- 496 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Buz kesmiş ruhların çaresizliğiydi bu artık ruhları da ısınmak istiyordu...
Yaşamda elde edemediklerimizin ardında kalan pişmanlık
vazgeçemediklerimizdeki en ağır düşüncedir, ardında kalanlara ödenen bedellerdir ki pişmanlıklarımızın tekrarını yaşatan...
Yani, bitti, gittim, yeniden bitti, bitmeseydi zaten ben bitmiştim, her gidiş hep dönüşü bekletir ama beklemeyle de bittim...
Herkes gider, herkes gittiği yerden gittiğini düşünür, sebepler gidişi durduramaz ve engel de olamaz…
İşte bunlar çilelerin sonsuza raksı, sen bilir misin bu raksın ritmini, insan en sonunda yığılır ve kimse de yardım edemez el bile uzatamaz, bana yüzsüz insanların yüzünü çizsene veya ikiz yüzü çizsene veya ikiz ruhu çizsene, der adam kendi düş dünyasındakine, zaman zaman...
Kar yağıyordu, sabahtı, parmak uçları buz kesiyordu, koskoca hendekler vardı, ıslanmıştı palto sevgi yolunda, yürüyordu adam, kar düşüyordu toprağa, adamın içi üşüyordu soğuktan ziyade, kalbi titriyordu, adam yürüyordu, elleri soğuktu, bakınıyordu, sıcak bir köşe için, ıslanmıştı adam ve yüreği, üşüyorlardı, diz çöktü adam, dizleri dondu, aşk dizginlenmişti diz çöktü, sevgi diz çöktü, kalk diyordu yüreği her vuruşunda, adam tepindi sevgi ağlıyordu, bitti işte gittin diyordu, adam titriyordu kar yağıyordu ve serpiyordu tüm dallara, adam tutunamadı avuçları donuklaştı, gitmişlerdi birlikte, sonuçsuz düşüncelerden, çıkmazlardan, düştüler hep kulvarlardan, adam titriyordu kadın gülümsüyordu bir yerlerden, bakınıyordu geçmişin rüzgârından, ses verdi adama, kalk dedi kalk, yoksa ben de düşeceğim, kalk ve tutun tüm düşüncelere, tüm yaşamışlıklara, ben gittim zaten biz bittik şimdi sen tutun ve kalk ki yaşasın o hep ölmez dediğin sevgi, hani sevgi ölmez derdin ya, yaşatmak sana düştü ben zaten düştüm dedi kadın ve adam kalktı, bakındı, dalda bir serçe vardı üşüyordu ve de titriyordu, kaybetmişti hayatı o da ve adam…
Dağ başıydı zaten yaşam yeri dedi ve bir güvercin kırcal rengi ile havalandı, adam karda dik yürüyordu, “sevgi benimle ki” dedi ve gözlerini yumdu sanki usulca bakıyordu…
Ve kar yağıyordu adam yine ıslanıyordu…
Şimdilerde sen ve ben... Ve tadı bitmiş hayat…
Her canlının başını omzuna koyduğu bir başka canlısı vardır ki hayat yalnızlıkları pek hoş yaşatmıyor insana...
Aslında belki de tek bir şey gerekti "bir dilek tutmayı denemekti," belkisiz hayatın sırrı vardı buralardan, sadece inanmak gerekti bir gün ama bir gün mutlaka bir gün diyerek beklemekti aslında hayatın cilvelerini...
Çoğu zaman "yalnızlık, yalnızlıkla yoldaş olur" derken yeter ki yalnızlığın yanındaki yalnızlığı tanı, işte o an gök ağaracak, en azından yaprakların rengini tanıyacaktır bakan gözler...
Yorgun düşler görülüyor zamanın bu dilimlerinde şimdilerde artık...
Hayatı zorluyorum, tüm düşleri uğruna gömüyorum, kaybedecek neyim varsa ki seriyorum yoluna, bir bakışına feda iken canım, şimdi uğruna gömülecek düşlerim var, tüm nefesleri alırdım sen ardında kalan gölgeliklerden, tüm nefesleri senle sayarken, şimdilerde tek nefese hasret olmak var ya bir ömrü fedaya çıkan zamanlardır artık, ömür dediğimiz son nefese uğrak yerine harcıyoruz kahredici hayatı zorlarken, sonunda hayat bu, ömür bu dediğimize...
