Boğaz'ın Dibindeki Rüyalar
Gül, İstanbul’un dibini son dönemde köstebek yuvasına çeviren, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan ulaşım tünellerinin birine girmişti peşindeki polislerden kaçarken. Tünelde çalışma devam ediyor, halkın hizmetine sunulması uzun zaman alacak gibi duruyordu. Yerin altında yoğun çalışma olmasına rağmen Gül’ün saklandığı kısımda hiçbir hareketlilik yoktu. Arada bir birkaç işçi duvarlarda yalıtım işi yapıyormuş gibi etrafta geziniyordu. Gül bu sakinlikten faydalanarak terk edilmiş bir çay içme odasında günlerce kaldı, şarjı bittiğinde şarj oldu. Bir fare gibi yerin dibinde yaşamaktan sıkılan Gül, yeryüzüne çıkmak için yarım gün uğraştı ama kendini göstermeden gün ışığına ulaştıracak bir çıkış bulamadı. Bizans kalıntıları çıktığı için çalışmanın durdurulduğu bir bölgede şarjı bitti. Yarı faaliyet yürüten beyni rüyalar âleminde gezdi. Bizans prensleri ile evlendi, Rum köylerinde eşiyle gezdi, elma bahçesindeki çekici bir elmayı dişleyince kendini Osmanlı’nın İstanbul’unda buldu. Osmanlı askeri Yeniçeriler gece geç saatte şarapla kafayı bulmuş, piste dans eden Gül’e sulanmaya başlamışlardı. Başa yeni geçmiş olan Genç Osman’dan ulufelerini almış, hayatın tadını çıkarmak için içmeye gelmişlerdi salaş mekâna. Gül askerlere direnemedi, sırayla tecavüz ettiler. Gül kendini salaş mekândan dışarı attığında şerbet satan bir Osmanlı esnafına rastladı. Zeki esnaf Gül’ün son model bir gavur kızı olduğunu düşündü, peşini bırakmak istemedi. Evine davet etti, şerbet ikram etti. Gül, tıpkı gavur kızları gibi gülümseyerek adamı takip etti. Gecenin geç saatinde yollara saçılmış olan at pisliğini ve karpuz kabuklarını süpüren inbot çöpçüler ile karşılaşınca afalladı. Minimalist bir hava taşıyan mavi beyaz hela tabelasının önünde durdu Gül. Umumi helanın önünde bekleyen inbot dilenci Gül’e, ’’Şarj için biraz para!’’ dedi. Cebindeki son para olan on doları adama uzattı. ’’Allah senden razı olsun bacım!’’ Daha önce görmediği paranın üstündeki fotoğrafa yoğunlaştı dilenci.
Gül şaşkınlıkla adama, ’’Bu çöpçüler ne ile çalışıyor?’’ diye sordu. Yollarda elektrik direklerinin olup olmadığına baktı. ’’Elektrik icat edilmiş mi?’’ Hayır, elektrik icat edilmemiş veya tekrar unutulmuştu. İnbot çöpçüler gazyağı ile çalışıyordu. Gül, gazyağının icat edilmiş olmasına sevindi, elektriğe ihtiyacı olunca gazyağı içebileceğini aklından geçirdi. İnbotlar icat edilmiş olmasına rağmen modern dönemin epey şeyi icat edilmemişti. Türk lokumu hazırlama makineleri vardı geçtikleri çarşıda. Teknik konulara ilgi duyan şerbetçi hevesle bilimin bu ara bir ileri bir geri gittiğini, bazı buluşların çıkmasından sonra geriye doğru aktığını anlattı. Fatih döneminde elektriğin kullanılmış olabileceğini dile getirdi. Gül’ün bahsettiği petrol ürünleri ile çalışan motorları Fatih, İstanbul’u alırken kullanmıştı. Sırlı bir şey anlatıyormuş gibi anlatmaya devam etti. Fatih gemileri karadan götürürken yağlı odunların üstünde filan kaydırmamış, tırlara bindirmişti. Bu bilginin modern dönemin tarih kitaplarına girmesi gerekiyordu. Şerbetçi, bir hanın tepesindeki aleti gururla göstererek, ’’Zamanında cep telefonu kullanılıyormuş. Şu gördüğün antika bir baz istasyonu. Cep telefonları ve baz istasyonu radyasyon yaydığı için ulema durumu Padişah’a bildirmiş. Padişah da halk sağlığını korumak için yasaklamış cep telefonlarını. İleriki zamanlarda cep telefonlarının kullanılması, GSM operatörlerinin kurulması bir yasa ile serbest bırakıldı. Fakat artık iş işten geçmişti. Elektronik ürünler ve bilim evrim geçirip kendilerini devre dışı bırakmıştı,’’ dedi.
