Utangaç Gülüşler / 3
Öyle bir kusur işledim ki
bağışla, utanacağım.
Bitti
Gün kararmış, o ağırlaşmıştı. Tek kişi çıktığı eve bir kaç kişinin öyküsüyle dönüyordu. Kapıyı açan adamın endişesini sesinden anlamış, ancak ne dediğini duymamıştı. Korkularını kendisine sarılarak gidermeye çalışan adamı, "Çekil!" Diyerek itti. Muhtemelen dişleri sigara zifirinden kararmış olana uğramıştı bu akşam. Nefesi balçık kokuyor gibi geldi. kadına.
Ortalık toplanmış, kafa yeterince dağıtılmıştı anlaşılan. Mutfak masasının üzerinde boş dört bira şişesi duruyor, kül tabağından izmaritler taşıyordu. Kapıya yaslanmış, elini attığı yerden aradığını bulup masanın üzerine bırakan, evi kadar şu an kendisine de yabancı kadını izliyordu, adam. Çaydanlıkta kaynayan suyun taşan kısmı ocağın kızgın demirine değdiğinde, sessizlik bölündü.
Kahvesinden bir yudum alan kadın;
"Otursana," dedi, hala ayakta duran adama ev sahibi kendisiymiş gibi.
Ölüm döşeğinde olup, son sözlerini söyleyecek birine yanaşıyormuş gibi yanaştı ve karşısındaki sandalyeye oturdu adam.
"İçer miydin? Bira üzerine kahve içilir mi, bilemedim."
"Yok. Almayacağım. İyi misin sen?"
"İyiyim. Ya sen?"
"...?"
Kadın, dakikalardır dalıp gittiği kahve fincanından ayırdığı bakışlarını kendisine çevirdiğinde, gözlerini onun ellerinden çekmeden, sordu, adam.
"Konuşmayacak mıyız ?"
"Ne konuşalım," dedi kadın. "Sen yeterince konuşmuş, fazlasıyla yormuşsun sesini,"
"Ne demek bu şimdi? Söyler misin, bilmediğin bir şehirde, bu saate kadar nerdeydin? Telefonuna niye bakmıyorsun? Çıldırdım meraktan!"
"Özür dilerim" dedi, kadın. "Kendimi iyi hissetmiyorum. Yatacağım. Beni bu gece yok say olur mu? Yokum ben."
Onun kahve fincanın üzerinde unutup bıraktığı ellerine uzandı adam. Kadın korkuya benzer bir tepki verdiğinde fincan devrildi. Masanın üzerinden yere akan kahve halıya damlıyordu. Kadın kıpırdamadı. Adam mutfak tezgahındaki havluyla masanın üzerindeki kahveyi sildi önce. Havluyu yıkadı ve halıyı sildi. Donuk bakışlarla izlemekte olan kadın, "Eline ev işleri yakışıyor," dedi. "Kahve leke yapmaz, korkma."
"Biliyorum," dedi, adam. "Çok da şeyimde değil ayrıca. Yanmadın ya."
Çaydanlıkta sabahtan kalan çay demlikteydi ve az önce kahve suyu kaynarken ısınmıştı muhtemelen. Kalktı. Adama değmemeye özen göstererek arkasında kalan ocağın üstünden çayla dolu demliği aldı.
"Yalnız," dedi, "masayı toplamak,mutfak temizliği için yetmez, Ocağın üzerine de el atmalısın. Çaydanlığı mutlaka boşaltmalısın. Aksi halde demliği sarartıyor, biliyor musun? İçemediğin çayı dökeceksin. Bak, tıpkı böyle!"
Bir kısmını masanın üzerine boca ettiği çay telvesinin kalanını halının üzerine boşalttı. Sonra çaydanlığı lavabonun içine yavaşça bıraktı ve sakin adımlarla salona geçti.
Kıyamet çay içiyor, adam şaşkınca seyrediyordu. Elindeki havluyu yere fırlattı.
Ne olmuş olabilirdi ki ? Bir güne ne sığabilirdi? Kadın kimseyi tanımazdı bu şehirde... Sadece bir kişi vardı ortak dostları diyebilecekleri, o da kendisini satmazdı. Eli telefona gitti. Bir gariplik, bir tuhaflık aradı, arkadaşının alo diyen sesinde. Bulamadı. Cıvıl cıvıl açmıştı kadın. Sıradan bir iyi akşamlar görüşmesinden sonra kapandı telefon. O halde mesele neydi?
