- 620 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hayatın Sırrı
Hep kaçırıyoruz o son ânı,
Son sözü, hatırı, vedayı ve kahrı...
2006 yılı...
Saat ilk akşamdan bir an.
Ne götürdüğümü unuttuğum bir şey götürmüştüm babama. Kapının önünde durup arabadan inmeden korna çaldım, annem çıktı. Ne olduğunu unuttuğum şeyi anneme uzattım. Merhaba dedim heba edercesine birazdan sona erecek apansız bir zaman dilimini. Babam pencere camında belirip eliyle ?’İçeri gelsene!’’ der gibi işaret etti. Ben de ?’Sonra!’’ dedim...
Babam süzgün bir ömrün resmiymiş gibi durup öylece baktı bana. Hayatının son rötuşlarını çizer gibiydi kendi tuvalinin sonlarına.
Anlayamadım... Bilemedim... Çözemedim...
Bir kez daha ve emrivakiyle ?’Gel yahu!’’ dedi. Bense son konuyu anlamasa da öğretmenine anlamış numarası yapan vasat bir öğrenci tiplemesiyle ?’Sonra gelirim baba sonra’’ dedim bütün sonların o sonradan sonra başlayacağının farkına varamamıştım...
Bilememiştim... Çözememiştim... Anlayamamıştım...
İçimde bir boşluk birikmeye başlamıştı üçüncü vitesi atarken arabaya. Dönüp arkama bir daha bakasım gelmişti de vakit yok deyip bakmamıştım...
İlerleyen gecenin suskun pususunda baskın yer gibi fırladım yataktan. Acı bir telefon sesiyle ürperen ruhum, bedenime hükmettiğinde saat 01:30’u göstermekteydi...
Telefondaki ses anneme aitti. Babamın gripten dolayı kendini iyi hissetmediğini ve kardeşimin onu hastaneye götürdüğünü anlatıyordu.
Aldığım haber sıradan bir habermiş gibi, sabah işe erken kalkacak olmanın odağındaki miskinliği üzerime giyinerek sessizce çıktım evden. Sokak, olması gerekenden daha soğuk sessiz ve de hüzünlüydü sanki.
Yine Bilememiştim... Çözememiştim... Anlayamamıştım...
Kontrolü yapılan babamı alıp getirirdim nasıl olsa. Bu saatte açık eczane olur muydu acaba? Bari hemen başlardık ilaçlarını içirmeye ve daha çabuk iyileşirdi benim ne badireler atlatmış ömür emekçisi babam.
Hayatında doktor yüzü görmemiş adam hayatında ilk defa ?’Kendimi iyi hissetmiyorum beni hastaneye götürün’’ demişti evdekilere. Kardeşimle birlikte yaşadıkları için kardeşim babamı hemen hastaneye götürmüştü.
Annemi de alarak hastaneye gittim. Arabamı gelişigüzel bir yere park ettim. Arabadan indikten sonra yerini beğenmeyip gözüme kestirdiğim daha uygun bir yere park etmeye karar vererek tekrar bindim ve yeniden park ettim.
Hastaneye girdik annemle. Basamaklara ulaştığımızda kardeşimi ağlayarak aşağıya inerken gördük. ?’Ne oldu? Neden ağlıyorsun?’’ diye sordum. ?’Abi babamın kalbi durmuş, bu kâğıtları mühürletmemi istediler benden’’ dedi.
?’Saçmalama ne kâğıdı! Gel benimle’’ diyerek babamın tedavisinin yapıl’ama’dığı bölüme doğru ömrümün en telaşlı adımlarıyla yürüyerek gittik.
Karşıma çıkan nöbetçi doktora ?’Merhaba, ben Cafer Boyraz’ın oğluyum. Babamın durumu nedir acaba?’’ diye sordum.
Daha sözümü bitir/e/meden, manavda domates satarmış gibi, damdan düşercesine ya da günde bin kez ölüm haberi vermenin zevzekliğiyle ?’BABANIZI KAYBETTİK!’’ dedi doktor...
Benim kaybedecek sadece bir tane babam vardı! Bu ne kolay ve kesin bir yanıttı!
Sanki beynime binlerce kurşun ayni anda saplandı... Her yer karanlıktı. ?Bu rüya bitsin artık! uyandırın beni!’ demek istesem de kulaklarıma çarpan o söz konuşmama, soluk almama, ağlamama, anlamama engel olurcasına çınlıyordu otuzlu yaşlarımın dönüm noktasında...
?’BABANIZI KAYBETTİK... BABANIZI KAYBETTİK... BABANIZI KAYBETTİK...
BABANIZI KAYBETTİK........................................................................................................................!
Günde bin kez babam ölmüyordu ki benim!
İçime bin bıçak saplanırcasına yalpalayarak zorlukla tutundum masaya. Dünyamın bütün ışıkları bir daha açılmamacasına kapanmıştı. Gözlerim ruhumun en derin karanlıklarına hapsolmuş gibi öylece kalakalmıştı. İsyan kalesinin geçilmez sur kapıları birer birer yüzüme kapanmıştı...
Annemin çığlıklar içinde yerde çırpınışları koridorda yankılanırken, usulca eğilip bir daha sordum nöbetçi doktora, ?’Babam nerede?!’’... ?’Lütfen sakin olun’’ dedi doktor. Hayatıma tanıklık eden adamın ölümüne tanıklık etmekte olduğum gerçeğini algılamaya çalışıyordum.