İhaneti sıkıştırdılar yüreğimizin derinine, belkisiz bir sancıya boyadılar geceyi, karanlığı derinleştirdiler bir kış akşamına çevirdiler güzü, ardından ayrılığı yapıştırdılar ömür denen kamburun sırtına, döşleri döküldü gece yürüyenlerin, ışık aradılar, bir yalnızlık sonrası, bir yangına düştüler ışık diye, sonuçsuz bir akşamdı gecenin tana çıkan zamanında, geceye yağmur düştü tana ulaşacasıya, rüzgâr yaprağını döktü kavak ağacının acımasızcasına, oysa sen de acımamıştın bana tana ulaşan nice geceler boyu, hadi istersen son kez tutuşalım avuç avuca, ki belki bir ömür hasretin kokusu olur…
Gece yürüyenler, an an birbirlerini buluyordu, kulvarın karanlık köşe kenarlarında, en çok ağlayan kendini sanıyordu diğer ağlayanların karşısında, oysa ağlayanla ağlatan arasında bir fark vardı, biri umarsız, diğeri acıya aşına değildi, hiç anlamadılar birbirlerini yaşam boyu, ağlatan hep ağlattı, ağlayanınsa ağlamakla geçti yaşamı ve buna sevgi dediler...
Oysa ne kadar da çok yazılacak yaşamları vardı...
Gecede karanlığa ağlıyorlardı birbirlerinden habersiz, ıssızlığın karanlıktaki sesini dinliyorlardı, içlerinden doğan yalnızlık hırsları ile yumrukluyorlardı taş duvarlardaki sıvası düşmüş oyukları, gecenin sesi aslında karanlıklardaydı, öksüzleşmiş bir duyumu vardı sessizlikteki inlemelerin, oysa gecenin sesine karışmıştı baykuşun tiz üstü sesi, ağlıyorlardı birbirlerinin arkasından teklikle ağlıyorlardı geceye ve gecenin kuytusuna, ansızın bir kanat sesi duyuldu geceyi uyandırarak, baykuşlar geceye uçuyordu, gece kendini sessizlikte saklıyordu, kanat sesleri tıkıyordu nefes seslerini, ansızın doğan seste gece ağlıyordu kendi kendine ağlayanlarla beraber…
Oysa gecenin sesi kayboluyordu kuytuluklarda hıçkırık sesleri arasında, kadın gecede, adam gecede kayboldukça acıda, acılanmıştı gecenin sesi de…
Gecenin sesinin çarptığı duvarlara omuz koyarak ağlamak da vardı sevginin içinde...
Oysa beklenen tan şafağının vereceği iç huzurdu, oysa karanlık dağılmıyordu bir türlü, gecenin gizemi sarmalamıştı baykuşun kanat seslerini, adam bir kez daha ağlıyordu kırık kanat seslerinin ardına, geceye, sadece özlem yapışıyordu, özlemekle gelen, sabahsızlığa koşuyordu düşünceler, ardı arkası bir boşluktu, sadece hasret yapışmıştı kırık yürek çırpınışlarına, adam kendini dönülmez istekle geceye saldı, gece sarsıyordu tüm düşleri, ardından yalnızlığın ıssızlığı çığlıkla ardına yapışmıştı gecenin, gece çığlık sesleri arasından sessizliğini bozuyordu, şimdi gece ağlayanlarla çığlık atıyordu sessizliğine...
