HAYATIN İÇİNDEN
Kadın kan ter içinde istasyona girdi. Cebindeki parası ancak trene yetecek kadar kaldığından yaklaşık üç kilometrelik yolu koşar adımlarla gelmişti ve trenin kalkmasına altı dakika vardı. Henüz biletini bile almamıştı. Yol boyunca “o trene yetişmeliyim” diyerek motivasyonunu yüksek tutmaya çalışmış, nefesini düzenli kullanarak temposunu hızlandırıp ancak yetişebilmişti. Gişeye geldiğinde kuyruğu gördü ve istasyonun duvarındaki o şâşalı tarihi saate gözü kaydı, beş dakika kalmıştı. Ya yer bulamazsa, ya binemezse bu trene. Şimdi de bu düşünce beynini kemirmeye başladı. “ Yok yok olur mu hiç, binmek zorundayım, yolumu gözlüyordur şimdi” “ Eğer yok derlerse yalvarırım, anlatırım durumu “ diye geçirdi aklından. Dört dakika kalmıştı, son yarım saatin ona bir asır gibi geldiğini düşündü. Yol yürüdükçe gözünde uzamış, şimdi de sanki kuyruktaki yolcular çoğalmaya başlamıştı. Son üç dakika kala yandaki gişe açıldı, hemen sırt çantasını yerden alarak oraya ilerledi. “ Eskişehir’e giden trene bir bilet” dedi ve bankonun arkasındaki genç görevlinin yüzüne baktı, onu izlemeye başladı.
Önce gülümsedi sarışın görevli ve sonra bilgisayarın ekranına bakarak klavyenin tuşlarına dokundu. Delikanlı düzgün yüz hatlarına sahip ve yüzünde gülücükler dağıtan yirmi beş yaşlarında biriydi. Pozitif enerjisi aradaki camdan bile yansıyordu. Genç görevlinin aniden yüzündeki ifade değişti ve kadın bacaklarının titrediğini hissetti. “ Şimdi yer yok diyecek, hayır Allah’ım hayır, ne olursun demesin” diye aklından geçirirken görevli “tam bilet mi “ diye sordu. Kadın heyecanla “evet “ dedi avucunda terden ıslanmış olan son parasını bankoya koyarak camın altından itekledi. Biletini ve parasının üzeri olan demirlikleri alarak kalkma düdüğünü çalan trene doğru son sürat fırladı. Son dakika yetişmişti işte, merdivene adımı atarken derin bir oh çekti.
Yanlış vagondan bindiği için uzun süre yürüdü hareket eden trenin içinde.
Yerine oturduğunda kızarmış yanaklarını elledi ve gülümsedi kendi kendine. Koltuğu büyük bir tesadüfle cam kenarıydı. Gişedeki görevliden cam kenarını istese bu kadar denk gelirdi ancak. Çok mutlu oluverdi birden.
Gidiş sebebi her ne kadar iyi bir haber sonucunda olmasa da bu seyahate ihtiyacı olduğunu fark etti. Trene bindiğinden beri içine bir huzur dolmuştu ve birden aklına yemekli vagona giderek cebindeki son bozukluklarla çay içmek geldi. Eşyalarını da yanına alarak adını sonradan öğreneceği Ray Restaurant vagona doğru ilerledi.
Vagona geldiğinde şöyle bir göz gezdirdi, trenin hareket yönünde olacak şekilde boş bir masaya oturdu, cebindeki paranın nelere yeteceğine baktı. Sonra zaten amacının çay içmek olduğunu hatırlayarak gülümsedi ve hiç hayıflanmadan siparişini verdi.
Bu esnada gün yavaştan karanlığa kollarını açmaya başlamıştı. Dışarıdaki kızıllık bir anda gözüne takıldı, baktıkça gözlerini alamadı. Tarlalar, dereler, koyun sürüleri, yeni yeni çiçekleri açmaya başlayan ağaçlar sanki bir kısmı göz kırpıyor bir kısmı da el sallıyordu. Vagonda hafiften bir müzik çalmakta diğer yolcuların konuşmaları birbirine karışmaktaydı.
Derken yağmur o yumuşak parmak uçlarını dokundurmaya başladı camlara. Başını cama yaslayan kadın öyle bir ruh haline girmişti ki neden bu trende olduğunu bile unutmuştu. Hayatında yarım kalan tüm arzularını düşünmeye başladı. Bir şarkı takıldı diline, o esnada bir şiire döndü kulağındaki nağmeler. Koridorda kendisine doğru gelmekte olan garsonun gülümseyen yüzünden önce çekindi “ bu adam ne istiyor benden “ diye düşündü. Daha sonra ufak ufak yapılan sohbetler esnasında çıkarsız ve güzel bir kalbi olduğunu, sadece on iki saatlik yolculuklarda gülen iki göze hasret kaldığını fark etti garsonun. Hatta “ sizinle daha önce birlikte seyahat ettik mi” sorusunun karşısında önce adama baktı ve sonra hatırlar gibi oldu “ evet evet geçen sene Soma’ya giderken de sanırım siz vardınız “ dedi. Gülümsediler karşılıklı. Adam : “ şimdi bizimle birlikte niye İzmir’e gelmiyorsunuz. “ “ ne iyi olurdu sizin de bizimle birlikte seyahat etmeniz” dedi. Kadın birden hatırladı yolculuğunun sebebini ve içi buruldu, gözlerinde hüzün beliriverdi. Sadece tebessüm etmekle yetindi.
