- 580 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Uyanmak İstemiyordum
Sabahın yıkadığı yüzünü hiç görmemiştim. O yüzden şaşakalmıştım bu kadar, kapının önünde "günaydın" derken. "Uyandırdım mı yoksa" diye soracaktım ki "gelsene" dedi hâlâ onu tanımakta güçlük çekmeme neden olan o fazla çıplak, korumasız, bu yüzden de sanki biraz ürkek yüzüyle.
Yeni kalkmış olmalıydı, bu kesin... Çünkü hiçbir zaman böyle kaçırmazdı gözlerini o. Kaçan gözlerin zayıflık belirtisi olduğuna dair güçlü bir inancı vardı belki. Hep dimdik bakardı karşısındakinin gözlerine. Sanki karşısında koca bir dünya seriliydi ve o an bakışlarına muhatap olan da onun vücut bulmuş hâli... "Yenemezsin beni" derdi o bakışından yansıyan dik duruşla... "Hadi bekliyorum, göster marifetlerini. Hangi oyunu oynayacaksın, görelim."
İşte sabah mahmurluğu bunu çalmıştı ondan tam da. Bu duruşu, sürekli savaşım hâlini... Sanki ben ve dünya aynı şey olmaktan çıkmıştık artık, ben yine sadece bendim, savaşmak zorunda olduğu hayatın bir parçası değil...
Çayı bile koymamıştı ocağa henüz. Demek ki yeni uyandığı hakkında yürüttüğüm tahminde haklıydım. Saat 10’a
geliyordu oysa; insanlar maskelerini çoktan geçirmiş, içleriyle yüzleri arasında uzanan köprüyü kaldırıp atmışlardı daha ikinci çaylarını bile doldurmadan. O ise ayakta uyuyordu hâlâ. İş yerinde koşturmayla geçen bir haftanın üstüne, hafta sonu biraz tembellik yapmak istemişti herhalde.
Çayın insanı kendine getirmekte üstüne yoktu gerçekten. O gelinen insan nasıl biriydi, gelene bağlıydı tabii. Yol nereye varacak, içle yüz arasındaki köprüden geçecek mi, geçmeyecek mi, hayata karşı aldığın pozisyona göre değişen şeylerdi.
"Şey için gelmiştim..." dedim çaydanlığı suyla dolduruşunu izlerken. "Hani sen geçen gün katıldığın bir öykü atölyesinden söz etmiştin. Ben de bir şeyler karalıyorum, ne dersin beni de alırlar mı?"
Cevabın evet olacağını bildiğimi bilişinden kaynaklanan o tatsız gerilimi uzatmamak için hiç sevmediği o beylik lafları söyledi. "Neden almasınlar? Sonuçta oraya yazmayı öğrenmek için gidiyor insanlar."
Biz nasıl arkadaş olabilmiştik, onu izlerken bunu düşünüyordum sayısız kez olduğu gibi yine. Apartman komşusu ve aynı yaşlarda olmak çok cılız kalıyordu nedenleri anlatmakta. Çünkü kapı komşumu hiç sevmiyordum mesela. Kadının yüzünde sevmediğim bir şey vardı. Tanımlayamıyordum onu ama yine de bu onu var olmaktan kurtaramıyordu maalesef. Bu yüzden o taraftan bir ses gelmediğine emin olmadıkça kapıyı açmama gibi bir huy peyda edinmiştim. Hayati bir durum olmadıkça da bundan vazgeçmeye niyetim yoktu. Onun yüzü ve içimde uyanan o tatsız duygu aynı şey demekti madem, öyleyse evden beş on dakika geç çıkmayı göze almaya değerdi.
Böyle geren, acıtan şeyler ufku genişletici bir bakış açısı sunuyorlardı insana. Mesela ben on değil iki dakika bile gecikmekten nefret ederdim. Ama komşumu gözümün önüne getirince; geç kalınan o şey, kişi, film, otobüs ya da her neyse; geç kalınabilecek bir şey oluveriyordu bir anda ve ben dünyanın en sabırlı insanı olarak komşumun topuk tıkırtılarının uzaklaşmasını beklemeye başlıyordum.