Öylesine beyaz, öylesine pembeydi düşler, umutlar vardı geleceğe dair, beklentiler vardı umuda dair, her gündoğumu aklığında umut doğardı iç dünyamıza, sevgiyi harmanlardık içimize doğru, yılların ardında kalan umutsuzlukları boş verilmiş zamanlar diye düşünürken, yürek oynayışları ile sevdanın içinde harmanlardık tüm sevinçleri, hayatın ak tarafına bakmak isterken çoğu zaman istemsiz ivmelerle düşerdi sıkıntılar belimize doğru, kaybedilmiş tüm mutluluklar hep en yakınımızdan çıkardı, alınan mutluluklar çalınan düşler derdik hep bunlara ve hep hoyrat ellerde eskidi tüm dünya umutlarımız, ama yine de yılmadık, sevdanın içtenliğiydi ve de inanmışlığımızdı tüm bu mücadelelerden mutlu çıkan…
Sevdamız, her yeni gün sabahında, gün ışığına hasretti…
Gün ışığına hasretti sevdamız…
Oysa yürüyorduk tabanlarımız çatlak çatlak oluncaya kadar sevginin yolunda, adına sevmek diyerek tüketiyorduk ömrü, çok küçüktü yaşamdaki yerimiz, çok küçüktü yaşamdan istediklerimiz, oysa kocamandı yüreklerimiz, kocamandı sevgimiz, kocamanlardı sevgi yoluna serdiğimiz hayat ve sen çok kocaman sevmiştin beni bense çok küçük kalmıştım sevginin yanında, şimdilerde sevme zamanı benim çünkü sen yoksun artık, oysa ben sen yokken de seni senden çok sevendim...
Şimdilerde sen ve ben yalnızlıkların acısı ile yaşıyoruz...
Sensizliği, sessizliği sana bıraktım, yolların sonu gittiğim yer, adındı terk edemediğim sen, öldür istersen düşüncede beni, ben talihimi sana bırakmışken, yaşamdan sensiz vazgeçmek miydi uğruna verilen savaşlar, sevgiyle verilen umutsuz uğraşlar, vazgeç dersen şimdi yaşamdan, sensiz asla derim, kavlimizdi varoluşta kalmak, belki dersin geldim, nerdesin, beklerim sevgili mahşere aynı yerde, aynı toprakta…
Aslında kaybetmiştik kaybedeceklerimizi, yok oluşa açılan bir kapıdan geçmiştik, unutulacak ne kadar vaatler, umutlar varsa unutmaya yüz tutmuştuk, kimsesizliği ve de yalnızlığı kendimize yolculukta arkadaş etmişken, artık tek başa gelen yaşamda yaşamayı sağlamaya çalışmak artık kaçınılmaz olmuştu, bir sendin bir de ben savaşa, benlik savaşına dahil olan, hayat neredeyse yalnızlığımızı kabul etmişti ve biz yalnızlık şarkıları söylerken, ses kısıklığı artık kabul edilemez bir safhada idi ve bu savaş bir ömür sürecekti sanki…
Aslında, sankisiz bir yalnızlık yaşamına kabullenişe mecburduk, kimsesizliğin şanındandı susmak, ellerimiz yalnızlığa alışmıştı, boşlukta sallanan ruhumuza ellerimiz eşlik ederken, düşüncelerimizin yorgunluğu çöküyordu içimize, artık şarkıların sözleri bizi, acımızı anlatamaz olmuştu, kendi kendimize yazdığımız şarkıları dinler olmuştuk, her kelimesi, tüm cümleleri bizi anlatandı, çünkü sadece özgür olan ruhumuzdu ki o da tutsağıydı birbirimizin düşlerine.
Hayattı bu tüm kapılarını zorladığımız, öncelikle birlikte, sonraları tek başa kalındı bu zorlamaların çıkmazlarında, kimdik biz ve toplumun karmaşası neden bizim üstümüzdeydi, belki önce kendimize yasaklıydık, sonralarda tüm yaşama yasaklı olduk ki artık dar nefesleri kendi kendimize sadaka diye bağışlıyordum ki teklikle nefes alma hakkımızın olmadığına inanmıştı.
Zordu bu şartlardaki tüm kulvarlarda tutunmalar, zordu kendi kendimize hükmetmeler, karanlıklardaki gölge kovalamacaları artık tek çaremizdi, yıllarca koştuk gölgelerimizin ardından, karanlıkların efendisi ilan ettik kendimizi ve kuytuluklar artık nefes aldığımız yerler olmuştu bu kaçaklıklarda…
Ben seni unutma çabasında iken, sense ayrılığı tıkıştırıyordun açlığımı gidermeye çalıştığım bedenime, sensiz bir bedenle ayakta kalmak, inan sevgili yıkılmaktan daha zordu…
Şimdilerde ruhumla baş etmeye, onu zapt etmeye uğraş verirken, daha çok dalıyordum hayatın çamurlu kulvarlarına düşüncelerimle…
Bir umut uçurmuşluğum var gökyüzüne derken arapsaçına dönmüş beynimle dalga geçmek istedim, oysa benim aklım ondaydı sadece hade be dedi...