Gül, bir kışlanın yanından geçtiklerinde adama asker yeşiline boyanmış olan paletli iş makinalarını gösterdi. ’’Onlar şey ile çalışıyor. Yüzüme öyle bakma... Motorin ile filan çalışmıyor. Sanırım iki farklı kimyasalı birbirine karıştırıp aracın içine döküyor askerler. Tepkime sonucu araç hareketleniyor. Düşmanların kalelerine bu araçlarla kaya fırlatıyor, ardından duvarları ağzı ile yıkıyoruz. Mancınık ilkel zamanlarda kullanılıyordu,’’ dedi bilgiç bilgiç gülümseyen adam. ’’Bak, şu köşedeki büfe de modern zamanda çıkacak olan paramatik. Şu an orada sarıklı bir Osmanlı memuru duruyor. Biraz geliştirilmesi gerektiğinin farkındayım. Ulema bilim adamlarımızın icatlarından hoşlanmıyor, çalışmaları Padişah’ı devreye koyarak sekteye uğratıyor. Yoksa Türkler şimdi Ay’da koloni kurmuştu. Olaya küresel yönden bakmakta fayda var.’’ Girift sokaklardan geçiyorlardı. Hangi yöne gideceklerini gösterdi adam. ’’Cumbalı evlerin pencerelerinden aşağıya sarkıtılmış olan fantezi iç çamaşırlarını görüyor musun? Onlar da bizim bilim adamlarının ilk sermaye sahipleri ile yaptığı çalışmanın sonucu piyasaya çıktı. Yok, satıyor bu ara. Ben de boxer giyiyorum. Aslında çok az şeyi gavurlar icat etti. Aklın x’e takılmasın, o harfi de biz icat ettik.’’ Gül çevresine baka baka ilerliyordu daracık sokaklardan. Gecenin geç saati olduğu için ortalıkta kimseler yoktu.
Gül, şaka yollu Amerika Birleşik Devletleri’nin icat edilip edilmediğini sordu. Hayır, öyle bir devlet icat edilmemiş veya kurulmamıştı. Ama beyaz adamın uzak kıtada İncil dağıtırken altınları Avrupa’ya doğru çektiğini herkes duymuştu. Kızıl renkli uzak kıta sakinleri, solculuk henüz icat edilmemesine rağmen kendilerinin sömürülüp öldürülmesine tepkiliydi. Zehirli oklarla beyaz adamla savaşıyor, Kutsal Kitab’ı ayaklar altında çiğniyordu. Din adamlarına göre Kutsal Kitab’ı ayaklar altında çiğneyen, sayfalarını oklarının ucuna takan insanların hakkı ölümdü. Tanrı’nın merhameti bu vahşi insanları bulacak değildi.
Cihanın tek hâkimi adalet dağıtmayı artık pek beceremeyen Osmanlı idi. Adalet dağıtmayan bir devletten hakkını almak için harekete geçme zamanının yaklaştığını düşünüyordu herkes.
Birkaç yüzyıl sonra icat edilecek olan bazı şeyler hakkında ise hiçbir fikri yoktu zavallı adamın. Onun tek derdi aşkıydı artık. Bir an önce aşkıyla birleşmek istiyordu. Gül, bir inbot olduğunu adama izah edince işler iyice yoldan çıktı. ’’Seninle yattığım için zina yapmamış olacağım!’’ diye bir fikre ulaştı adam kendince. Bu fikir Gül’ü daha çok arzulamasına sebep oldu. Böylece inbotlarla yatmanın tam olarak zina sayılamayacağını fetvasını ilk veren, şerbet satıcısı Osmanlı esnafı oldu. Zeki ve şehvetperest adamın evine vardığında kendi halinde bir Osmanlı kadınını, sarıklarını çıkarmadan odanın ortasında uykuyu dalan çocuklar gördü. Adamın hanımı Gül’e acımış gibi bakarak, ’’Kaç kendini kurtar. Ben ettim, sen etme,’’ dedi. Ansızın Genç Osman dönemi olmasına rağmen ağzında tütün piposu ile içeri Dördüncü Murat girdi. Şerbet satıcısına bir tokat attı, rafa dizilmiş olan şarapları göstererek, ’’Ben içkiyi ve tütünü yasaklamamış mıydım?’’ diye sordu hiddetle. Dördüncü Murat, Gül’ü ve evin hanımını kucakladı, hükümdarlığını tam olarak yapamadığı için af diledi. ’’Bir bardak şarap doldur bilir misin bana?’’ diye sordu Gül’e. Gül, söyleneni yaptı. Dördüncü Murat’ın karizmatik duruşundan ve sert davranışlarından hoşlandı. Rüyada olmadığını, Dördüncü Murat’ın eşi olmak istediğini içinden geçirdi. Birlikte inbot imparatorluğu bile kurabilirlerdi. Hiçbir şey sabit değildi, her şey hareket halindeydi. Sanrılar içinde debeleniyordu.