Bu arada garson her gelip geçtiğin de çayının bitip bitmediğini kontrol ediyordu göz ucuyla. Kadın aslında tedirgin olmuştu “ hadi iç de kalk “ dercesine olan bu hareketinden. Çayının son yudumunu aldı ve anında garson belirdi başında. Boş fincanı alırken başını hafiften öne eğerek kadına “ ne olur siz hep gülümseyin hüzün yakışmıyor size “ dedi ve görevinin başına döndü.
Tam kalkmak için çantasını eline aldı, o sırada elinde bir çay ile tekrar geldi garson.
Kadın “ ben istemedim ki “ dedi.
Genç adam “ bizim ikramımız” dediğinde kadın mahcubiyetle gözlerini öne eğdi. Adamın gitmesini bekledi çayından yudum almak için.
Daha sonra kadın kasaya giderek hesabını ödedi, beş numaralı vagondaki yerine döndü, koltuğuna oturdu, yine başını cama dayadı. Yağmur devam ediyordu. Aklına eskimiş bir şehirde yaşadığı aşk dolu yılları geldi. Hatta uzun zaman geçmesine rağmen onu unutamadığını bir kere daha fark etti. Yine bir nisan gününde başlamıştı aşkları. Hayatlarında ilk defa bu kadar sevdiklerini ve sevildiklerini fark etmişlerdi.
Trenin camlarına pıtır pıtır dokunan yağmur tanecikleri hafızasını canlandırmıştı. Biricik sevgilisi ona her yağmur yağdığında “yağmur gözlüm” diye hitap eder ve “ sen bana nisan yağmurlarıyla geldin aşkım” diye de güzellik katardı yaşantılarına. Gözünden sakındığı ve önemsediği bu adamla ilgili tüm yaşananlar gelivermişti işte birden aklına. Dalmıştı, trenin rayların üzerinde çıkardığı o sesleri de ninni gibi hissetmişti. Öyle çok hatırlayacağı anısı olmuştu ki işte bundan dolayı her trene bindiğinde ve de özellikle Eskişehir’e gittiğinde içini hüzün kaplardı kadının.
Bir İzmir seyahatinden kız kardeşi ile dönüşleri aklına geldi aniden. Nasıl da yağmur yağmış ve üstlerinde ki camın bozuk olduğunu ani bir şokla öğrenmişlerdi. İkisi de uyuklarken birden soğuk bir su üzerlerine dökülmüş sıçramışlardı. Pencerenin arızalı olması ve aniden başlayan dolunun birden kovadan boşalır gibi trenin camından içeri dökülmesi unutamayacağı bir anı olarak kalmıştı hafızasında. Üstüne üstelik üzerlerine giyecekleri başka kıyafetleri de yoktu yanlarında, birbirlerine sarılarak ısınmaya çalışmışlardı. Kaloriferlerin ne zaman yanar diyerek boşuna beklemeleri de çabası.
Tam bunları düşündüğü anda kondüktörün “ Eskişehir” diye çağrısıyla kendine geldi kadın. Aklını toparlamaya çalıştı, birden derin bir iç geçirdi. Umarım babacığı onun geldiğinden haberdardı. Halası kızının geleceğini kulağına fısıldadığında hasta yatağında sadece gözlerini kırpabilmiş sonra da iki damla yaş yanağından yastığının üzerine süzülerek inmişti yaşlı adamın.
Tren durduğunda kadın hemen indi ve çok özlediği o şehrin kokusunu içine çekti.
İçinde garip bir his babasının gözlerinin yolda kaldığını ve de kızını göremeden öteki dünyaya göçtüğünü söyledi, birden içi buruldu. Hastaneye geldiğinde üçüncü kata koşar adımlarla çıktı. Elindeki nota göre 110 numaralı odanın önüne kadar geldi. Kapının önünde durdu ama eli bir türlü kapıyı açmaya gitmedi. İstemediği o durumla karşılaşmaktan öyle korkuyordu ki. “ Ne olur babacığım beni terk etmemiş ol” diye geçirdi içinden ve gözyaşlarını tutamadı, boğazına bir şeyler düğümlendi, ayakları kilitlendi. İşte o anda kapı açıldı ve halası ile göz göze geldiler, yaşlı kadın onu görünce ağlamaya başladı. Korktuğu başına mı gelmişti? Halasına doğru ilerledi tam sarılacakken yatağın ayak ucundaki kıpırtıyı gördü ve halasının omzuna dokunarak yanından geçip odanın ortasına geldi, odanın tümünü gördüğünde gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu. Canı, babacığı, sayesinde içindeki ben’i bulduğu, o’nu dünyada en çok sevdiğine inandığı kişi sırtına iki yastık koymuş ve oturmuş, kızının gelişini beklemekteydi hem de son derece düzelmiş olarak. Bu bir mucize olmalı diye düşündü, bir hamle de yatağa ulaştı ve boynuna sarıldı. Öptü öptü kokladı, tekrar sarıldı… Artık tüm kuruntularından sıyrılmış, çocukluğundaki gibi masum, göğsüne yattığı babası tarafından saçları okşanıyordu.
