- 581 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ahmet Kanneci Neden Sebastiyan Bach Çalıyor?
Sanat deyince aklımıza ne gelir? Sanat dediğimiz kavram herkeste aynı şeyi mi ifade etmektedir? Sanat gerekli midir? Sanat ne zaman yapılır? Peki ya sanatçı kimdir?
Bu sorular özellikle günümüz yüzyılında oldukça kritikleşmeye başladı. Sanat ve sanatçı tanımını dahi yapamayacak insanların adını duyduğu tek bir sanat eserini, dalını ya da herhangi bir sanata ait gördüğü tek kare bir fotoğraf üzerinden boyunu aşan cümleler kurmasını, hem sanatı hem de sanatçıyı aşağılama hakkını kendinde görmesini: insani değer ve derinlik açısından ne kadar kıyılara vurduğumuzun bir göstergesi olarak önünüze sermek istiyorum. Bizler henüz Batının 15. ve 16. yüzyılda Ortaçağda gerçekleştirdiği ve İtalyanca “yeniden doğuş” anlamına gelen “Rönesans”ı dahi anlayamamış, yaşayamamış, o aşamadan geçememişken, -işte- o tarihten sonra sürekli her alanda gelişen, kendini yenileyen, üreten, yeniliklerin hedefi olan, ortaya koyduğu kültürle tüm dünyanın gözlerini kamaştırıp kalbinin attığı, sanatta edebiyatta, ilimde, fende çığır açıp, geri kalmış toplumları sürekli arkasından baktırdığı Batı’yı; küçücük çerçevemizde masaya yatırıp acımasızca eleştirmeye kalkışımızı, anlamakta güçlük çekiyorum. Batı’yı eleştirirken ağzından çıkanı kulağı duymayan, inancından tutun da insanlığına kadar söylemedik lafı, kırmadık keresteyi sırtında bırakmayan bir tezatlık içindeyken, tüm bu tezatlığı görmemize yardımcı olacak bir aynaya yani mantığa, zekâya, hisse ne zaman sahip olacağız onu da bilemiyorum… Hatta gerçek bir sanatçının adını teleffuz edebileceğinden de…
Efendim biz, “zekâ” yazarken vay şu kahrolası “a”nın üstüne şapka mı koyalım, koymayalım mı tartışmalarından, “Cep telefonunu ‘şarz’ mı yoksa ‘şarj’ mı edeceğiz? Hangisi güzel Türkçemizde doğru bir yazım kuralıdır?” konularının çok önemli bir kurumda tartışılıp, Türk Dil Kurumunun dahi tüm yetkilerini elinden alan bir anlayışla kendi medeniyet sularımızda skolastik düşünceye doğru yol alırken, -bu konuyu bir kenara bırakıp- yeniden 15. yüzyıla dönelim…
Rönesans’a ihtiyaç duyan Avrupalı’nın pek çok gerekçeleri vardı ama bu gerekçelerin en önemlilerinden biri de o dönemlerde sanattan zevk alan aydın (mesen) grupların oluşmasıydı. Sanatın gelişmesi, aydın kesime ve seçiciliğe zemin hazırlarken, ihtiyaçlar ona göre ortaya çıkıp, yeni düşünce ve fikirler ortaya atıldıkça, gelişim ister istemez aradığı ışığa doğru hızla yol almaktaydı. Tüm cadde, sokakların; mimarın, edebiyatın, resmin, müziğin gölgesinde geçip giden sıradan insanların dahi bu şölenden nasiplenerek kalplerinin sanatla attığı, “sanatçı olmanın din adamı olmaktan çok daha önemli olduğu” düşüncesiyle, kendi yaşanmışlıklarının neticesi olarak haklı bir gerçeklikle netleştikçe, kiliselere olan güvenin kırılması, skolastik düşüncenin yerine pozitif ve bilimsel değerlerin yer alması, yaşamın, hayatın ve insanlığın yeniden inşa edildiği bir yüzyılı biçimlendirmek; pek tabiî ki de el birliğiyle ortaya çıkmış büyük bir mücadelenin kendi karanlığıyla savaşıydı… Avrupa bu anlayışa gelebilmek için ne bedeller ödedi, ama işin daha garip tarafı, onları Rönesans’a taşıyan tüm değerlere, Asya’dan topraklarına gelmiş maddi-manevi eserlerin, insanın, maddenin bir sonucu olduğuydu. Haçlı seferleri bunun miladı olmuş, ganimetler Avrupa’ya yağdıkça, ardı arkası kesilmemişti belki ama, işleyen demir, düşünen akıl üretmiş de üretmişti…
Rönesans, Avrupayı gerçekten de her bakımdan yeniden doğurmuş, bu doğuşun en önemli bir diğer evresi olan, İtalyanca “düzensiz inci” anlamına gelen Barok Dönemi’ne taşıması, abartılı ama net duyguların, seçkin bir gösterişin, sanatın her alanda damakta güzel değil, unutulmaz tatlar bırakmasının kesif etkisiyle, adeta hafızaya kazınarak ilerleyişini 14. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar taşıması tesadüf değil, her bakımdan gelişmiş, olgunlaşmış bir sürecinin aldığı son noktaydı…