Beyni zonkluyordu. Salondaki kanepeye uzanmış yatan kadını, böyle ayak dirediği zamanlar üzerine gitmenin aksi etki yaratacağını bilecek kadar tanıyordu. O kadar ancak.... Susmasından nefret etmişti hep ve o, çok kırıldığında susardı böyle. Ne olmuştu acaba, ne biliyordu? "Say ki her şeyi," dedi. Sakladığı ne varsa biliyor olsa ne olurdu? En fazla giderdi. Gitsindi.
Gitsin miydi? Bir şehri arkasından sürüyerek mi?
Zaten gidecekti. Bu korkuyla yaşamaya alıştırmamış mıydı kendisini? O an, niye şu an olmasındı ki. Gitsin, ama.... Böyle gitmesindi. Daha saygın, bıraktığına yakışır bir son olmalıydı gidişi. Hep dilediği şu soylu ölümler gibi bir şey.... Trafik kazasında değil bir kavgada mesela. Gece uykusunda değil, yumruk yumruğa dövüşürken ölmeliydi o. Ya da silahlı çatışmada.... Kimsenin tavuğuna kışt demeden, nasıl olacaksa o.. Nerede, hangi sebeple bilmiyordu, ama sıradan ölümleri sevmiyordu işte. Konuşmuşlardı. "Cephede," demişti kadın, "ya da bir direnişte. Geçelim ön saflara, buysa dileğin. Savaştan çok ne var, ben hazırım. Var mısın? " Bir defasında, "Korkakların soylu mazeretleri olur, cesurlarınsa sadece, basit yaraları ," demişti. Küçük bir şehirde, henüz boşanmış adamların ve kadınların, rüşdünü, yaşadıkları çevreye ispattan ibaret savaşlarını savaştan saymadığını çoktan anlamıştı, kadının. Ne zaman böyle afilli cümleler kursa, aralarına giren mesafeyi, sesini yükselterek kapatmayı her defasında başarmıştı.
Derinlerinde bir yerlerde anlam veremediği bir sızı hissetti. Onsuz yapabilir miydi? Yapardı. Kaç kere ayrılmışlardı? On, yirmi... En fazla bir iki hafta sürecekti ayrılıkları. O, bırakamazdı sevdiği adamı. Yaşayamazdı onsuz. Seviyor olmaktan çok, sevildiğini bilenlerin güveniyle kalktı, salona geçti. Uyuyor gibiydi kadın. Sarıldı. Uyumuyordu.
"Ellerini kırabilirim," dedi. "Yemin ederim, yapabilirim. Çek onları üzerimden."
"Kalk, konuş benimle! Derdin neyse söyle," derken kabahatli çocuklar gibi sesinin titremesine engel olamadığını fark etti. Sustu. Yatak odasına geçti ve yatağa sırt üstü bıraktı kendisini. Her defasında "bitti galiba," dedirtmeyi, göğüs kafesindeki şu sızıyı tetiklemeyi nasıl başarıyordu, bu kadın? "Bu defa gerçekten de bitti galiba."
Neydi kaybettiği? Sevgili?
Sevgiliydi, En değerliydi. Anneydi, kardeşti... "Kadınım," demekten gurur duyduğuydu. Saçlarını ona okşatmadan geçmezdi içinde acı, korkuları dinmezdi. Söylediği yalanlara, onu inandırmadan huzura ermez, yaptığı yaramazlıklar içine sinmezdi. Kabahatine rağmen torununu koruyan nineydi o. Özür diledğinde affı yetmez, seni seviyorum demediği sürece sevgi taçlanmazdı. Yapabilirsin demediği hiç bir şeyi yapabileceğine kendisi bile inanmazdı. Peki "yediğin haltlar ne o zaman?" Neden bir kadına sadık kalamamıştı hiç? Kendini bildi bileli, neden başka başka tenlerde gezinip duruyordu, az önce son kadının "kırarım" dediği bu lanet elleri.
Yemekten sonra veya önce, atıştırmak gibi bir şeydi bu, onun için. Çocukluğundan kalma alışkanlıktı gözü açlık. İnkârda ustalık, disipline zorlanmış çağlarından yadigardı. Biranın yanında kuru yemiş gibi bir şeydi başkasının yataklarına girip çıkmak. Yemekten önce kurabiye gibi... Bir tane daha.... Bu son tuzlu fıstık... Bu son çikolata. Bunu da alsın, başka almayacaktı. Çocukluğundan beri, elinin yettiği yerdeki atıştırmalıklardan nefsini hiç çekmedi. Kendisinden koruyamadığı evliliğinin bitiş nedeni, hukuk dilinde oburluk değil, şiddetli geçimsizlikti.