İnançlarımızdır bizi yaşatan ve ayakta tutan…
Z/S
YORUMLAR
Yaşanmışlık hissi veren hatta yaşanmış bir yolculuk öyküsü. Eskişehire giden trenlerde gidip gelen anıların salıncağında yapılan bir yolculuğun detaylarında hep pozitif enerjili yakışıklı adamlar var. Ülkenin kayda değer yakışıklılarının bindiği bu terende anlaşılan odur ki adam gibi bir centilmen - yoksa youngentleman miydi, ? -bulunmuyor muş. Yoksa bu yazarımızı iki bardak çay ikramıyla bırakmak kabalığında bulunmazlardı.Ne olacak bizim memlekette böyle adam nerden çıkacak ? Ah ben bu hanımla karşılaşsaydım ona yemek ısmarlamadan, çantasını da vağondan indirmeden asla bırakmazdım. İçimden bu adamlara dilimin en hafif kelimesiyle ,bostan mamülleri ne olacak demek geliyor.
Neyseki mübarek bu uzun tren yolculuğu bitiyor da Eskişehire geliveriyoruz nihayet. Valla meraktan sekizgen gibi yamulduğumuz halde hala bu genç kız - belki de bayandır ama bana genç kız mış gibi geldi- Eskişehirde kiminle buluşacak öğrenmemiştik gitmişti.
Meğer kahramanımız babsıyla buluşmaya gidiyormuş. Fakat ya bab ölmüşse?Adamcağızın yaşadığının öğrenip ferahlar ferahlamaz bu yazara fena kızasım geldi.
Neden mi ? Be kız babanla buluşmaya gittiğini baştan desene yoksa okur muydum bu hikayeyi :))
Tebriklerimle...( barıştığımıza çok memnun oldum... Barıştık galiba değil mi ?
İçeride başka bir dünya vardı sanki. Benim aklım yağmurda kalmıştı. yağmur da nasibini alıyordu sayemde bu ortamdan. Kalbur üstü insanlar dinlesin tıkırtılarını diye benim cebimde saklanarak, salona giriyordu. Ben ise insan resimleri biriktiriyordum içerden. Kürklü kadınlarla fraklı beyler hiç bir şey anlamasalar da anlaşılır bir yüz ifadesiyle diğer konukların elbiselerini süzüyorlardı. Mesela şu lobideki oğlan, şu sarışın kızın yanındaki gözlüklü, ısrarla sevgilisinin gözlerine tekrar aşık olmayı deniyordu. Oysa gözleri, yuvarlak küçük gözlük camlarından kurtulup sevgilisinin dekoltesinde aşkına ihanet ediyordu
Önlerinde oturan sonradan görme işadamı benim ustaca manevralarla savuşturduğum kokoreci yemiş olacak ki çaktırmadan karısından ağız spreyinin yerini soruyordu. Kadının ise gözleri faltaşı gibi açık, keman çalan kızın mavi tuvaletine takılmıştı. Kiloları yüzünden asla böyle bir elbise giyemeyecekti. Kadın bu düşünceleriyle yediği bütün mantı ve pastırmalara ihanet ediyordu. Yağmur ise yalnızca keman çalan mavi tuvaletli kadının askılarından süzülüp göğsünde bir çırpıntıya dönüşen notalarda asılı kalıyordu. Ben ise bu başka dünyayı ve tarihi binanın esrarlı atmosferini içime çekiyor , sanatçıların kostümlerindeki pırıltılı renklerin arasında kayboluyordum. Belki çatıda bir delik vardı ve militan bir yağmur damlası buradan kaçıp alnımdan süzülmeye çalışıyordu. Sonra seslere dalıp gittim. Işıklar tekrar yanıp ara verilinceye kadar…
Bunların Hepsi orada cidden oldu mu? Yoksa benim arsız beynim böyle mi algılamak ya da algılatmak istedi bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey ; Bizden olan, bizim olan yağmur o salonda yabancılaşıyordu. Deli ve dolu ve hoyrat ve ürpertici ve... yanlarını salona getirmiyordu. O zaman ben yağmura gitmeliydim.Oyunun yarısında çıktım oradan. Hayatın yarısından çıkar gibi..(İzmir hikayelerinden)
Olayları algılama ve sunum biçimimiz birbirine çok yakın.Teknik anlamda ve imlada sizin kadr dikkatli değilim..O kısma takmayın yani:))
okudum gidiyorum saygılarımla
şahan çoker tarafından 9/8/2008 2:53:49 AM zamanında düzenlenmiştir.