İşte böylesine avunmak istiyoruz kör kuyulardaki yaşamda...
Artık çok kısa cümlelerle düşünüyordum, nedendi bu kadar “hüzün”, nedendi bu yaşamdadki” karanlıklar” nedendi bu taşınmaz ağırlıktaki “acılar” ve hak etmiş miydik biz bu kadar “uzakları” yaşamayı, çünküsüz bir kabullenişin sebebi çok “sevmek” miydi, hesapsız bir hayatın var oluşu bize neden bu kadar “sığ” öğretilmişti, neden bu kadar çok “soru” ile yaşama mecbur olmuştum, soruların “özğürlüğü” bende mi sona devam edip sonlanamayacaktı?
Sözün kısası bu, edersen biterim hayata, bittiğimi duyarsan eğer, bil ki sonun başı buydu, en güzeli bir ayrılık şarkısına yapıştırmaktı kanayan yüreğin feryadını, gerekse bir masal da yazılır artık bu hayatın çıkış noktasına...
Kendi adımıza yazdığımız masallarla efsane olmuştu sevgimiz, kimse bir varmış veya yokmuş diyemiyordu, okunduğunda düşüncede oluşan karartılar sanki yaşanmış dedirtiyordu, inanılması hata olacak bir yaşamdı belki de, sakladığı gizemler masalların içine atılmıştı, en çok ortaya çıkan cümle, "gerçekten ben seni severken hayatımı seviyordum aslında" diyordu masal anlatıcı sözün arasında kadının hissettiklerini anlatırken…
Adamsa uzun zaman masalın içine gizlendi, hazmedemiyordu sevgisinin masallarla anılmasını, o gerçeklerin içinde yaşamıştı sevdam dediği her şeyi, sadece tek cümleye bağlıydı "ben senin, senin gerçekliğin kadar senindim yaşamda" diyordu…
Ve farkında hiç değildi, aslında kendilerine yazdıkları masallarla efsane olmuştular, bazılarının yaşam karelerinde, masalın başından sonuna kadar uzun yıllar geçti bu masalı dünyadaki çok kişi, adamın ve de kadının anlatımları ile öğrendi, kimisi adama üzülme dedi kimisi de "unut gitsin yaşamına bak, her kes bir gün sevdiğinden önce ölecek dedi."
Oysa hiç akıllarında ölüm yoktu, sadece sevgilerini zamana sığdıramadılar, "ölümüne sevda" dedikleri bu güne uzayan yaşam, sadece hüzün doğurmuştu. Tek sıkıntı vardı, bu masal nasıl bitmeliydi, yaşam savaşı veren kadının anlatımları ile mi, yoksa ayakta durmak için tüm direncini kullanan adamın "hüzünlerinin karda erimesi zamanında mı bitecekti," yoksa bir başka tanık mı bu masalın kahramanını anlatıcısı gibi mi canı istediği şekilde mi bitirecekti…
Oysa masalın dışında tek gerçek vardı, "dünyada kimsenin öldüremediği sevgiyi en dürüstünden yaşamış insanların sevgileri asla sonlanamazdı." Her bahar, her sonbaharda veya her baharda filizlenerek yeniden kendi küllerinden, "Anka kuşu" örneğin tekrar yaşama mı döneceklerdi, çünkü sevgi ölmezdi ve sevilenler kendi aşklarının sonunu masal anlatıcısına bırakamazlardı…
Sevgi masal anlatıcısı tarafından sonlandırılamazdı…
Birden baktı sol yanındaki kadına, dudakları titriyordu, “üşüdün mü” dedi, “üşüdün mü,” elini omzunu uzatarak ceketini çıkardı, “sarın istersen” dedi “ben sen ısındıkça ısınırım beni düşünme, üşüdüğünü görünce bir de beni ansızın titretme” dedi, “iç yürek üşümesidir o, sadece sıcak bir avuç durdurur bu titreyişi hadi sen sarmalan ceketime,” bakıştılar ve de gülümsediler, artık ruhları da ısınmıştı... Bu sahneler gözlerinin önünden geçen adamın anılarından…
Ruhları da ısınmak istiyordu…
Can damarından vuracaktır insanı, dost dediğinin ihaneti,
ne sen göreceksin,
ne de başkalarına sorabileceksin sebeplerini,
karşı kaldırımda arayacaksın kendi parçalarından kopan can alıcı parçalarını,
sebebini hâlâ anlayamayacaksın ihanetin,
tek cümleye sığıp kalacaksın çaresiz dermansızlıkla,
hayat hep insanı sol yanından vurur derken...