Ne kaybediyordu ki? İçindeki çocuk, nikahlı ya da nikahsız bir kadının sevgisiyle sarılmış sarmalanmışken, öğün arası atıştırmalıklardan geri duramıyorsa, taşıdığı koca bedeni sermayeden zarar etmiyordu ya! Hem o "canına yandığı" kadınlara zorla bir şey yaptırıyor değildi ki. O olmasa başkasına yem olacaklardı onlar. Üstelik, o zarar vermeden severdi kadınları. Hırpalamaz, incitmezdi. Hatta değerli bile hissetirirdi. Kıskanırdı, arzulardı. Daha ne etsindi? Bir lütuf gibi sunardı bedenini. Önce kendisini kandırırdı sunduğunun değerli, oyununun önemli olduğuna; sonra oyuna giren herkesi. Onun ara öğün kadınları ya birilerine ait kadınlardı, -bu ilişkiye gizli tutmanın garantisi demekti, onun için- ya da utangaç gülüşleri vardı. İlk günahı paylaşır gibi, mahcupça sunarlardı birbirlerine kendilerini. Oyuna dahil olan bilirdi ilk olmadığını, ama her defasında baştan giyilirdi o ısıtan mahcubiyet elbisesi ve ona göre kadına en çok yakışan giysisi de oydu. Şu sonuncuyla biraz fazla sıkı fıkı olmuştu gerçi ya gökte ararken yerde bulunan fırsat gibiydi kadın. "Çöpsüz üzüm." "Eli yüzü düzgün", işi gücü olan ve korumasız... Öyle korumasız ki yatağa götürmek için çapkınlığın raconu olan tekerlemelere, söz oyunlarına gerek bile kalmamıştı. Zor zamanlarındaydı ve uzanan ilk omuza yaslanmaya hazır yorgun başı, erkek gücü gerektiren bir yığın işi vardı. "İyi ki en yakınındaki ilk erkek kendisiydi, yoksa, o saflıkla, ite kopuğa yem olması işten bile değildi," kadının. "Nasılsa yiyecekti birileri" "çifte kavrulmuş fıstığı", neden önce o yemesindi?" "Annesinin babasının, sülalesinin yüzünü yere eğmeden, ailesine yakışır asaletle yaşayıp gidiyorken, çocuklarına zarar vermeden, kimse duymadan.... "Birkaç kadının gönlünü aynı anda hoş etmenin," kime ne zararı vardı? Hayatın bomboşluğuna, başka türlü nasıl katlanılırdı? Her dışarı çıkıp dönerken, daha girişinde yüreğini daraltan bu "içine ettiği" şehirde, yeni bir kadın vücudunu keşfin verdiği zevkin yerine ne konabilirdi, erkek için? "Erkek dediğinin namusu yatağa girmekle kirlenmezdi ya!"
Huzursuz bir sıçrayışla kalktı yataktan. Bu kadar rezil bir adam mıydı o? "Rezil, ahlaksız...." Boşandığı kadının onu tanımladığı cümlelerde en sık kullandığı kelimeler bunlardı. Boğazına sarılan el bu defa kendisinindi. Boğuluyormuş gibi hissetti. Başkasından böyle iki yüzlü bir adam tarifi dinlese hani, adamakıllı söverdi. Yaşadığı kaçamakların üçte ikisini ancak paylaştığı arkadaşına yalan söylerken de hissettiği olurdu bu duyguyu. Mantığa büründürmek öyle gerektirmese, "yalanla ne işi olurdu kendisinin ?" O, sadece çapkındı, yalancı değildi.
Kadın bana aşık, ben de ona aşığım. Buna rağmen sana anlattığıım ya da senin gözünden kaçmayanları da yaşamaktan geri kalmıyorum mu, deseydi? O beni çok seviyor, bırakırsam ölür. Benim kalbim boş, demek daha akıllıca ve aynı zamanda soylucaydı. Bir taşla iki kuş. Sevilecek kadar değerli, aldatırken aşağılanmayacak kadar asil bir adam. Önce kekeleyerek, sonra sular seller gibi üzerinden geçilen ezberi cümlelerinde, kadın ölesiye seven aşığı, kendisi merhametli adam oldu çıktı. Daha kötüsü inandı da söylediğine.
