- 796 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sonbahar Işığı
Sarı yaprakların hışırtılarını andıran bir ışık var bu sabah odamda. Dışarıdaki sonbahar içeriye de nüfuz etmiş, kaloriferden yayılan sıcağı çekiyor aradan, kuruyan yaprakları da peşine katan güçlü bir rüzgâr estirerek. Bedenim ısınıyor ısınmasına yine... ama önceki gibi inandıramıyor beni herkesin de ısındığına benim gibi, ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışmadığına o mendilci çocuğun.
Bu sonbahar ışığını odama düşüren, hangi duygu..? Yakalamaya çalışsam onu, bir bedene bürüsem; kimin bedeni olur ya da hangi durumun, nesnenin? Bir insanla mı muhatabım şimdi yoksa? O mu benimle konuşuyor dışarının üşüten bulutlarını odama getirip suçluluk hissetmeden, gönül rahalığıyla bir an olsun ısınmama izin vermeyerek?
Geçmişin koridorlarında geziniyor ruhum. Öyle çok ötelere kaçmasına izin vermiyor, "Son birkaç güne ait taraflarda gez..." diyorum ona. "Çok da açılma, kaybolursun."
Taşlar batmaya başlıyor ayağıma sanki. Sert köşeler hissediyorum. Sahi ben dün bir ara yakınlardaki parka gitmemiş miydim? Botumun korunaklı içinde bile üşüyen ayaklarımla alay eder gibi çıplak ayaklarıyla bir çocuk koşturuyordu, yerdeki taşlara aldırmadan. Acıya acıya kanmış ayakları acıya, barışmıştı çoktan taşlarla. Botlarımı saklamak istiyordum, onların içine geçmiş suçlu iki uzantımla birlikte... "Hiç değilse daha sade, daha az ısıtan türden ayakkabılar olsaydı ayağımda" diyordum içimden. Ben taşların o sert köşelerini nasıl hissediyorsam ayaklarımda, onun da kendininkilerde benim taşların asla ulaşamayacağı kadar korunaklı bir bölgede usul usul ısınan ayaklarımdaki sıcağı hissetmesinden korkuyordum. O sıcağı özlemesinden...
Gerçi özlemesi o kadar kötü mü, emin değildim. Isınmaktan umudunu kesecek kadar üşümeye alışması kadar değildi en azından.
Şimdi bu donuk sonbahar ışığını odama düşüren de bu üşümüşlük olmalı... Daha doğrusu bu ısınmaktan vazgeçmişlik... Çaresizlik...
O çocuk tam olarak ne zaman vazgeçti taşlara direnmekten? Ayakkabı, gören bir bakış, canının yanmasını umursadığını haykıran bir yüz... Direnmesini sağlayacak herhangi bir şey yani... Ne zaman yitirdi tam olarak onları? Hiç var olmuşlar mıydı?
Parkın cıvıltısını aksettirmeyen sağır duvarlar sarmış dört yanını. Şeffaflıklarını çoktan yitirmiş, taştan olanları aratmayacak kadar yoğun bir kütle hâlinde kuşatmışlar onu, parka geçit vermiyorlar. Arkalarındaki dünyayı çarpıtan yankılar yapıp, etrafta koşturan çocukların gülüşlerini alaylı kahkahalara dönderiyorlar... Onların ardındaki o çocuğun yüzüne parka dair küçücük bir şeyin bile gölgesi düşmüyor bu yüzden. Çünkü o görünürde her nerede olursa olsun aslında hep aynı yerde var olmaya devam ediyor: Kendisini çevreleyen o yoğun kütleyle bedeni arasındaki küçücük boşluktan ibaret bir evrenin taşlı yolarında koşturup duruyor, çıplak ayaklarıyla.
O kızın çığlıklarını duyar gibi oluyorum, o çocuğu saklandığı daracık yerde seçmeye çalışırken. Duvarları aradan çekecek bir bakış yakalamaya çalışıyorum gözlerinde. Bir kenetlense gözlerimiz, ben onu bir ikna edebilsem görünür olduğuna, "ayaklarının acısını ayaklarımda hissediyorum" desem... Artık bu görünmeme oyununa bir son verebilir belki.
Kız çığlık atmaya devam ediyor zihnimde, görülmeye görülmeye görünmez olduğuna inanmaya başlayan büyük bedenli bir çocuğun, narin bedenine geçmiş pençelerinden boş yere kurtulmaya çalışırken. O adam da bu çocuk gibi miydi bir zamanlar, çok daha küçükken elleri?! Acıya acıya acımaktan vaz mı geçmişti ayakları, merhametsizliğine yenilip de taşların? O taşlar gibi mi olmuştu yüreği? "Biri çıkıp gelecek şimdi, ’acımasın daha fazla canın, bu kadarı yeter’ diyecek" dediği o günlerde hâlâ sızlayıp acıyabilen, karşı evin damındaki donmak üzere olan kanadı kırık kuşa baktığında gözlerini yaşlara boğacak kadar bir sıcaklığı hâlâ barındırabilen bir köşesinde...
Yoksa ben de çok mu geç kaldım onlar gibi? O büyük bedenli çocuğun, gerçek bir çocuk olduğu günlerde; büyüme durmamışken daha, herhangi bir çocuk gibi hayatla temas hâlinde, yolun ucunda belirmesini beklerken birilerinin... Gerilerdeki, bakış açısının dışında kalan dünyanın o beklediklerine de yer açacak kadar geniş bir yer olduğuna inanırken... Ufukta bir anda beliriverip "Haklısın! Göremediğin o yerde ne istiyorsan var. Ben de seni oraya götürmeye geldim." demesi beklenip de hiçbir zaman belirmeyen orda... Güneşin hiç doğmadığı bir ufka çeviren yolun sonunu... Gökyüzüyle o yolun temas ettiği noktayı bir cümlenin sonundaki noktayla bir hâle getirip "Son cümle bitti." diyen... "Yeni bir cümle daha yok!" O beklenip de hiç gelmeyen insanlardan biri de ben miyim şimdi?
Evden çıkıp parka koşsam hemen, yakalayabilir miyim onu? Karanlığı bir ucundan yırtar, ayaklarını giydirmekle başlarım işe önce... Vestiyerde birkaç kullanılmayan erkek botu var, erkek kardeşimin maymun iştahı sağ olsun... Büyük gelir belki ama en azından taşlardan ve soğuktan onu korur. Bu kadar çıplak kalmaz hayatın alaylı bakışları karşısında. "Bak, beni de gören birileri var. Sen ne kadar yokmuşum gibi davranırsan davran, ben de varım." der.
O zaman belki de günün birinde bir kızın çığlıklarında var olmaya kalkmaz o adam gibi... Göründüğünü bilir.
YORUMLAR
Harika bir yazıydı. Tebrikler...
Odamda ben ve sokakta mendilci çocuk, sonbahar… Odamdaki kalorifer peteklerine rağmen sonbaharın soğuğunu duyumsuyorum. Ruhum empati yapmakla meşgul, ya da utanmakla… Yalın ayak bir çocuğun yanında ayaklarının korunaklı bir botun içinde durması kaygılandırmış çocuğu, ya özenirse, üzülürse… Özenmek üşümekten zor olmasa gerek… Mendilci çocuk da üşüyor, o üşürken ben de… Yalın ayak çocukların ayakları acırken taşlara bastıkça, benim ayaklarım da acıyor…
Bu çocuklar böyle doğmadılar, doğmamalıydılar. Bir şeyler yapmalı… Bir şeyler yapmalı…