Kendi adıma söyleyeyim ki bugün Türkiye’de okullarımızdaki müfredattan kazınmaya çalışılan müzik ve görsel sanatlar adı verilen resim derslerinin en gereksiz dersler olarak ilan edilmesi, bizleri geçmişin hangi döneminde yaşamış bir insan modeliyle eşdeğer kılıyor bilemesem de; sağım, solum, önüm, arkam, altım, üstüm her bakımdan başka telden çalarken, başıma geçirilmeye çalışılan bu buzlu fanustan ne yazık ki gelecek adına önümü görebilecek bir zerreciğe rastlasam onu sonuna kadar bırakmıyorum… İşte benim noktalarımdan biri; Urfa’nın Halfeti İlçesinde doğmuş, henüz 15 yaşında fen lisesinde okurken 20. yüzyılın en önemli gitarcısı kabul edilen Aloria Diaz’ı tesadüfen geldiği bir konser sırasında gitar çalarken dinleyip, bu enstrümana adeta aşık olmuş, uluslararası standartlarıyla elle gösterilen gözde üniversitemiz olan ODDÜ’de Mimarlık gibi önemli bir bölümü okumuş olmasına rağmen, gitara olan tutkusundan bir an olsun ödün vermeyerek bunun eğitimini almak için ayrıca çareler aramış bir Ahmet Kanneci’yi, sizlere her bakımdan anlatmadan geçemeyeceğim. Sayın Kanneci’nin gitarın sesini ilk dinlediğinde, bir enstrümanın bir insanın hayatını nasıl değiştireceği üzerine bizlere çok önemli, etkili ve sanatın gücünü anlamamız bakımından derin mesajlar veriyor… Artık kimbilir nasıl çabalar, iletişimler, gitar öğrenmek adına geçirdiği uykusuz geceler geçirmişse, ne yapmış etmiş İspanyol Hükümetinin verdiği bursla Conservatorio Superior de Música Óscar Esplá de Alicante’de José Tomás’ın sınıfından ve ayrıca Fransa’nın Perpignan Devlet Konservatuvarı’ndan “Birincilik Ödülü” ile mezun olmuş. Alirio Díaz gibi ünlü bir virtüoz ile 25 yıl birlikte çalma şansına sahip olduğu gibi onun gitar ve müzik üzerine önemli düşüncelerini ve bakış açısını kendi anlayışıyla birleştirip, klasik gitarda geleneksel Türk Müziği yorumlarıyla, Türkiye’deki sanat anlayışına yepyeni bir çizgi kazandırdı. Avrupa’daki çalışmalarını tamamlayıp ülkesine döndükten sonra dört ayrı konservatuvar ve üniversitede gitar bölümlerini kurmasıyla, bu muazzam birikimin ve bakış açısının öncülüğünde yetiştirdiği pek çok genci sanatçı olarak sahnelere kazandırdı ve onun için her bir öğrencisi şimdi bahsedeceğim, hepsi birbirinden değerli almış olduğu ödüllerden daha değerliydi.
1993’de “Fulbright Araştırma Bursu” kazanarak ABD’ye gitti. Fulbright Komisyonu tarafından “Sanatta Ömür Boyu Başarı”, ODTÜ Senatosu tarafından “Takdir”, Harran Üniversitesi ve Isparta S.D. Üniversitesi tarafından da “Fahri Doktora” ödülleri alan Ahmet Kanneci, 2005’te kuruluşunu yaptığı Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Profesör unvanıyla hocalık ve Gitar Bölüm Başkanlığı görevini yürütürken, sanatçıyı bugünlere taşıyan en önemli etmenlerden diğer bir etmen ise elbette kurduğu güçlü iletişimdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Ahmet Kanneci, aynı zamanda verdiği konserlerde gitarıyla seslendirdiği, dünya klasik müzisyenleri içerisinde tanınmış önemli bestecilerin eserlerine yer vermesi oldukça dikkat çekiyor. Bunlardan bir tanesi var ki o da Johann Sebastiyan Bach’tır. Peki, Barok Dönem’in önemli bestecisi ve orgcusu olan Bach eserlerini daha sonra oldukça geliştirilen orgdan çıkan piyanonun tınıları için mi yazmıştı? Hem org için bestelenmiş eserler nasıl oluyordu da gitar gibi beş telli bir çalgının tınılarında hayat bulabiliyordu? Ve nasıl buluyordu? Hem bu oldukça zor da bir işti…
İşte bu sorulara cevap verebilmek için önce Bach’ın eserlerini sonra da ünlü gitar virtüözümüz Sayın Kanneci’nin bu eserlere nasıl hayat verdiğine tanıklık etmemiz gerekiyor. Eğer tarih ve dönemlerin sanatçıları hakkında bilginiz yeterli olduğu kadar sanattan zevk alan bir mesenseniz, bunun üstüne Ahmet Kanneci’yi de dinleme şansına nail olabilmişseniz, Ahmet Kanneci’nin Bach eserlerini gitarıyla çalma ısrarını ve vermek istediği mesajı çok net anlarsınız. 14. yüzyıldan 21. yüzyıla… Söylemesi dile kolay da anlaması sanatçı olmaktan da zor bir zanaat hale gelmeye başladı…
Ve kelimeler kifayetsiz kaldıkça, bunu becerebilsek dahi kuracağımız cümlelerde umut bırakmadı. O yüzden, dünyayı bu kadar iyi anlamış, sanatının son noktasına gelmiş olduğu halde, 15 yaşından bu yana sanat aşkının başlattığı bir serüvenin bedeli bir mücadelenin filizlendirdiği birikimini elinde gitar, öğrencilerinin karşısında bilgi ve görgüsünü sonsuz paylaşırken, diğer yanda Türkiye’deki bu çarpık anlayışa, Bach’ın eserlerini çalmadaki ısrarıyla verdiği cevabı, ortaya koyduğu hasleti çok iyi anlayabiliyorum.
Silvan Güneş
Biyografi Yazarı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.