İĞNEADA
İĞNEADA
2008 Ağustos ayının ortaları Trakya’da görülmemiş sıcakların yaşandığı ve şehir merkezindeki termometrenin öğle saatlerinde 45 dereceyi gösterdiği bir zamanda insanın aklına - zaman yönünden bir sıkıntısı yoksa - ya bir deniz kenarı ya da bir yayla gelir.
Kırklareli’de yaşayan biri olarak bizim de aklımıza ilk gelen yer burnumuzun dibindeki İğneada’dır.
Kırklareli’ye yüz kilometre mesafedeki İğneada’ya ancak yüz dakikada varılabilir. Çünkü Istranca dağlarındaki yol pek çok tepe, belen, sırt ve koyaktan eğrile büğrüle, kıvrıla döne geçtiği için düşük hızla ilerlemek zorunda kalıyor insan.
İğneada’ya özel aracınızla gidecekseniz Kırklareli istikametinden gelip Pınarhisar’ı geçtikten birkaç kilometre sonra Poyralı köyündeki Demirköy – İğneada tabelalarını takip ederek direksiyonu sola kırıp ilerleyeceksiniz. İçinden geçtiğiniz İslambey köyünden sonra Istranca’nın eteğindeki Yenice köyünde dağ yoluna giriyorsunuz. Az yukarıda bir restoran, restoranı geçince ilk dönemeçte “manyetik alandan” ağmaya ( tırmanmaya) başlıyorsunuz.
Dağın doruğuna doğru yaklaşınca solda bir pınar ve üzerinde “ Güzellik suyu “yazısı ve güzelleşmek için kabını kacağını doldurmak için sıraya girmiş insanları geride bırakıp ilerleyince bu yolun geçtiği en yüksek yer olan 810 rakımlı tepeye geliyorsunuz. Burada geride bırakarak uzaklaştığınız Trakya düzlükleri sanki ayağınızın altında gibi. Tepeyi aşınca Karadeniz tarafına iniş başlıyor. İki tarafı palamut, meşe, gürgen, karaağaç, dişbudak, kayın, kestane, kızılağaç, ıhlamur, fındık gibi ağaçlarla; bazı yerlerde ise devletin diktirdiği çam ağaçlarından sütunların sıralandığı uzun ve eğimli bir galeride saklambaç oynar gibi yarısı gölgelerle kaplı yolda akıp gidiyorsunuz.
Bu yükseltide göz alabildiğine yeşil bir doğada tarım ve sanayi alanlarının havasından kurtulup orman havası solumaya başlayınca arabanızı uygun bir yerde durdurup inince bu sessizliği ne kadar özlediğinizi, aradığınızı ( gürültülü bir ortamda yaşıyorsanız ) hissedeceksiniz. Bir pınar başında sürekli akan buz gibi saf sudan kana kana içmek bu ağustos sıcaklarında insana doyumsuz bir rahatlık vermektedir.
Bükü çok olan bu yollarla ilgili buralarda söylenen “ Yol bitti, komutanım “ sözü vardır. Ormanın içinde ilerlerken dönemeçlerin keskinliğinden yolunuzun bittiğini zannettiğiniz anlar vardır. Bir de bakarsınız yol, dar bir açı çizerek devam edip gider, tıpkı dirsekten omza doğru iyice bükülmüş kol gibi. Söylentiye göre vaktin birinde arabayı kullanan Mehmetçik yolun bittiğini sanarak yanındaki komutanına “ Yol bitti, komutanım” demiş.
Yol boyunca pek çok tabela göze çarpıyor. Bunlardan birisi de Yıldız dağlarının bir başka doğal güzelliği olan Dupnisa Mağarası’dır.
Bu dönemeçli yolda ilerlerken karşıda orman içinde bir yerleşim yerini fark ediyoruz. Bu civarda galiba dağın dibine indik. Bir köprüyü geçince tırmanmaya başladık ve “ Demirköy” yazan tabelayı geçince yerleşim yeri hızında ilerledik ve bu küçük şehrin çıkışında yine inişe geçtik fakat bu iniş karşımızdaki uzun yokuşu tırmanacağımızı da gösteriyordu. Demirköy’den sonraki İğneada yolu daha iyi, geçtiğimiz dik yollar ve keskin dönemeçlerden sonra burada arazinin engebesi azaldı. İğneada’ya yaklaştıkça yeryüzünde pek benzeri olmayan longoz ormanları dalgalı bir deniz gibi başındaki parçalı, gri bulutların gölgesinde sallanıp duruyordu.
Orman havası yerini daha baskın olan deniz havasına bırakmıştı, İğneada’ya girdiğimizde.
Türkiye haritasını çıkarıp İğneada’ya bir göz attım. Türkiye’nin Karadeniz kıyı şeridinin batısındaki en son ve en güzel yerleşim yeri diyebilirim. İğneada bir koyun kıyısında ve ormanın denizle kucaklaşıp ayrıldığı bir noktada kurulmuş şirin bir beldedir. Belde girişinde sağ tarafta meşe ormanı denize kadar uzanıyor. Devamında beldenin güney ucunda denizle birbirine su atan Mert Gölü yer alıyor. Kuzeyinde de şimdilik sazlarla kaplı içinde balıkların kaynaştığı küçük bir gölcük yer alıyor.
Sahilde 3 – 4 kilometrelik bir kumsal yer almaktadır. Aklınıza hemen Ege ve Akdeniz’in tıklım tıklım dolu plajları gelmesin. Plajlarda yüzde yüz yerli tatilcileri görürsünüz. Hatta az da olsa öyle tatilciler var ki tepeden tırnağa kapalı giysisinin içinde arada bir beline kadar denize giriyor ya da sabahtan akşama kadar bir ağacın gölgesinde manzara seyrediyor.
İğneada güneşin denizden kızıl başını çıkarıp yükselişini izler her açık sabahta. Gün boyunca yüzü ağaran güneşin akşam olunca utangaç yüzünden dökülen cılız ışıkları dallardaki yaprakların el sallamasıyla ormanlarla kaplı dağın arkasına gizlenerek kaybolur gider.
İnsanlar yazlıklarda, pansiyonlarda, çadırlarda ve resmi kurumların dinlenme tesislerinde kalıyor. Burada geçen birkaç günlük tatilde harika bir denizde saatlerce yüzmek, insanı bunaltmayan bir havada gezinmek, denizden ve ormandan gelen tertemiz oksijenle ciğerleri doldurmak insanda ne yorgunluk bırakıyor ne de dinginlik.
Dinlenmiş ve dinçleşmiş bir beden ve ruhla ayrılıyorsunuz İğneada’dan.
19 Ağustos 2008
Salı / İĞNEADA