zenginlik ve fakirlik üzerine satranç: E4, merkez hakimiyeti
Mülkiyet... elle tutulamaz bir kavram olarak bireyin iradesi ile elle tutulabilir yani maddi kavramlar, veya elle tutulamaz fakat ekonomik anlamda ölçülebilirliği bakımından kıymet arz eden haklar arasında var olduğuna inandığımız tasarruf edebilme imtiyazına verilen isim. Yani, doğada herhangi bir karşılığı bulunmayan, köklerini insanın ön kabul ve varsayımlarına dayandıran, bu bakımdan yaptırımları hayvanlara, doğa olaylarına, gök taşlarına veya gün ışığına uygulanamayacak hukuki bir durum. Zira yaydığı ışıkla her sabah odasını aydınlatıyor diye, güneş ışığına kendi mülkiyetinde olan odasına izinsiz giriyor diye dava açabilecek bir mülk sahibi ve bu davayı ele alabileceğimiz biz zemin bulunmuyor. Kimi ülkelerde hak sahiplerinin mülklerine izinsiz giren bir insanı öldürebilirken aynı muameleyi bir köpeğe uygulayamıyor olmasının sebebi bu.
Öyleyse, mülk ile malik arasında kurulan bağın bu bağdan doğacak hakların kullanılacağı zemini paylaşan bütün iradeler tarafından kabul edilmiş olması gerekir. Şu anda bu satırları okuduğunuz bilgisayar ekranı dünyadaki diğer bütün insanların dolaylı veya dolaysız irade beyanlarının bir sonucu olarak size aittir. Rastgele birinin gelip herhangi bir sebep ileri sürmeksizin bilgisayarınızı alıp uzaklara gitmemesinin, cebinizdeki parayı alıp gözünüzün önünde harcamamasının nedeni budur. Hasılı, üzerinde yürüdüğü tarlanın bize ait olduğu yönünde irade beyan etmemiş olan köpeği öldüremeyiz. En azından sadece tarlamızda yürüdüğü için öldüremeyiz. Çünkü köpeğin irade beyan etme kabiliyeti yoktur. Olsa bile bizim bunu anlayabileceğimiz açık bir iletişim kanalı keşfedilebilmiş değildir henüz.
Dolayısıyla mülkiyet, konunun muhatapları arasında dolaylı veya doğrudan varılan bir irade beyanları bütününe dayanmaktadır.
Peki, bu haliyle mülkiyet kavramına ilişkin irade beyanlarının toplumsal ve bireysel seviyede sürdürebilir bir hayat için varoluşsal birer zorunluluk olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hayır...
Neden?
Neden, sorusunu cevaplayabilmemiz için muhatabı olduğumuz, bize veya diğerlerine ait bütün mülkiyet haklarını tanıdığımıza dair irademizi ne zaman ve ne biçimde beyan ettiğimiz hususunu ele almak gerekir.
Varoluşsal zorunluluk ve hakların varoluşa ilişmiş halde varoluştan itibaren ortaya çıkması gerekir. Lakin irade beyanı hususu hemen hemen konu olduğu bütün zeminlerde fiziksel varlık dışında akıl sağlığı ve kavramsallaştırma, kavramsal olanı anlayabilme gibi kabiliyetlerin yeterliliği ile mümkün olmaktadır. Bu nedenle, irade beyan edebilmek, mülkiyet haklarımızdan faydalanabilmek ve diğerlerinin mülkiyet hakları karşısında sorumluluk ehliyeti kazanabilmek için genel kabul görmüş uygulamaya göre 18 yaşımıza kadar bekleriz.
Hayatımızın ilk 16 yıl 364 gününü mülkiyet haklarının da bir bölümü dahil olmak üzere dünya üzerindeki bir çok hakkı tanıdığımız yönünde herhangi bir irade beyan etmeden geçiririz. Bu iradeyi bizim yerimize, haklarımızın da büyük bölümünü elinde bulunduran yasal hamilerimiz beyan eder. Çoğunlukla ebeveynlerimizdir bu kişiler.
18 yaşımızdan gün almakla beraber, yakın tarihte yapılan araştırmalara göre dünya üzerinde yüzde bir gibi çok küçük bir azınlığın dünya kaynaklarının çok büyük bir bölümü üzerinde tasarruf hakkına sahip olduklarına şehadet eder, bu yönde irade beyan ederiz. Bu beyan nedeniyle de elimizi kolumuzu sallayıp bu yüzde birlik azınlık kesimden herhangi birinin evine girip havuzunda serinleyemeyiz, son model arabalarından birini alıp “bi tur atıp gelicem hacı...” diyemeyiz.
Kendi irademiz dışında yaptığımız bu “irade beyanı” (!) ile kazandığımız ceza ehliyetine dayanarak cezalandırılırız.
Günümüzde dünya üzerinde sosyal ve ekonomik yaşama ilişkin bütün kanun ve yasal düzenlemeler temelinde bu irade beyanına dayanır.
Mevzunun tıkandığı nokta bir zorunluluklar silsilesi şeklinde vücut bulan kabaca dünyaya gelme, büyüme ve nihayetinde ceza ehliyeti kazanma sürecinin hiçbir aşamasında süreci bir yerlerinden kurcalayarak akamete uğratma kabiliyetimizin olmaması (hayatımıza son vermek dışında – ki konumuz bu değil). Kendi varlığımızı ve etrafımızı saran kavramları hakkıyla idrak edebilecek olgunluğa eriştiğimiz noktada o an itibariyle cari olan bütün mülkiyet haklarını zaten kabul etmiş bulunuyoruz. Kendi irademizle vermediğimiz bu karardan geri dönme şansımız da malesef yok. Dünya üzerinde herhangi bir devlet yapısı altında varlığını sürdürmeyen bu ve benzeri bir kurallar bütünün uygulamada olmadığı bir toprak parçası günümüz itibariyle bulunmuyor. Kaldı ki biz insanlık olarak devletin tanımını tam da bu şekilde yapıyoruz. Devlet kavramından anladığımız yukarıda bahsettiğimiz sistemin devamlılığını sağlayan toplum içi ve toplumlar arası bir irade beyanı(!).
“emperyalizmin en büyük hüneri teoriyi kendi lehine yorumlamasıdır” demişti birisi. Kimdi hatırlamıyorum. Ulus devlet, global devlet, mülkiyet, kapitalizm ve emperyalizm bir sonraki yazıya.
Kısa bir özet geçmek gerekirse;
Ulus Devletlerin kendi zenginlerinin menfaatlerini korumak için fakirlerini savaşa gönderen ve kendi canlarını feda etmeleri gerektiği konusunda onları motive eden kurumlara nasıl dönüştüğünü.
Kendi zenginlerinin menfaatlerini korumak için diğer devletlerin fakirlerini birbirleriyle savaşmaya motive edebilen kurumlara ise Global Devlet ya da Süper Güç adı verildiğini.
Günümüz savaş meydanlarında herhangi bir fakirin bir zenginin menfaatini korumak dışında herhangi bir amaç uğruna başka bir fakiri öldüremediğini, ve bunun adının nasıl savaş suçu olarak kabul gördüğünü tartışacağız.