ÜZÜNTÜLERİN ÖYKÜCÜSÜ AHMET TÜRKAY
Yetmiş yaşına merdiven dayamak... Gençlere çok uzak gelse de yaşayan için nasıl geçtiğini anlayamadığı yıllar toplamı... Birikmiş anılar... Kimi sevinç yüklü, kimi de bu sevincin üstünü örtecek yoğunlukta acı... Bazı insanlar için yaşam terazisinin bir kefesi zor günlerin yüküyle iyice ağırlaşmıştır. İşte bu insanlardan biri de yazar Ahmet Türkay.
Bulgaristan’da Türklere yapılan zulmün giderek artması, ana dillerinin konuşulmasının, yazılmasının yasaklanması, örf, âdet, dini ödevlerin yerine getirilmesine engel olunması, Türklerin isim değiştirmesine, Bulgar ismi taşımaya zorlanmasına varan soykırım olayları, sürgün kampları, hapisler, Türkçe eserlerin toplanıp yok edilmesi... Bunlardan bazılarını yaşamak, bazılarına tanık olmak, susturulmak istenmek... Bulgaristan’dan Türkiye’ye zorunlu göçle biten bir süreç... Yeni bir hayat, bu hayata uyum zorlukları... Ağır yükler bunlar. Çoğu insan tükenir bu koşullar altında. Ama Ahmet Türkay’ın omuzları inatla çökmemiş. Çünkü edebiyat gibi kuvvetli bir dayanağa sırtını dayamış. Gördüğü her baskı, onun edebiyatçı azmini biraz daha arttırmış. Bulgaristan’da edebiyatın güdümlü hale getirildiği yıllar Türk Edebiyatı Ahmet Türkay’ın yaşamındaki yerini daima korumuş. Türkiye’de geçim derdiyle uğraşırken de yine edebiyatla ayakta kalabilmiş. Ve o kadar dolmuş ki emekli olur olmaz, içindeki yangının korlarını art arda yayımladığı kitaplarına dökmüş.
"Üzüntülerin öykücüsüyüm," der kendisi için. "Yaşayan bilir," derler. Bunca yaşanmışlık, bunca çile, kalemin ucuna gelince, hele bu da Ahmet Türkay’ın kalemi olunca kâğıtlar derya olmaz mı? Yaşanmışlıklar ile kurgunun mükemmel sarmalı, öykülerini okuyanları âdeta yeniden olayların içine çekiyor. Öykülerinin üslubu, çektiği onca acıya inat, sakin. Bu üslup, şarkı söylemek için nasıl bağırmak gerekmiyorsa, acıları anlatmak için de duygu sömürüsü yapmanın gerekmediğini bize ispatlıyor. Sözcükler doğru ve yerinde kullanılırsa neleri, nasıl ifade edebiliri gösteren öykülerinde, bu nedenle yavanlığa rastlanmıyor. Türkçeyi ders alınacak kadar özgün bir biçimde kullanarak sanki konuşmaya, yazmaya hasret bırakıldığı diline vefa borcunu ödüyor.
Zorunlu göçle geldiği Türkiye halkı, onun için bayrak ve vatan simgesini en üstte tutarak bağlandığı büyük kalabalık bir topluluk. Ama "Küçük kalabalık topluluk" öyküsünde, hâlâ Bulgar gelenek, göreneklerini, dilini, adeta bir misyonerlik göreviyle Türkiye’de devam ettirmek isteyen, Bulgaristan’a gidip gelerek bağlarını koparmayan bir göçmen topluluğu görüyoruz. Yazarın yakınmalarını öyküsündeki karakter üzerinden ifade etmesi, bu bağlamda, baş başa kaldığı kalabalık içindeki yalnızlığını en büyük dostu olarak algılaması, onu çağdaş bir düşünceye ve görüşe taşıyor.
Sadece yaşanmışlıklar yok tabii ki yazarımızın öykülerinde, romanında. O yaşasın, yaşamasın, insanların dertleri onun da derdi olmuş. Bunu kırılgan, ince duyarlı yüreğiyle öykülerine yansıtarak, kendi deyimiyle "taş kırmak kadar zor" bir işi başarıyla kotarmış oluyor. Evet, bu çok yerinde bir belirleme olmuş gerçekten. Öykünün sınırları vardır. Onları zorlamak öyküye zarar verir. Bunun için de büyük bir hassasiyet gerekir. Sözcüklerin dengesiyle anlatılacak olanın dengesi, hep aynı düzlemde birleşmelidir. Yoksa öyküye yakışmayan sakil bir görüntü ortaya çıkar. İşte bu sakil görüntüyü hiçbir zaman Ahmet Türkay’ın öykülerinde görmüyoruz. Tam bir öykücü , söz sanatı ustası o. Aynı zamanda cesur bir yüreği var. Bunu siyaseti ve terörü işlediği öykülerinde açıkça görebiliyoruz. Örnekleyecek olursak; Benliğimin Öteki Yarısı öyküsünde bu konularla ilgili isabetli saptamalarını, karakterlerinin ağzından çekinmeden okuyucuya sunuyor.