Ayşe’yle de bu yüzden arkadaş olmuştum belki... Yüzünde sevmediğim o şey yoktu. Sabah mahmurluğundaki çıplak kalmış haliyle de, kendine gelmiş örtülüyken de o yüz üşütmüyordu beni. Kimi zaman uzaklaşsa da bana, giydiği bin bir ifadeyle fazla gevezelik etse de ben yine de kendime bir yer bulabiliyordum orda. Oysa sahibiyle öyle farklıydık ki! Ama aslında görünürde bir farklılıktı bu.
O benim seçmediğim sokaktan sapmıştı sadece. Kavşak noktasına aynı yoldan gelmiştik. İşte böyle bir benzerlik vardı aramızda. Hamurumuz aynıydı yani. Benim şekilleri daha az çeşitte kurabiyelerim vardı. Onunsa onlarca çeşidi...
Bana öyle sitemkâr bakışları bu esneklikten uzak, sıkı sıkı tutunma hâlimdi kalıplarıma. Yoksa o da severdi beni, buna eminim. Böyle şeyler, üzerine uzun uzun fikir yürütülüp bir sonuca varılacak şeyler değildi. Sezgisel olarak akışın bir noktasında anlıyordun "bu insan gerçekten seviyor beni" diye.
Çay demlenirken ben de yardım için işe giriştim. Omlet yapacaktım. Tavayı ocağa koyarken bir bakış attım ona. Buzdolabından bir şeyler çıkarıyordu. Yüzündeki tebessümü sırtından bile hissedebiliyordum. Öyle bir genişleme, ferahlama hâli gelmişti üzerine. Bir ara yüzünü yana doğru çevirince iyice emin oldum kendimi kandırmadığıma. Evet, gülüyordu basbayağı... Hem de öyle böyle değil; vadiler, yaylalar gibi geniş geniş, püfür püfür... Bir ara tavayı dolaptan çıkardığımı görmüştü herhalde.
İşte böyle dilinden çok bedeniyle, yüzüyle söylediği şeyler onunla sohbetlerimizin esas parçasını oluşturuyordu zaten. O da benim için aynı şekilde düşünüyordu büyük bir ihtimalle. Benim tek kelime etmeden omlet hazırlığına girişmem, arkadaşlığımıza dair iki saatlik sohbete bile sığmayacak kadar çok sayıda sözcüğü ifade ediyordu.
Yine de dedim ya, onu sabah sabah böyle pijaması üzerinde; o uyku mahmurluğu içinde dışarısı içerisi birbirine girmiş, bir bütün haline gelmiş bir dünyanın içinde, kalkanını üzerine henüz geçirmemiş, küçük bir kızın kocaman açılmış gözleriyle şaşkın şaşkın bakarken görmek başka türden bir sevgiyle doldurmuştu içimi.
Kimin kalkanı yoktu ki sanki?! Ben de buraya onu kuşanıp gelmemiş miydim? O yüzden onun kapıdaki o uykulu yüzüne baktığımda bu kadar ısınıp gevşemiş, üşümekten hiç korkmadan üzerimden çıkarıp atmıştım dışarıya karşı duvar olacak her şeyi.
Çay demlenmek üzereydi. Az sonra ikimiz masaya kurulup usul usul yudumlamaya başlayacaktık onu. Bir iksir gibi bizi uyandırmasını bekleyecektik. Ben sözüm ona çoktan uyanmıştım zaten. Ama Ayşe’nin uykulu yüzü yeniden iki saat önceye, daha yeni uyanmış hâlime götürmüştü beni. Dingin, ılık bir köşede geçen o dakikalarımı özletmiş, uyanan tüm yanlarımı usul usul uyutmuştu.
Canım da öyle bir çay çekmişti ki! Hiç de uyanmak istemiyordum oysa.