- 695 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Tanrı’nın Hediyesi-Devran Yılmaz
1.Bölüm
Böyle bir eyleme niçin kalkışıyorum? İnanın bende bilmiyorum. Belki de yaşamak için sadece küçük bir dayanak noktası yaratmak istiyorum. Masanın üzerinde duran tabancayı kırmak ve yaşama sevincini içime çekmek ve herkes gibi yaşamak istiyorum… Aynı zamanda içimde peyda olan umudu tamamen etkisiz kılıp, beynimi dağıtmak istiyorum. Çelişkili düşünceler, bir yılan gibi süzülürken beynime, bir birine sarılarak büyüyor… Bir film izler gibi, bir hikâye okur gibi gerçekleşiyor. Benden bağımsız bir şekil de seyir eden, olay akışına müdahale etmek istiyorum. Aynı zaman da, tabiat ana ve sistem tarafından şekillenmiş olan yazgı ya tamamen boyun eğmek, cemiyetin değer yargılarını sorgulamaya kalkışmadan, ayak uydurmak ve herkes nasıl yaşıyorsa bende öyle yaşamak istiyorum. Ardından insanları düşünüyorum, dostlarımı, düşmanlarımı, tanımadığım insanları… Aynı ortak yazgı da buluşacak olan; bir birini tanımayan lakin bir birine çok benzeyen, sırf bu yüzden bir birlerine düşman olan kalabalıkları… Dünyayı nasıl bir birlerine cehennem ettiklerini, kendi çocuklarına sevgi göstergesinde bulunup, çöpte ekmek toplayan çocukları görmezden gelişlerini, güzelliğe ve iyiliğe secde durup, insan aklının dahi alamayacağı kötülükleri işlediklerini hatırlayınca; yalnızlığa sığınmak ve her şeyden kaçmak istenci ruhuma kuvvetli bir basınç uyguluyor… Kaçıp kurtulmak istiyorum. Etnik kimlik ve inançların yaratmış olduğu önyargılardan, doğar doğmaz iliklerimize kadar işlenmiş iyi ve kötü kavramlarından. Tek tip şekillendiren ideolojik kalıntılardan… Beni, ben yapmaktan alı koyan her şeyden… Daha önce yazılmış ve çizilmiş senaryolardan, bize sunulan rollerden, kalıplar dünyasından ve bizi bu şekilde yönlendiren o temel yapıdan, bir şekilde kaçıp kurtarmak istiyorum… Belki de, diyorum, bu bilinçle hareket etseydi insanoğlu ve kaçıp kurtarsaydı kendini bu karanlık tarihin seyrinden; dünya daha katlanır bir yer olabilirdi. Sonsuz evreninin içinde bir yer kaplamayan insan, kendini sonsuz ve özel olarak görmeseydi. Bizzat kaçıp kurtarsaydı kendini ölümsüz olma istencinden, boşluğu doldurma Çabalarından… Her şeyin ebedi hiçliğin içinde yok olup gideceğini düşünseydi ya da bu bilinçle hareket etseydi insanoğlu… Belki de her şey çok güzel olabilirdi. Doğamız gereği yaşar ve doğamız gereği ölürdük. Böyle anlamların derinlerinde boğulup gitmezdik. O zaman intiharı düşünür müydük? Milyonlarca insan, bugün olduğu gibi psikolojik ilaçlarlar sarılır mıydı? Sırf bu dünyada tutuna bilmek için seçilmiş o roller, o etkin yaşama amacının önüne geçmezdi… Bir kuş gibi yaşar ve bir kuş gibi öldürdük. Her şeyden öte, daha rahat nefes alırdık. Çağımızın yaratmış olduğu o suni amaçlar ve ihtiyaçlar doğrultusunda; hayatlarımızı sevmediğimiz işler de heba etmezdik… Yaşamak bu kadar katlanılmaz bir hal almazdı. Aile, toplum ve devlet otoritesinin tahakkümü altında; sevmediğimiz yaşamları yaşayıp, maskelere sığınmazdık. Belki de mutluluğu andan çıkartıp, ebedi kılabilirdik… Sahte mutluluklar yaratıp, daha büyük bir mutsuzluğa balıklama dalmasaydık; belki de her şey çok daha güzel olabilirdi, diye düşünmeden edemiyorum. Bunları düşünürken, çelişkili duygular peşimi bırakmıyor. İçimde ki ses, birazdan çekip gideceğim bu dünyadan… Artık bir şeylerin güzel olması, beni ilgilendirmiyor, diyor. Ben hiçbir ayrıntıyı atlamadan ve kelimelere önem vermeden, şu an hissettiklerimi kâğıda aktarmak istiyorum. Bir yandan ölmek istiyorum. Bir yandan içimdeki yaşama isteği, tüm gücüyle çırpınıyor. Kafese kapatılmış yabani bir keklik gibi… Sol elimi yüreğime götürüyorum. Sakin ol evlat, diyorum. Birazdan ikimiz de özgür olacağız. Sende biliyorsun ki; bu karar, bir anlık melankoliğin ürünü değil. Yirmi dört yıllık bir yaşamın ürünü… Biz öldükten sonra, hiçbir şey değişmeyecek. Dünya dönmeye devam edecek. Delikanlılar ve genç kadınlar, bir birlerini arzulayacak; bir zamanlar var olan amaçlarımız, başka tenlerde soluk alacak. Aşk acısıyla kıvrananlar, sevmediği bedenlerde sevişenler; kaybedenler ve bizim gibi korkunç bir hiçliğin içine düşenler olacak. Dünya bizi kaybettiği için hiç umursamayacak. Varsın, bizim geçtiğimiz yollardan, aynı şekilde koşanlar olsun… Varsın bu karanlık düşü, yanılsamalarla aydınlatsınlar. Biz bu koşullarla uzlaşmayı reddedeceğiz yüreğim, diyorum.