Bir kadını sordular bana, adını söylemem ama acısını nasıl tarif etsem demekle başladım söze, dur dedi dur, o acı bende var arkasından bir de senin diyeceğini omuzlamak istemem derken, acıyı bir ömür yaşayacaksın ki, için dışına çıkıncaya kadar ki acı yaşandığını anlatsın sana...
Kendilerine hiç yabancı, birbirlerine de hiç yabancı olamamışlardı, her ikisi de bir diğerini kendi gibi yaşıyordu, hayatın girdaplarında bir birine tutundukça kurtuluşa erişiyorlardı, ayrı yaşam anlarında ise hep düşüyordular, düştükçe canları yanıyordu, düştükçe silinmezlikle bir birlerini yazıyorlardı, oysa zamanın yıpratıcı etkenleri vardı ve her sonbaharda bir bir dallarım dediklerinin içlerinden bir kılcal sevgi kopuşuyordu…
Sevgi masal anlatıcısı tarafından sonlandırılamazdı…
Kadınsa kendini masalın içinde anlatıyordu, “sadece masal dışıydı yaşamlardaki beraber olduğumuz kareler, ben sana hayatımla bağlıyım diyordum, sense sadece bakıyordun yılların an zamanlarının içinden, kaç dem zamanımız olmuştu ki seni tanımak için, sana çözülmezde bağlanmaz için, yılların ardında kaldımız tüm bakışlarını kaç an zamanı daha var bana benzetişim diye oysa yol ayrımıydı beklentisiz zamanda, işte sevgili şimdilerde senden kalanlarla nefes almaya çalışıyorum, sadece geçmişin kör noktası bu yüreğimde kalan yaman...”
Bense, hâlâ senden gelecek bir ulak peşindeyken, gözlerim dalgaların üst köpüklerindeydi...
Yüreğimin içinden kuşlara göç yolları düşüyor, ışıl ışıl kıpır kıpır veya alaca renkler düşüyor göz diplerime...
Garip bir hüzün bu, olgusu belli olmayan, bir kıpırdanış bu, içimdeki…
Korkuyorum sonu hüzne düşecek, yine korkuyorum ardından ışıltısız yollar görünecek
ve
gene de korkuyorum gömüleceğim tüm geçmişin kuytularına çocuk gülüşleri kaybolacak benliğinden düşüncedeki anılardan, yine karabasanla rüyalar çöreklenecek gece uykularımdan ve yine şarkıların hüznünün ritminde boğulacağım ve yine de seni tül perde arkasından kaybolacak görüntülerle
hatırlayıp, boğulacağım nefes almalarda…
Hüzün ve de huzurla kalmıştı tüm kuytular...
Bir ben, bir sen vardık birbirimizin duygularının içinde, usanmazca dönüp duran, hak ettiğimiz her şeyi, hak ettiğimiz her şeyi yaşamlarımıza dahil etmiştik, sonraları bir başkası, bir başkaları girdi yaşamımıza müdahale edip yön değiştiren yaşamda kalmaya mecbur eden, sonraları daha daha birileri, bir başkaları daha daha oldu ki bakmışız bir çoğul kalabalıkta yaşam mücadelesinde bulduk kendimizi, çoğu sevgimizin büyüklüğünde boğuldu ve ortadan yok oldu, bir çoğu da yangınlarımızı hep üfledi ki ateşimiz büyüdü ve söndürmeye baş edemez olduk en sonunda da ateşlerin tam da ortasında, biz yani sen yani ben boğulmaya başladık ki birbirimizi tutuşturduk…
Biz hayatımıza etken olanların çoğunda acılarla hep boğuşur kaldık…
İşte böyle sevgili biz her an birbirimizin yokluğunda özlemi yaşarken, gün geldi bu özlemlerle dar nefesleri yaşadık, yaşantımızda…
“Oysa biz sevgimize hayatlarımızı adamış olarak yaşamak isterdik.”
