittik.
Güzel bir yöre lokantasıydı. Garson bizi oturacağımız masaya götürdü. Masa, çok güzel şekilde donatılmış ve bizden başka birkaç insan daha vardı. Tanışma faslı hoş beş derken yemeklerimizi yiyor bir yandan da sohbetlerine katılmaya çalışıyorduk. İçecek olarak bir ara ne alacağımız sorulduğunda, fark etmeyeceğini söyledik.
Davet eden bey garsona edalı bir bakış fırlattı; “O zaman tabii ki milli içkimizden getir.” dedi.
Bardaklar doldu. Eller havada, yeniden hoş geldiniz, sağlığınıza denilerek bardaklar tokuşturuldu. Beton zemine düşen çatalların çıkarttığı ses gibi tiz bir ses, ortamı yardı. Yudumlar çekildi. Bardaklar tekrar masaya kondu.
Sosyal içici olduğumdan onlar gibi bardağı tek dikişle mideye indiremedim. Yudum yudum içiyorum. Bardaklar yeniden, tekrar dolduruldu. Benim bardağı öyle görünce saki, biraz alaycı ve gülümser gözlerle; “Hayırdır kardeşim, yoksa rakımızın tadını mı beğenmedin?” dediğinde;
“Abi rakıyla aram yoktur, sadece ortama uymak için içerim.” dedim.
“Ooo kardeşim, Anadolu’da rakı masasının raconunu bilmiyorsun sanırım.” dedi ve başladı anlatmaya:
“Çilingir sofrası, rakısıyla, mezesiyle, sohbetiyle kurulduğu mekânıyla, her şeyiyle, lezzetin üzerine kurulmuş, her şeyiyle çeşni sofrasıdır. Rakı aheste aheste içiliyor, lezzet ala ala, sindire sindire… Mezelikleri mezeleri de özen istiyor. Adabıyla içenler, rakıyı özenle hazırlanmış, az miktarda mezeyle içerler. Rakıdan bir yudumcuk aldıktan sonra azar azar alınır; mezelerden silip süpürürcesine mezelere girişmek, rakı adabına uygun düşmez. Rakı sofrasında beğenilen mezelerden az almak, ikram etmek, paylaşmak gerekir.” dedikten sonra ağzına kadar su dolu bardağı bir dikişte bitirdi.
Masada şenlik havası, herkes bir tarafa yaylı çalgılar gibi yaylanıyor. Dilsizlerin dili açılıyor, sağırlar geceye duruyorlardı. Konuşulmayan konu ve konuşmayan insan kalmadı.
Davet eden bey, içkisinden bir yudum aldıktan sonra suyunu yudumladı ve kaldığı yerden devam etti: “Bu sofrada yapılan sohbetlerin genel kuralı, konuşma adabına dayanır. Rakı sofralarında bu adaptan ödün verilmez. Sohbet konularının seçimi, özenle yapılır. Genellikle de sofrayı paylaşanların en yaşlı olanı ilk konuyu seçer ve açar sohbeti. Konuşulanlar masa sakinleri tarafından sakince ve dikkatlice dinlenir, mezelerde çeşni arar gibi konularda tat aranır. Burada bulunma sebebimiz dışarıdan gelen insanlarımıza hem şehrimizi hem de mutfağımızı tanıtmaktır.” dedi ve hafif bir uğultu ortamı tırmalamaya başlamıştı ki; tekrar tüm masaya döndü. “Beyler lütfen, geceye dair bir şey demek istiyorum.” Neredeyse lokantadaki diğer müşteriler de susmuş, herkes pürdikkat kulak kabartmış, onu dinlemeye hazır bekliyordu.
“Davetimi kabul ederek beni mutlu kıldınız. Bir hıyarağasının masasına oturarak onur verdiğiniz için teşekkür ediyorum.” dedi.
Sözleri biter bitmez şoför arkadaş, ağdalı sesiyle araya girdi. “Beyefendi bu da nereden çıktı, size kim öyle diyebilir ki? Haddimize mi düşmüş.”
Beyefendi daha sert şekilde; “Neden denilmeyecekmiş, hıyarağası seçilene ne denebilir ki. Adıyla şanıyla hıyarağasıyım.”
Diğer arkadaş olaya müdahale etti. “Efendim size bu masada böyle diyen yok. Acep yanılıyor muyum? Böyle bir şey duymadım.”
İyice öfkelendi. “Ya kardeşim ben hıyarağasıyım. Başka bir şey demiyorum. Niye hıyarağası olmayayım bir sebep mi var?”
Müdahale etme sırası bana gelmişti. Öyle ki adam bağırıyordu. Fakat çevreden de tepki gelmiyordu. Yapılacak bir komplo var zannettim.
“Beyefendi böyle bir şey dediysek şimdiden özür dileriz.”
Artık etrafı kol kocan ettim. Olayı anlamaya çalışıyordum.
Vatandaş sonunda dayanamadı, alkolün etkisiyle sinirli bir ses tonuyla ve yarım ağız gülümseyerek:
“Şehrimizde her yıl ‘Hıyar Festivali’ olur. Bu yıl en iyi hıyar yetiştiricisi seçildim.” dedi.
Bizlerde rakının değil ama ortamın böyle yumuşamasıyla hafif bir çakırkeyif hal.