Dehlizlerde ayin yapan tuhaf Hıristiyan tarikatlarına katılınca rüya gördüğünü düşündü. İsa’nın kanı ve etiyle beslendiklerini öğrendi. Çeşitli ritüellerle insan eti yiyen, insan kanı içen bu insanların mekânlarında yüzlerce çocuk ve kadın kemiğinin olduğunu görünce yirmi birinci yüzyıla gitmek istedi. Sesini duyan kimse yoktu. İncil’den ayetler okunuyordu bir yerlerde. Karanlığın içinde bir adam Gül’ün sol yanağına bir tokat attı. Gül, gülümseyerek sağ yanağını çevirdi. Ansızın ortalık aydınlandı. Meyve vermemiş olan incir ağaçlarının arasından yürüyordu Gül. ’’Meyve vermeyen bir ağaç ne işe yarar ki?’’ dedi kendi kendine. Tüm incir ağaçları kurudu pattadak. Gül zorla nefes alıyordu artık. ’’Meyve vermeyen incir ağaçları da bir işe yarıyormuş!’’ diye düşündü. Yeryüzünde hiçbir şey gereksiz değildi. Bilmediği konularda yorum yapmamaya söz verdi.
Rüyasında rüya âleminden kurtulmak için var olduğunu düşündüğü bir Tanrı’ya dua etti. Yine de rüyalar âleminden kurtulamadı. İlkel zamanlardan kalan yelkenli gemiler gördü Boğaz’ın dibinde. Bu gemiler ansızın buharlı gemilere dönüşüp suyun yüzeyine yükseldi denizaltılar gibi. Buharlı gemilere dönüşen bu yelkenli gemiler göz açıp kapayana kadar petrol ürünleri ile çalışan modern gemilere dönüştü. Gemilerdeki altınlar ne de çabuk ham petrole dönüşmüştü! Gül, bu gemilerin birinde Cebeli Tarık Boğazı’na doğru seyahat ediyordu. Geminin kaptanı Gül’e âşık olduğunu itiraf edince her şey değişti. Seyahat ettiği gemi artık Titanik’ti. Binlerce kendini beğenmiş aristokrat Gül’ün ensesindeki USB girişi ile dalga geçiyor, böyle bir ucubeye aşkını itiraf eden kaptana çirkin laflar ediyorlardı. Windows beyinli cansız canlılarla arkadaş olanlar ezik insanlardı. Üstelik bu ucubeler sanattan, edebiyatta, müzikten zerre anlamıyorlardı. Gül’ü içten içe kıskanan şık giyimli kadınlar erkeklerinin etrafında kibarca dönüyordu. Kaptan, Gül’ü güverteye çıkardı. Kendilerine hızla yaklaşan buz dağını işaret ederek, ’’O kütle bu kibirli gemiyi puf diye batıracak. Tanrı’nın egemenliği her yerdedir. Kendilerinden başka bir şey düşünmeyen bu insan topluluğunu Lut kavmine benzetebiliriz,’’ dedi. Yüzünde zaferin yakın olduğunu gösteren bir ifade vardı. ’’İstersen cennete benimle beraber gelebilirsin. Tanrı’nın merhameti her şeyi ve her yeri kuşatmıştır.’’ Gül, kaptandan korkarak geri geri yürümeye başladı. ’’Bizim için bir şey yok orada. Ölüp yok olmak istemiyorum. Gitmek zorundayım.’’ Gül, kendini kurtarmak için denize atınca başka bir rüyaya geçiş yaptı zihni.