Şimdi vicdanına dışarıdan bakam o gözler de kimindi? "Onun" dedi. Son konuşmalarında fena yakmıştı canını. "Sevmediğin kadın için yalanla yaşaman seni alçaltıyor. onu değil. Gerçeği söylemelisin. Özgür bırak, onu da kendini de" demişti, arkadaşı. "Pisliğin teki olduğunu düşünüyorum," dememişti. O kadar dostluğu gerek de yoktu doğrusu. Kastettiği buydu, ikisi de biliyordu.
Anlatamadığı, kimseyi dokundurmadığı, bir yer vardı içinde. Kendisinin bile yok edenediği bir yer. Başkasını almamıştı oraya. Orası tek bir kadının hakimiyetindeydi.O lanet kadın da şimdi gidiyordu. Bu da aynalara bakarken tutunduğu gerçeğiydi onun. Kapıyı zorlayanlar olmuştu evet, ama daha açmamıştı. O kadar alçaklığa içindeki adam hazır değildi.. Sarılıp ağladığı, beni bırakma, bırakırsan savruluyorum, dediği tek kadın vardı daha. "Sırt sırta her kavgaya korkmadan girebileceği, gözü arkada kalmadan her şeyini emanet edip ölüme gidebileceği," tek dişi. Hayalindeki soylu yaşamda olduğu gibi tıpkı. Bunu da o cadının bilmesi gerekmiyordu. Olduğu ile olmak istediği iki adamı yaşıyordu bir ömrü ve olmak istediği adamın kadını şimdi yine gitmelere hazırlanıyordu, öyle mi? Bu kadar ezmese olmaz mıydı erkeğini? Bir defa da gidemese... Çiğnemese erkekliği. Aşka dair bugüne kadar yapamadığı ne varsa susup, gözlerine gömmese böyle, yiğitliği... Belki de diğerleri hiç olmazdı.Gülüşleri kadar naif kalabilseydi, başka başka kadınlardan erkekliğini topluyor olmazdı, kendisi. Öyle olsa diğerlerinden bir farkı kalır mıydı gitmeye hazılananın? İçindeki celselerde bu muhakeme böyle uzar gider, o sesi duymadan asla bitmez, bitiremezdi. Kaç kere sınamıştı, biliyordu. Yine bitmeyecekti! Şansını bir kere daha denemeliydi. Denedi.
"Yapma sevgilim. İkimiz de öldürüyorsun," dedi sarılırken.
Dirseklerinin üzerinde doğruldu ve bedenine sarılı kolları tiksindiği bir şeyi tutar gibi uzaklaştırırken:
"Sabahı beklememe izin vermeyeceksen, gece demez çıkarım evinden. Git nerede yatarsan yat. Bana dokunma!" Dedi kadın.
"Gözlerime bakarak söyle.."
Sessizliğin uzaması umudunu artırdı
"Hadi dön ve bak bana. Gözlerime bakarak söyle beni sevmediğini."
"Gözüne başlatma şimdi!"
Bu cümleyi beklemiyor gibiydi. Sarsıldı. Israrı sökülmüş sesini ısıtmaya çalışarak mırıldandı:
"Yine tuttu o keçi inadın, değil mi?"
Sabrının son sınırından fısıldar gibiydi kadın:
"İnadına sıçtırma. Defol git başımdan."
Gitti. İki bira şişesini alıp yatak odasına döndü.
Ağzı dolu dolu, seni seviyorum diyen kadın, az önce o çirkin kelimeleri söyleyen kadın mıydı? Kaç kadın vardı bir bedenin içinde. Kaç ruh? Terliyken sırtını silen, sarhoş zamanlarında çıldırtmayı deneğinde bile sarsılmadan kollarına kedi yumuşaklığında sokulan o kadın, bu kadın olamazdı. Onu bu hale getiren neydi bugün? Merak acıyı da endişeyi de bastırdı.
iki telefon daha çaldı gecenin bir yarısında, bir yerlerde. Açılan olmadı. Koridorda bilerek bıraktı kendisini yere. Son merhamet yoklaması... Belki gürültüyü duyar gelirdi. Bir süre uzandı yerde. Gelen olmayınca kalktı, bira bardağına bir tekme savurdu. Duvara çarpan bardak kırılmadı. Dün akşam, " bu cam değil demişti kadın. İlginç bir alaşıma benziyor." Bilmediği bir halt da yoktu zillinin" Önce yatak odasında, yatağın üzerinde kıvrandı. İçi içine, fikri odaya sığmadı; gitti tekrar kadının arkasına uzandı. Mümkün olduğunca ona değmeden, uykuya daldı.