Hümanist yazar Ahmet Türkay, Bulgaristan’dan göçenlere Bulgaristan Türkü yerine hâlâ "göçmen" denildiği ülkemizde, toplumun her kesimine sıcak bakarak, çağdaş kişiliğiyle her türlü baskıya, siyasal kaynaklı şiddete, sosyal eşitsizliğe karşı durma adına, öykülerinde bu konulara yer vermiştir. Tabii ki geçmiş yaşamında onu ve onunla aynı kaderi paylaşanları baskılayan rejimin yarattığı zorlukları, serüvenleri de yapıtlarına alarak.
Bize sunduğu çalışmalarında insanlığın tüm hallerini görürüz. "Her şey insanlar içindir," derler. O sözü kanıtlarcasına tanığı olduğu olayları, yumuşak dokunuşlarla okuyucularının beğenisine sunuyor.
Aşk güzeldir. Kaldı ki çilesi yadsınamaz. Yüreğinizi burkarak, acıtarak aşkı her yönüyle öykülerinde işliyor o. Bir kez daha aşka saygı duyuyorsunuz. Romanı, Seher Gitti’de, hayatta olmaz, benim başıma gelmez denilenler, ilginç olaylar, kurgu boyunca sizi peşi sıra sürüklüyor. İşte romandan küçücük bir alıntı: "Aşk hem tatlı, hem acı, çileli bir gönül hastalığıdır. Tutuşmak, yanmak, erimek, beklemek demektir uzun uzun." Aşk, daha güzel nasıl anlatılabilir?
Düşlerin kanaması, kanın aktığı yerlerde kırmızı karanfillerin açması, umudunu hiç kaybetmeyen bir ruh, okuru düşünmeye yönlendiriyor. O ruh, empati yapma duygusunu uyandırıyor bizde, yaşama sarılacak bir yanımızın olduğunu hissettiriyor. Zaten kimin hayatı dört dörtlük, tasasızdır? Özel hayatı çok güzel olsa bile ülkenin içinde bulunduğu duruma nasıl kayıtsız kalabilir insan? Değerlere sahip çıkmak, insanlığımızı aratıyor bize. İşte bu değerleri ve insanlığı yazarın eserlerinde kat be kat görüyoruz.
Halk arasında "Allah’a mahsus" kabul edilen yalnızlık, ne yazık ki insanlara özel de olabiliyor. Önemli olan onu güzel ağırlamak. Yazar, "Biz yalnızlığımızdan saraylar, şatolar kurmayı başarmış insanlarız. Onu parçalara bölüp birer dosta dönüştürmeyi de biliriz. Yalnızlığıyla dostlaşmayı başarmış bir kişiye de başkası gerekmez," diyerek ne güzel ifade ediyor! Bir Sanrıydı Manolya kitabının son satırlarında bulunan, "Oysa yalnızlık sanıldığı kadar korkunç değildi. Onunla aynı yatağı, yorganı bölüşenlere zevk bile verirdi." tümcesi konuya özel bir anlam yüklemiyor mu?
Bulgaristan’daki asimilasyon sonucu ailesiyle zorunlu göç ettiği İstanbul’a da âşık yazarımız. Öykülerinde onu kişiselleştirdiğini, şaşırtıcı benzetmelerle buluşturduğunu, her yönüyle onu benimsediğini gözlemliyoruz. "Hep Öyle Dargındı İstanbul" öyküsünde, "Oysa hep öyle dargındı İstanbul. Göğe, denize, rüzgâra, güneşe bile küsmüştü. Bakışını, soluğunu, ruhunu kirleten insanoğlunun yaptıklarını doğadan alır gibiydi. Boğaz’ın, Haliç’in yardımlaşarak dokuyup ayaklarının dibine serdikleri yeşil, ipeksi halıyı görmüyordu." diyerek nasıl da üzüntüsünü dile getirmiş.
