- 527 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
PERŞEMBENİN GELİŞİ
Seksenlerin ilk yılları…
Anayasa değişmiş, darbeci Kenan da cumhurbaşkanı seçilmişti. İçinden tavşan çıkan şapkası, papyonlu beyaz mintanı, cebi mendilli siyah frakı, sivri burunlu iskarpinleri ve bastonuyla televizyonlarda boy gösteriyordu. Giyim kuşamıyla birini taklit ediyordu besbelli ama konuşurken netekim diyordu hep. Hem de liyakat adamı değil de hıyanet çakalı gibi kutsal ayetlerden örnekler veriyordu…
Amerikancı Turgut da başbakan seçilmişti ne tekim. Alçacık boyu, türlü türlü huyu vardı onunda. Ellerini başı üzerinde birleştirip kendi kendisiyle tokalaşıyor, ayrı gayrı yok artık, sağı, solu, ortayı bir ettik, kenetlendik diyordu. Ve liberalizm diyordu ne demekse. Köprüleri, kitleri satacağız; çok para kazanıp küçük Amerika olacağız…
Yıllardır süren terör bir gecede bitivermişti netekim. Faşistler ev basıp komünistleri kesmiyordu. Pusatlar girmişti kınlarına. Komünistler banka soymuyor, büyükelçi kaçırmıyor, emperyalist Amerika’ya sataşmıyordu. Yumrukları düşmüştü sol yanlarına. Kapitalistler de sokak başlarını tutup korku barikatları kurmuyordu. Çekilmişlerdi rahat koltuklu bürolarına…
Kuyruklar bitmişti birden. Karaborsalar da. Gaz vardı, tüp vardı, şeker vardı artık. Hem de bol bol. Amerikan ajanları sokaklarda cirit atarken albenili sigaraları, viskili içkileri vitrin camlarında, kotları, şortları butik raflarında rahattı. Kenan ve Turgut sayesinde komünistler bile molbora içiyor, levis giyiyorlardı netekim...
Yıl seksen altı. Mevsim ilkbahar. Mayıs ayı, günlerden de Çarşamba. Güneş var; hava güzel. Çimenler yeşillenmiş, çiçekler renklenmiş; tabiat güzel.
Balık tutmaya gidelim dedik. Şemsi, köy imamı bir de ben. Üçümüz. Hazırlıkları yapıp bindik Java’ya. Haydi rasgele…
Yarım saatlik yolculuktan sonra Erikler köyüne geldik. Orayı bizim imam önermişti. İmamlık yaptığı günlerden biliyormuş. Deresi büyük, balığı çokmuş. Motosikletimizi yol kenarındaki düzlükte bırakarak erzak torbamızı, balıkçı çantamızı alıp dere boyunca aşağıya doğru yürüdük. Dere büyüktü gerçekten. Hem derindi, hem geniş. Suyu çoktu. Kimi kayalara çarpıp köpürüyor, kimi yerde gölleşip sakinleşiyordu.
Ben önde gidiyordum. Şemsi ile imam gerilerde kalmışlardı. Ben heyecanlı olmalıyım. Onlar sakin. Benim aklımda balık vardı, onlar damdan samanlıktan konuşuyorlardı.
Bir yar üstüne gelince durdum. Hırçın akan dere yar eğrisinde gölleşip sakinlemiş. Yüksekten baktım, acaba balık var mı? Su berraktı. Görebiliyordum. Dibinde kum vardı. Balık da vardı…
Serpme atmasını bilmiyorduk. On metrelik küçük ağamızı gölcüğe gerdik. Biraz bekledikten sonra suya girip kuru söğüt dalıyla yar derinliklerini eşeledik. Sonra ağı kenara çektik. Bir sürü balık vardı. Ağı temizleyip tuttuklarımızı sepete koyunca sevindik.
Şimdi kendimize başka bir göl bulmalıyız dedik. Lakin baktık ki aynı gölde yine balıklar var, hayret ettik.