"Gereksizin, yalancının tekidir o," diyordu, açık ve çok şekerli çayından höpürtederek aldığı kocaman yudumu yutarken, gür saçlı adam. "Karını kızını emanet edemezsin böylelerine. Yatmadığı ite yal vermez herif... İki kuruşluk maaşıyla zamparalık etmeye kalkar, biriyle, ikisiyle de yetinmez. Söze gelince dostluktan, adamlıktan bahseder böyle şerefsizler. Gözünü kırpmadan, elin namusuyla oynar, git sor bak, insan olmanın erdeminden dem vurur pezevenk. Yarın kendi kızını, kendi lisanıyla yatağa atan piçe senden benden çok ahkam keser ha! Oysa o itin de kendinden farkı, aynı takımda, bir nesil sonra forma giymiş olmasıdır!"
Dinleyen kalabalık koro halinde gülüyordu. Gözlerinin önü karardı. Yere düşmeden önce tutunmaya çalıştığı masanın üzerindeki cep telefonu yere düştü. Bütün başlar sesin geldiği tarafa dönmüş, orada olduğunu yeni fark etmiş gibi kendisine bakıyorlardı. Üzerine çevrilen kin dolu bakışlardan bunaldı. Bir ismi bağırarak uyandı.
Kanepede yalnızdı. Evde de...
"Cehennemin dibine kadar git," dedi, üzerine örtülmüş battaniyeyi yere fırlatırken.
_____...._____
" Yeşilırmak akıyor, Karadenize doğru"
Cehenneme kalkan otobüsün hareket etmesine iki saat vardı. Valizini emanetçiye bırakan kadının aynı geceden çıkanların aynı sabahlara uyanamadığı kentte, gitmek istediği son bir yer, konuşmak istediği son bir kişi daha vardı. Yön bulma kabiliyetine güvense on dakikada oradaydı ancak saat henüz erkendi ve aradığını bulması düşük ihtimaldi. Değer mi değmez mi muhasebesinden sonra, ayaklarının yeterince yorulduğuna, fikrinin, dilinin, hatta gözlerinin kendisine bir ömür boyu yetecek kadar kirlendiğine kanaat getirdiğinden, taksi aramaktan vazgeçti.
Terminale girerken kendisine musallat olup etrafında havlayıp duran köpeğe "gel," dedi kadın, Az önce derisine geçirmeye pek niyetli göründüğü dişlerini kapatıp, kuyruğunu sallayarak yanına gelen köpeği okşadı.
"Acıktın mı sen?"
Elini yaladı, sonra yüzüne seğirtti, köpek.
"Pissin dostum," dedi köpeğin kesik kulaklarını okşarken. "Pire torbasısın."
Sonra oturmakta olduğu banktan kalkıp;
"Hadi yiyecek bir şeyler bulalım kendimize."dedi.
Birlikte yürüdüler.
Yolun sol tarafında, yataklarına aldıkları adamları dünyalarına almayan kadınların, kollarında uyuttukları kadınları rüyasına sokmayan adamların sırlarını taşımaktan yorulan nehir, asırların yüküyle sessiz sakin akıyordu.
YORUMLAR
Bir elde cımbız (sayki çuvaldız) diğer elde ayna, umurunda mı dünya denmesi zor bir oyunun içinde iken ve ani bir çuvaldız batması fiiliyle karşılaşıp, şıp diye kalakalmaktı yaşam belkide hatırladıklarımızdan bize sunulan.Keskin virajlarda savrulmadan toparlayıp, sona gelindiğinde; işte olacağı buydu diyerek gözleri ufka sürüp yeniden hayata dönmekti: Utangaç Gülüşler.
Yüreğine kalemine ışığına sağlık Usta
Yine güzeldi diğerleri gibi
Ve yine tebrikleri hakketti
Selam ve saygımla
Sevdim ben bu utangaç gülüşleri.Roman olacak belli .Lakin insan tam kendini kaptırıyor birden bitiyor insanın damağında güzel bir tat kalıyor fakat yarım kalıyor belki de güzelliği doymamışlıklarındadır kim bilir Neyse en isini yazanı bilir kutluyorum sizi ve seviyorum bıraktığın bu şiirsel tadı Devam usta sonuna kadarTamamlamak mümkün değil se de yarım kalmışlıkları.