BİR RÜYA MIYDI ÇOCUKLUĞUM? 1. BÖLÜM - 16
AVA GİDEN AVLANIR
Çocukluğumdaki en eğlenceli işlerden biri de kuş yakalamak için kapan kurmaktı. Önce içerisine karatavuk ve zuppan gibi bir kuşun sığabileceği büyüklükte bir çukur kazardık. Şimdilerde kayrak taşı denilen ve bizim sal taşı dediğimiz bir taş bulmamız ve bu taşın hazırladığımız çukuru kapatacak kadar büyük olması gerekirdi. Kapanın mekanizması birbiriyle ilişkili yedi adet çöpten oluşurdu. Bu çöpler sal taşının çukurun üzerinde eğimli olarak durmasını sağlardı. Çukurun içerisine ve civarına saman ve buğday tanesi serpiştirip kapanı hazır hale getirirdik. Bundan sonrası kuşların yemi yerken hassas bir şekilde duran çöplere temas etmesi mekanizmayı harekete geçirir ve çukurdayken üzerine kapanan taşın altında kalırdı. Bize de bu kuşu kaçırmadan yakalamak kalırdı. İşin en heyecanlı kısmı burasıydı. Bunun için önce ceket çıkarılır ve kapanın üzerine örtülür sonra ceketin bir kolundan kol içeri daldırıp sal taşı el yordamıyla aralanır ve kuş canlı olarak yakalanırdı.
Yıkık kilise mevkiinde abimin, arkadaşı Ahmet Keçeci’nin ve benim birer tane kapanımız vardı. Okula giderken önce oraya uğrar ve kapanlarımızı kurardık. Eve dönüşte de ilk işimiz kapanlarımızı kontrol etmek olurdu. Çoğu zaman kapanlarımızı kurulu vaziyette bulurduk. Bazen de mekanizma harekete geçerken kuş fark edip kaçtığından kapanı boş bulurduk.
O gün okul dönüşü kapanlarımızı kontrol etmek için geldiğimizde benim ve Abimin kapanı açık, Ahmet Keçecinin kapanı kapalıydı ve sal taşının altından dışarı siyah bir telek ucu görünüyordu. Bu bir karatavuğun yakalandığını işaret ediyordu. Ahmet, sevinçle ceketini çıkardı ve taşın üzerine kapattı sonra sağ kolunu ceketin kolundan daldırdı. Biz de heyecanla karatavuğu yakalamasını izlemeye başladık. Ahmet karatavuğu yakalamaya uğraşırken, mezarlığın taş duvarında oturan Hotti’nin iğrenç kahkahası duyuldu. “hahhhahahahah!. Hahhahhaha!. Yakaladın mı karatavuğu Keçeci?” Hotti(bu onun lakabıydı) iri kıyım, işiz-güçsüz boş gezenin kalfası bir delikanlıydı. Elinde tüyleri yolunmuş karatavuğu salladığını görünce mesele anlaşılmıştı. Ama asıl sorun daha büyüktü. Hotti kuşu yakaladıktan sonra, kapanın çukuruna kakasını doldurmuş ve Ahmet kuş yerine bu malzemeyi yakalamıştı. Hotti kahkaha atarak uzaklaşırken bizim için yapacak bir şey yoktu. ‘Ava gidenin avlanması’ bu olsa gerekti.
İSTANBULLU SARIŞIN
Yaz dönemi tatili başladıktan birkaç hafta sonrasıydı evimizi bir İstanbullu kadın şenlendirdiğinde. Otuzlu yaşların başlangıcında görünen ve ismi Ayşe Ç. olan misafirimiz, gerçek bir sarışındı, yani o boyalı sarışınlardan değildi. O zamanlar için dekolte sayılabilecek ve çiçek tarlasını andırır desenli elbisesi ona özel bir hava veriyordu. Fındık burnunun altındaki gelincik kırmızısı dudakları gülerken mavimsi gözleriyle bütünleşiyordu.
Ayşe Hanım, Andırın’ın otuz kilometre kadar kuzeyinde bulunan Geben nahiyesinin Fevziye köyündenmiş, yani annemin köyünden. Gençlik yıllarına kadar annenle çok yakın arkadaşmışlar. Annem evlendikten sonra o da İstanbul’daki akrabasının yanına gitmiş. Andırın’a geliş nedeni büyüklerinin ölümünden sonra miras kalan birkaç parça tarlanın tapu işlemleriymiş. Annemin ölümünden haberi olmadığı için büyük şaşkınlık yaşamış.
Bizim Ayşe onu görür görmez hoşlanmadığını belli etmeye başlamıştı. Komşu arkadaşı Fatma gelince başladılar onu çekiştirmeye, yok şurası şöyle yok burası böyle demeye. Basbayağı kıskanmışlardı sarışını nedense. Bir gün babam çarşıdan ciğer alıp benimle göndermişti. Bizim Ayşe misafire usulden sordu “ciğeri nasıl seversiniz?” diye. Ayşe biçimli omzunu şöyle bir silkeleyip, “Ayyy! Ciğer yenir mi ayol?” diye cevap vermesi, bizim Ayşe’nin diline pelesenk olmuştu. Onun olmadığı yerde her gün taklidini yapıyor arkasından “Şu İstanbul kedisine bak, bir de ciğeri beğenmiyor” diyordu.
Sarışın misafir, evde hiçbir şeye elini sürmüyor ama benimle özel ilgileniyordu. İkide bir “İstanbul’a gelmek ister misin?” Babamı ikna edebilirse hep birlikte orada yaşayabileceğimizi, İstanbul’da her şeyin çok farklı olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyor bu teklifi beni çok heyecanlandırıyordu. Bir ikindi vakti Babam, Ayşe Hanım ve ben Akkale istikametinde yürüyüşe çıktık. Bu gezinti sırasında düşüncesini babama açtı. “Senin eşe, çocukların anneye ihtiyacı var ve bu dağ başında durmanın ne anlamı var?” deyince, babam bu teklifinin gerçekleşmesinin imkânsızlığını dile getirip konuyu kapattı. Ayşe Hanım ertesi gün bizimle vedalaşırken babama dönüp “Teklifimi iyice düşün, bir yıl içinde kesin cevabını bekleyeceğim”. Babam cevap yazdı mı bilmiyorum ama benim İstanbul hayallerim sona ermişti bile.