Tabii, İstanbul’un kozmopolit yapısının çarklarına kapılmış insanlara da bir o kadar üzülüyor Ahmet Türkay. Onların dertlerine ortak olmak için öykülerinde yarattığı karakterler, ülkenin düştüğü dar boğazdan etkilenerek geçim sıkıntısı çekenler, teröre kurban olanlar kadar teröre alet olmak zorunda bırakılanlar, yoksulluğa rağmen dimdik ayakta durmaya çalışanlar, çarpık yapılaşmaya, betonlaşmaya doğanın ettiği isyana ister istemez ortak olup hayatlarını, ailelerini kaybedenler, ötekileştirmenin yüzyıllardır acısını çekenler, çektirenler, bu nedenlerle bozulan psikolojileriyle hayata direnenler oluyor ister istemez.
Öykülerinde ve romanındaki diyaloglar, ne okuru sıkacak çoklukta, ne de esef edecek azlıkta. Hayatın içinde yer aldığı, haliyle öykülerde de yer alan konuşmalar, öykülerin doğallığına katkıda bulunuyor. Böyle olunca da o doğallık okura geçiyor ister istemez. Bulgaristan’daki Türk düşmanlığının sonucu işlenen ve örtbas edilen bir cinayeti konu alan Gelecekten Ödünç Ömürle adlı kitabındaki Yaylım Ateşi’nde olduğu gibi, bir çiçeği, bir gelinciği kişiselleştirip kısa ama vurucu diyaloglarla konuşturarak etkileyici bir öyküye daha imza atmış Ahmet Türkay. Betimlemeleri ise daha çok insanlar üzerine. Kişi betimlendirmelerini ve ruhsal portrelendirmelerini , çevre tasvirlerinden daha çok görüyoruz öykülerinde.
Bazı kitapları okurken, "Bari editör dikkat etseydi," dediğiniz çok olur. Ahmet Türkay’ın kitaplarında bunu söylemeniz imkânsız. Öykülerin dosyalarının ilk haliyle basıldığını sanıyorum. Bir tek yazım yanlışı, imlâ hatası göremezsiniz. Tüm öykülerde Türkçe’nin egemenliğinin ışığı altında, duru ifadelerle yol alırsınız okuma yolculuğunuzda. Seher Gitti adlı romanı da kurgunun ve yazımdaki doğallığın sonucu olarak gelişen akıcılığın etkisiyle, okurun elinden bırakılmayacağı bir roman olarak yazarın eserleri arasında.
Ahmet Türkay, kadınların çektiği çileleri, aldatılmışlıklarını, bastırılmış duygularını, önemsenmemelerini, küçümsenmelerini, cinsel obje olarak görülmelerini, emeklerinin boşa gitmelerini işleyerek, kadınlara verdiği değeri de eserlerinde göstermiş. Aynı zamanda toplumun erkeğin sırtına yüklediği yükün ağırlığını da unutmayarak onu da hissettirmiş okurlara.
Öykülerinde duygu aktarımı en üst seviyede. Bu aktarımlardan birine, Bir Sanrıydı Manolya adlı kitabında yer alan Evseme öyküsündeki "İnsan ömür boyu iki şeyi unutamaz; ilk sevgiliyi, bir de doğduğu yeri," sözleriyle özlemin yürekleri yakıcılığına okuyanı da ortak edip onu unutulmaz anılarına doğru sürüklemesine tanık oluyoruz.
Facebook sayfasında yazarlığından hiç bahsetmeyerek sadece "emekliyim" olarak kendini tanıtan mütevazı yazarımızın, 2005’ ten itibaren yayımlanan yedi öykü kitabı, bir romanla edebiyatımıza yaptığı katkıların önemi büyüktür. Gelecek yıllarda da yazı dünyamızı zenginleştirmeye devam edeceğini umuyorum. Gönül, böyle değerli bir yazarın çok seneler öncesinden edebiyatımızda yer almasını isterdi.
Ahmet Türkay’ın yaşama tutkusunun, direncinin hiç tükenmemesi dileğiyle kendisine, çok sevdiği arkadaşı Recep Küpçü’den dizeler armağan ederek, vefa dolu yüreği kadar güzel yıllar diliyorum.
(... Yandım bazen susuzluktan/Cayır cayır yandım durdum/Söz açmadım öz derdimden/Ellerin halini sordum./Ve istemedim kimseden/ İçmek için bir damla su,/İçimde aslan kesildi/Boyun eğmemek duygusu...)
Ceyda Sevgi Ünal
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.