Ayaz gecelerin ısırgan rüzgârında, boş ovaların ıssızlığını adımlar gibi yürüyerek yanına gittim babamın. Öylece yatmış uyuyordu sedyede. Sanki birazdan doğrulup her zamanki köşesine kurularak sessiz şiirler yazacaktı sır gibi sakladığı defterine. Çıt çıksa kızacaktı. Annemden kahve yapmasını isteyip bir sigaranın daha tütününü tutuşturacaktı.
Sarıldım boynuna. Sımsıkı kavradım bedenini. Hayatımın geri kalanı için stok yaparcasına yüzlerce kez öptüm ellerini ve yanaklarını. Gıdısındaki baba kokusunu defalarca doldurdum ciğerlerime...
Uyanması için, son bir helallik alıp son sözümüzü söyleyebilmek için yüzlerce kez yalvardım ona. Sesimi duymazlıktan gelir gibi öylece uyuyordu. Horlamadan. Yan değiştirmeden. Soluk almadan. Bin yılların yükünü bir ömre sığdırıp taşımanın yorgunluğunu atarcasına, hiç uyuyamadığı kadar huzurlu ve deliksiz uyuyordu sanki...
Otuz yaşıma kadar tanışmadığım ölümle yüzleşme vakti aniden gelmişti. Ne bir davet ne de hazırlık yapılmıştı bu ömrümün en hazin ânı için.
Baygın annemi yerden kaldırıp başını göğsüme yasladım. İçindeki fırtınanın yıkıntısı gözlerinden boşalan kardeşimi teselli edemeyeceğimi bile bile kendimin bile anlam veremediğim birkaç söz mırıldandım.
Ne olduğunu anlamadığım birkaç işlem yaparak evimize gittik. Babamı en soğuk iklimlerden bile daha soğuk bir morg bölmesinin kabininde bırakmıştık.
Yurt dışındaki kardeşlerinin gelebilmesi için bir gün sonra defnedecektik cenazemizi.
Evin büyük oğlu olmanın ağırlığı omuzlarıma tarifsiz bir ağrı verirken yıkılmamam gerektiği gerçeğine tutunarak ağır aksak adımlarla yürüdüm morg kapısına.
Yanımda can dostum Canpolat vardı. Tesellisiz hüznüme teselli olmaya çalışıyordu. Babamı teşhis ederek oradan alıp defin işlemlerini yaptırmam gerekiyordu. Zaman suskunca içimin hıçkırığını soğuk odanın yankısına salıyordu.
Morg görevlisi kabini çekerek babamın yüzünü açtı. Binlerce rüyanın kâbusu olacak o son halini, donmuş ve kaskatı kesilmiş hali ile heykele dönen babamın aklımdan hiç çıkmayacak o halini görmek, naçizane ömrümün otuz yıllık zaman dilimini ikiye katlayıvermişti. ?B- a ? b ? a- m!’ diye kesik bir içlenmenin ardından dizlerimin bağı çözülmüş ve ipi kopan bir tespihin yere saçılan boncukları gibi dağılmıştım. Teşhisi yapamamıştım. Teşhisi Canpolat yaptı...
Yıllar evvel neşe içinde doğum kayıt belgemi yaptıran babamın ölüm kayıt belgesini hüzün içinde yaptırırken hayat denilen şeyi, yaşamak kavramını artık daha iyi anlayabiliyordum...
Hiç aklımdan çıkmıyordu pencere camından ?gel’ diye işaret edişi. O gün bu gündür hep keşke gitseydim yanına diye ısıtırım içimi pişmanlığın derin ateşiyle. Kim bilir neleri son kez konuşacaktık, bilmeden neleri birbirimize emanet edecektik kim bilir...
Malum mu oldu bilinmez, son gününde eve dönüş yolunda markete uğrayıp bir paket sigara almış babam. Market sahibi babama, ?’Çok sigara içiyorsun Cafer amca. Azaltsan keşke. Sağlığını düşünmelisin.’’ Demiş. Babam da çelimsiz bir ifade ile ?’bu son sigaram be evlat’’ demiş.
Adam bunu bize anlattığında aklımın otobanında öyle bir zincirleme kaza oldu ki! İçimin bütün hıçkırıkları feci şekilde can verdi o an. Kim bilir belki de yüzlerce kez yalvarıp uyanmasını dileyip de söylemek istediklerimi, o an söyleyebilecektim babama, eğer çağırdığında gitseydim yanına.
Hep kaçırıyoruz o son ânı,
Son sözü, hatırı, vedayı ve kahrı...
Erteliyoruz hep sevdiklerimize ?’seni seviyorum!’’ diyebilme ânını. Kalbimizi kıranlarla bizim, biz ile kalbini kırdıklarımızın arasında derin uçurumlar birikirken zaman sinsi bir pusu gibi sırasını bekliyor, bozguna uğratmak için ömrümüzü...
Ertelemeyin ki ertelenmeyesiniz...
Durduk yere sarılıp öpüverin çocuklarınızı eşinizi kardeşinizi ananızı ve babanızı...
Yoksa bir gün gelecek muhatabınız toprak olacak...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.