Biz “beni sana, seni bana adadık” derken sevginin nefeslerini alıyorduk…
Sevgi masal anlatıcısı tarafından sonlandırılamazdı…
Yine okuyacağım kendimize yazdığımız masalların körelmiş sayfalarında senin korkulu rüyalarını ki işte yeniden düşüp kalacağım o satırların her hecesinde, sen varlığından bir umut peşinde koşarken, ansızın duracak tüm saatlerin yelkovanları, tüm ışıklar sönecek belki de başka kahramanlar düşecek masalın bundan sonraki satırlarına senden, benden kopuşarak…
Özlemişim ben çok şeyi, en önemlisi gözlerini...
Bir ucu derya, diğeri sonsuza uzanan gökyüzü, arada kalmışsak eğer, düşünceler daraltır içimizi, dar eder zamanları, dar eder nefesleri, oysa her şey düşüncede başlayıp, düşte bitiyordu...
Neden bu kırgınlık, nedendir darmadağın eder başımı, kaç yılın derbederliği bu, kimdin sen bu kırılgan gülüşleri bana sarmalayan, neden bu kırgınlık
sahipsizliğin, dünlerdi gidişinden sonra her an, her gün arkandan bakındığım dar sokaklar, kullvarlar, bulvarlardı, her an bir köşe başından çıkacakmış gibi, her yaya geçidindeki yeşil ışıkla yürüyenlerin yüzüne bakarak seni aranmalarım, şimdilerde ise geçmişin gölgesinde kaybolmalarımdı yaşamın bu dar nefeslerinde, sen koşuluna bağlı bulunamasıya aranmalarımdı arkandan bu günlere sarkan aranmalarım, daha kaç yılı bu nefeslerle harmanlayacağım belli değil ilk gidişinden sonrası belli olamadığı gibi, artık çaresiz ama umutsuz kalamadan nefes alışlarla beklenmeden sadece bir merak uğruna geçen zamanı kovalamak bu, sanki sadece bir ruh donukluğuydu bu, bir umuda, bir hasrete bağlanan, buz kesmiş ruhların çaresizliğiydi bu ki artık ritim bozukluğuna ulaşmış bir bedenin sarsılmalarıydı bu…
Ruhları da ısınmak istiyordu...
Çığlık çığlığa bir telaşla yaşam, arkada kalan yıllarla, her an her saniye yeniden doğacakmışım gibi yaşamak isterken tüm ayrıntıları, şaşkın bir bekleyiş, dağılmış bir ruh sahipsizliğinde, an zamanlarının içindeki özlemi kovalarken, çoğul
birden fazla yoğun düşünce girdaplarında uçma zevkinden uzak, yaşamın içinde kovalarken ruhumun isteklerini, sen yokluğunun acı çıkmazlarında boğulurcasına hasreti yaşarken, tek kelimelik bir bulmacaydı yaşamın son düşünceleri, “yaşarken sevebilirdik,” aslınca bir bulmacaya benzeyen bir düşüncede savaşmaktı bu pişmanlık, “yaşarken sevebilirdik” pişmanlığı ki sonu nasıl olsa bir hendekte huzurlanmaktı belki de…
Belki de köşe kapmaca oyunuydu bu hayata dahil olabilmek için, içinde yaşamaktı tüm telaşların, keşkelerin içinde barındığı tüm ruh donmalarının, ruh üşümelerinin…
Ruhları da ısınmak istiyordu gerçekten...
Bu gece seni düşünmeye karar verdim ki artık bu gece çok kısa geçecek ve tan çok çabuk ağartacak evreni, çünkü seni anlatacaklarım sığmayacak geceye, sen sığmayacaksın geceye…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.