Bu sefer yakın tarihe dalış yapmıştı, Gül. Türkiye halkının kurtuluş mücadelesinin başlamasına az bir zaman vardı. Atatürk bir gemide Samsun’a doğru ilerliyordu. Geminin bacasından tıpkı ilkokul öğrencilerinin Samsun’a çıkan Atatürk resim çalışmasındaki gibi kara dumanlar yükseliyordu mavi göğe. Gül, Atatürk’ün karşına oturmuş beraber ekşi ayran içiyorlardı. İkisinin de yüzü gülüyordu. Atatürk, ayrandan kafayı bulmuş gibi çevresine baktı, hizmetçiyi yanına çağırdı, ’’Nerelisin yavrum?’’ diye sordu. Padişahın yaverinin karşısında dili tutulan hizmetçi kekeleye kekeleye, ’’Elazığlıyım efendim,’’ dedi. Atatürk geriye yaslanarak gülümsedi. Gayet rahat bir ifade ile, ’’Bir gün Elazığ’a geleceğim. Yeni bir devlet kurup Elazığ’a geziye geleceğim,’’ dedi. Sesini kısarak devam etti: ’’Bu dediğim aramızda kalsın. Ayranı içince kendimden geçtim. Kesinlikle egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, yukarıdaki insanların değil.’’ Gül de bir vatansever gibi gülümsedi, başıyla tasdik etti. Bilimden başka gerçek yoktu. Din de bu gerçeklikle beraber yaşabiliyorsa vardı. İslam diğer dinler gibi değildi, bir bilim ve akıl diniydi. Ansızın Atatürk oturduğu yerde kıpırdamaya başladı. ’’Yavrum belimi kaşıyabilir misin?’’ diye sordu Gül’e. Gül, zevkle ilerde paşa olacak olan Atatürk’ün belini kaşıma saadetine erişti. ’’Siz inbotlar da yüksek aklın ürünüsünüz. Size de azınlık haklarını vereceğim.’’ Her şey rüya gibiydi. Gül, rüyasından uyanmak istemiyordu. İlerde kurulacak devletin bir inbot imparatorluğu olduğunu aklından geçirdi. Rüyanın içinde rüya gördüğünü bildiği halde aklının bir tarafı tek gerçeğin gördüğü rüya olduğunu söylüyordu. Pattadak içeriye cübbeli hocalar girdi, Atatürk’e kinle bakmaya başladılar. Kendi aralarında, ’’Bu bir vatan hainidir! Dinsizlerin sistemini memleketimize getirecek ilerde,’’ diye konuşmaya başladılar. Atatürk Samsun’a çıkmamalıydı. Aşağıya, denizin dibine inmeliydi hemen. ’’Allahu Ekber!’’ diye bağırıp hançerlerini çıkardılar. Bu arada Atatürk ruhani bir varlık gibi havaya yükseldi. Hocalar ağızları açık seyrediyorlardı Atatürk’ü. Ellerindeki hançerler yere düştü. Havada asılı şekilde durup gülümseyen Atatürk ansızın miladi takvime göre 2000’li yıllarda Türkiye’nin başına geçen ve epey süre ülke siyasetinde önemli rol oynayan Recep Tayyip Erdoğan’a dönüştü. Recep Tayyip Erdoğan, cübbeli hocaların hepsini Uzakdoğu dövüş sporları ile yerle bir etti. Erdoğan; Gül’e dönerek, ’’Hesapların üstünde bir hesap vardır!’’ dedi. ’’Bana bir bardak ayran getir!’’ Gül telaşla söyleneni yapmak için dışarı çıktı. Dışarı çıkması ile başka bir rüyaya atlaması bir oldu...
Günlerce küp parçalarının, insan iskeletlerinin, altın zerrelerinin içinde yattı; yardımına kimse gelmedi. Arada bir civardan geçen inbot işçiler, insan mühendisler gündüzleri Bizanslı hayaletlerle savaşmaktan ve çalışmaktan yoruşmuş olarak yanından geçer, hazine bulma hayalleri ile yeryüzüne yakın bir noktadaki yatakhanelerine dönerlerdi. Gece uyumadan önce Bizanslıların torunları olan orospuları yataklarına alırlardı. Türk mühendisler orospuya dönmüş olan Bizans kızlarıyla yatmaktan memnun Fatih’in askerlerini düşünürdü. Batılı orospular ise şanlı atalarının iskeletlerinin üstünde uyumaktan mutlu olduklarını bilirlerdi.
YORUMLAR
Demek ki iyisiniz.. yazıyı okuruz; çok kötü bir gün, çocuklar yanıyor, taciz, terör, tecavüz gırla...
Esenlikle...
Göktürkmen
Olaydaki konum ve durum belirsizliği var, ama site için çok sıkı bir öykü olacağı kesin.
Günümün seçkisi gibi buton yazı kısmında yok sanırım.
Ama ben tam puanladım, esenlikle...