Küçük ağamızı aynı göle yeniden serdik, yeniden çektik. Gene bir sürü balık aldık. Gene baktık aynı göle, gene bir sürü balık. Oyun muydu bu! Neydi? Tutuyor tutuyorduk ama küçücük gölün balığı bitmek tükenmek bitmiyordu, şaşırdık…
Daha sonra iki kişi geldi yanımıza. Selamın aleyküm dediler. Ve aleyküm selam. Biri muhtarmış bunların, biri de imam. Dere boyundaki fasulye tarlasını dolaşıyormuşlar. Görünce sapmışlar. Bizim imamla muhtar sarılıp kucaklaştılar. Köy imamıyla da... Çünkü daha önceden tanışmışlar.
Göl yanlış dedi muhtar. Balık akıntıda tutulurmuş. Dere gölün az yukarısında çok genişti. Hem de irili ufaklı kayalıktı. Akan su kayalara çarptıkça köpüklenip çağıltılı sesler çıkarıyordu.
Merak etim. Kalkıp gittim. Gittim ki ne göreyim; sudan çok balık! Bu ne! Dere otoban, onlar da otomobil sanki. Peşi peşine dizilmişler; bir taraftan gidiyorlar, bir taraftan geliyorlar. Konvoy halinde.
Dediklerine göre yumurta zamanıymış. Aşağıdaki barajdan çıkıyorlar, yumurtalarını sığ yerlerde bırakıp dönüyorlarmış.
Balık tutup eğlenirken öğlen oldu. Balıkla, dereyle uğraşırken acıkmışız. Gölge bir yere oturup biraz atıştıralım dedik ama bizim imam oruçluymuş. Hay aksi! Oruç ayındaymışız, ne bilelim! Muhtarla öteki imam akıntılı yerde balık kovalıyorlardı. Size afiyet olsun deyip onların yanına gitti.
Peynir, domatesle ekmeğimizi yiyince biz de gittik. Ama eski imam gitmiş, yerine başka biri gelmiş. Bizimki değil tabii, öteki. Yüzünü karartmış, kaşlarını çatmış. Bizim imama sitemler ediyordu. Böyle, yani biz gibi insanlarla nasıl arkadaşlık edermiş! O zaman ilk defa bir insandan korktum. Bu imam insanı keser dedim içimden. Tavuk keser gibi, gözünü bile kırpmadan. Hem de Allah için.
Gidelim dedim Şemsi’ye, işaretle. Hem de bizim imama. Bu kadar yeter. Hem de sıcak bastı çok. Sıcak değil ateş basmıştı aslında. Esas sıkıntı oydu. Bu suni sıkıntıyı çekmek zorunda mıyız? Değil elbet. İsteyen inanır, isteyen inanmaz. İsteyen balık tutar, isteyen oruç. İsteyen Mekke’ye gider, isteyen Paris’e. İsteyen cennete, isteyen cehenneme… Herkesin aklı kendine değil mi? Laik demokratik bir hukuk ülkesinde yaşıyoruz. Özgürlükler var. Herkesin hayatını istediği gibi yaşama hakkı var. Var, vardı elbet ama o softa imam ayrılırken uzattığımız elimizi bile sıkmadı…
O gün Çarşamba’ydı, bugün Perşembe. O günden bu güne kaç sene geçmiş? Otuz mu? Az değil. Otuz sene nasıl sabırla beklemişler. Sızdıkları devlet kurumlarında sinsice nasıl gizlenmişler. 15 Temmuz’da o örümcek beyinlilerin karanlık yüzlerini hep birlikte gördük. Görmedik mi? Nasıl bombaladılar, nasıl kurşunladılar. insanları nasıl avladılar. Hem de gözlerini bile kırpmadan, balık avlar gibi…
“Perşembeler bitmez arkadaşlar, Çarşambaları uyanık olmak lazım. Sevgilerimle…”
Kasım/2016/Perşembe