Dünden Güne
Bir asır kadar önceydi.
İletişim fakültesinde okuyor olmanın, televizyonu tamir etmeye yetmeyeceğini Hacı dedeme anlatmak imkansızdı.
Televizyonun ekranından görüntü kaysa çağırır, çatıdaki anteni rüzgar çevirse bağırır...
Derken -gençliğin verdiği cahil cesaretinden olsa gerek- kasabadaki aktarıcıya yıldırım düştüğü gün, okulda bana öğretilenin ne olduğunu kendisine anlatmayı denedim.
Anlatamadım.
Bundan bir iki asır kadar öncesiydi.
Yedi sekiz yaşlarımda falanım.
Esas oğlan Ediz Hun, esas kız Hülya Koçyiğit, filmde.
Ediz, dünyaya küsmüş, -kadının biri onu aldatmış mı, kazada ölmüş mü, öyle bir şey işte- vurmuş dağlara.
Şakaklarına kar henüz düşmüş, ben diyeyim daha genç siz anlayın yeni ihtiyar.
Afet bir şey adam, bir içim su.
İçme, koy bardağa, dursun masanda.
Öyle.
Abartıyor muyum?
Elbette.
Bana öyle geliyor o zaman.
Böyle düşünüyorum.
Beyaz atlı prensi tarif et deseler hani, Ediz Hun’un resmini alır, ’aha tıpkı bu,“ derim.
O kadar.
Bazı sahnelerde Hülya Koçyiğit ben oluyorum, bazı sahnelerde o ben.
Geri kalan kısımlarda inşallah ölür de kavuşamazlar diyorum.
Mutlu sonla bitmişti hikaye.
Unutmam, bunu da.
O gün, film bitti Ediz bitmedi, bende.
Hülya ablaydı.
Ediz abi değil.
İlham perileri çarptı.
Defterime bir şeyler karaladım. (Kareli bir defterdi, iyi hatırlıyorum.)
Şiir yazdım.
Evet, yazdığıma şiir derdim, sorsalar.
Utanmazdım.
Sormadılar.
Ertesi gün okul dönüşü, bir elinde defterin ilgili sayfası diğer elinde süpürgeyle, beni kapıda karşıladı annem.
’Bu mektubu sana kim yazdı?’
’Hiç kimse’
’Odanda işi ne?’
’Daha senin yaşın ne başın ne?"
O mektup değil, şiir.
Hadi anlat bakalım.
Mektup dediğin mahsus selam edilen, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öpülen kağıt parçası.
Şiir dediğin ne?
Delirtme kadını!
Yazmaya ilk bulaşdığım o gün yemişimdir, dayağımı.
Annemin dayağı üzerine dayak tanımam.
O gün bugündür, cezasını peşin çekmiş çocuklar gibi, kaleme ne gelirse korkmadan yazarım.
Paylaşırım, paylaşmam, ama yazarım.
Şiir denemeleri, öykü girişimleri....
Zaman zaman roman bile geçer, aklımdan.
Gün olur denerim belki, adam gibi.
Yazarım, yazamam, kime ne?
Yaşadığım coğrafyalarda, kadınlığın, kadına bırakılmayacak kadar mühim kavramlardan olduğunu, yazmayı daha sökmeden, okumayı hecelediğim yıllarda fark ettim.
Çocukken, "çocukluk etme,“ diyenleri dinlemedim.
Bugün, "artık çocuk değiliz.“ diyenlere kulak vermen.
Çocuğuma el, dil değil, göz değdiğinde değdirenin dünyasını karartmadan profilimi karartmakla yetinmem. (Konuyla alakası uzaktan kalem dostluğu, bu cümlenin.)
’Kafir sofrasına niyetli gitmem,“ orucu yerim.
Edebiyatın fakirinden, fakirliğin edebiyatından hazzetmem.
Bu sitenin adını yazıldığı gibi okurum.
Babamın siyaset balkonu zannetmem.
Görüldüğü gibi, ’ben’ derken, cümlenin daha ilk harfinde ne güzel değiyor dudak birbirine.
Sen ya da siz derken değmezmiş sahi, haklıymış annem.
O değip, değmemelerin dudağın terbiyesiyle alakası yok.
Var mı?
O diyenle duyanın derdi.
Biz demeli, burada.
Demeli ve susmalıyım şimdi.
Aksi halde hepimiz utanacağız, hala yaşıyor ve yazabiliyor olmaktan.
Ki bu yazı, şu an size ulaşıyorsa, yazana bir yaşam kadar uzaksınız demektir.
Ben mi?
Çok daha gençleri, onar onar ölüyor, öldürülüyorken, bir mezar taşı kadar uzağınızda olmayı tercih ederdim inanın, ama yaşıyor ve yazıyorum ne yazık ki.
YORUMLAR
Zaman pervasızca inatlaşılırken canlar üzerinden...
Hani 'yaradılanı severdik Yaradandan ötürü'. Dinimiz imanımız haşa Tanrımız "para" mı oldu. Ne oldu hümanistliğimize. Yunusumuz, Mevlanamız, Hacı Bektaşımız öğüt vermedi mi bize. Sevin ama üzmeyin demediler mi? İkiyüzlülük dedikleri sayısal bir olgu değil. Ama anlayana tabiki, yüzü hala kızarabilene elbette sözümüz. İçinde vicdan diye bir ses taşıyana illaki Henüz dünyanın farkına varmadan eline bir dünya tutuşturulanlarımız. Geleceğimiz. Zaman ise geçmişini kurtarma derdinde. Şunu artık çok iyi bilmeliyiz: Onüçlük baharda yetmişlik odun yeşermez.
Yazmak lazım belki bir nasiplenen olur
Saygıyla
Hasan Yaylacı tarafından 11/22/2016 9:05:29 AM zamanında düzenlenmiştir.