Son noktayı koyduktan sonra kalemi yere attım. Tabancaya sağ elimle dokundum. Sol elimle bacağımı sıkıca tuttum. Kabzayı tutmayı bir türlü başaramadım. Bu karanlık düşü görmektense, dedim. Bir anlık cesaretle, kabzayı sıkıca tutarak, ağzıma götürdüm. Bacaklarım titremeye başladı. Korkuyla karışık, tuhaf bir his oluştu yüreğimde, bilinmezliğe yolculukta olur öyle şeyler, dedim… Tabancanın namlusunu ağzıma soktum. Elim titremeye başladı. Midem bulandı. Kusacak gibi oldum. Daha yazacaklarım var, dedim. Tabancayı hızlıca masanın üzerine koydum. Kalemi yerden alır iken çaresizliğime, yârin dudaklarını öper gibi ölümün soğukluğuna sığınışıma, onu dahi beceremeyişime küfür savurdum… Kâğıt, kalemle dans etmeye başladığı o ilk an; bir sevinç kapladı yüreğimi. Bu şekilde saçma bir sevince yer yok yüreğim, diyorum. Bugün, bir şekil de bitirteceğim bu işi. … Bir yanılsamayı kanıp; bu karanlık gerçeği, düşlem gücünün canlılığıyla, aydınlatmaya kalkışma cabası, son bulacak, diyorum… Mavinin kızıla çaldığı bir zaman dilimi aldatamayacak bizi; bir karartı gibi duran dağlar, denizler ve ovalarda… Susuyorum. Ardından ekliyorum. Eğer böyle bir yılgınlık içine düşmüş olmasaydık, diyorum. Düşlem gücünün yardımıyla, daha güzel bir dünya kurmak için mücadele verenlerin, kervanına katılırdık beraber. Böyle anlamlı bir davaya kendimizi adadığım için; elbet bu şekilde bir boşluğun içine düşmez ve hiçliğin içinde yitip gitmezdik. Kalemi, daha güzel bir dünya için mücadele verenlerin, hizmetine sokardık. Ayrıntıya girmeden, bir düşe kanardık beraber. Hiç düşünmeden insanlar için de ölürdük. Kalkıp bir bardak su içtim. Su sıcaktı. Mutfağa giderken, suyu yudumlarken ve masaya tekrardan dönerken; insanlar için ölümü göze alır mıydım, sorusu bozuk bir plak gibi beynim de tekrarlandı. Son yazdığım cümleleri sesli bir şekilde okudum. Çok iddialı bir cümle oldu, diye geçirdim içimden. Zaman ve mekândan ayrı düşmeden, bu ülkenin somut koşullarıyla düşünmeye çalıştım… Bu cümle, aklın süzgecinden geçmeye başladığı, o ilk an; bilinçte oluşan, görkemli kale erimeye başladı. Anlamını yitirdi. Bu ülkede ölmek, su içmek kadar, uyumak kadar, bir kadının şakaklarını öpmek kadar normalleşmiş iken, ölümü göze almak bir ağacın arkasına geçip, işemek kadar küçüldü gözümde. Düştüğüm çelişkinin içinde kıvranır iken, daha büyük bir çelişkinin içine düştüm. Ben yine de bu uğurda ölmek istemezdim, diye geçirdim içimden. Ayrıntıya girmeden, düşünmeyi beceremediğim için… 21 yy da kirlenmemiş bir dava, samimiyetini kaybetmemiş bir düşünce, ya da bir inanç bulamadığım için… Tek tip şekillendiren İdeolojilerin içinden geçtim; ideolojileriyle soluk alan, aklın hükmünü, bir kişiye devreden adamların arasında yürüdüm. Miladını yittirmiş, basmakalıp düşüncelerin söylevci takımına tanık oldum. Bir kereden, bir şey olmaz, demeden. Âmâlara sığınmadan, kötünün iyisini seçmeden… Siyasi konjonktürün, bilinçaltında yaratmış olduğu, algı operasyonun tutsağı olmadan konuşacak adamların eksikliğinden belki de… Bunları düşünür iken, Sabahattin Ali’nin ‘’rüzgâr’’ şiirinden bir kaç mısra aklımda gezinmeye başladı… Ayağa kalktım. Sahnedeymişim gibi el kol hareketleriyle şiiri okumaya başladım.
“En büyük şey, en asîl şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fânî bir kızdır”
Sandalye oturduğum an, masanın üzerinde duran silaha gözüm kaydı. Gözlerimi, silahtan hızlıca kaçırdım. Bir süre daha sahnedeymişim gibi hissetmeye devam ettim. Binlerce kişi beni izliyormuş edasına kapıldım. Bu yetmezmiş gibi seyircilerle konuşmaya başladım:
-Neden ve niçin mücadele edecekmişim? Ne uğruna mücadeleye kalkışacakmışım? Özgür bir toplum ve güzel bir dünya düşüyle mi? Soruyorum ama size; dünyayı bu şekilde şekillendiren, güzel düşlerin inancı değil mi? Her devrim, sistemin çarklarında yok olup gitmedi mi? İnanmış insanların bedenleri üzerinde, bir alay kasırgası gibi… Korkunç işler çevrilmedi mi? Yapılması gereken belki de, ayak izlerinden başka hiç bir şey bırakmamak ve onca yanlışa ortak olmamak için ölmek gerekiyor, diyorum… Susuyorum. Koşulların elinde oyuncak olmaktansa ölmek iyidir, diyorum. Bir sessizlik yayılıyor odaya, bu sefer sessizliği bozmaktan korkuyorum… Ardından sahne fikri sahiciliğini yittiriyor. Konuşma istencim kaçıyor. İç dünyama tekrardan geri dönüyorum. Koşulların yaratmış olduğu mutsuzluğumu, koşulların yaratmış olduğu beni düşünüyorum. Avrupa da doğmuş olsaydım çok farklı düşüne bilirdim. Yâda Afrika da yâda başka bir yerde… Koşulların, insan üzerinde ki o tartışılmaz, sihrini düşünüyorum. İçim de bir anda bir umut filizleniyor. Kaçıp gitmek ve bu intihar düşüncesinden arınma fikri beynim de kuvvetleniyor. Elimi cebime atıyorum. Sadece 10 lira çıkıyor. Kahrolsun koşullar, diyorum. Seçtiğimiz sandığımız yaşamların, özgür iradeyle değil; koşullarla uzlaşmaktan doğduğu düşüncesi, beynim de belirginleşiyor. Seçtiğimiz yaşamların da bu yüzden tam bir ehemmiyetinin olmayışını düşünüyorum. Sendeliyorum. Ardından yaşamsal devinimin gerçek anlamda bir değerinin olup olmayışını tekrar tekrar sorgulamaya başlıyorum. O da beni kocaman bir hiçliğin içine atıyor. Susuyorum tekrardan… Arada kalmışlığıma küfür savuruyorum. Tabancaya bakıyorum. Bu sefer de beceremesem, diyorum. Daha kötü günler bekliyor beni, diyorum. Daha hazır değilim, daha yazacaklarım var, diyorum. Kelimelere sığınıyorum. Ayrıntıdan kaçmadan, düşündüklerimi yazıyorum. Zaten başka bir şey gelmiyor ellimden. Bunu da çok iyi becerdiğim sayılmaz. Lakin yine de yazmak istiyorum. Hiç bir şeyi atlamadan, kelimelere önem vermeden, kâğıt üzerinde hareket eden kalemle dans etmek istiyorum. Niçin böyle bir eyleme başvuruyorum? Bilmiyorum. Her şey ebedi hiçliğin için de yok olacağını, biliyorum. Kendimi, boşa kürek çeken bir kayıkçı gibi hissediyorum. Belki de beni yazmaya iten bir dayanak istencinden öte bir karar verme zorunda lığıdır, diyorum. Kalmak ya da ölmek arasında ki o ince köprüde; kararı kelimelerin eline terk etmek, açıkçası çok da akıllıca durmuyor. Lakin şuan başka bir alternatif yol düşünemiyorum. Sadece yazmak istiyorum. Masada, Nevzat Çelik’in “şafak türküsü” şiiri duruyor… El yazımla yazılmış bu sayfalara dokunuyorum… Küçücük bir dokunuş, beni oturduğum sandalyeden kaldırıyor. Bu idam mahkûmunun yaşama olan arzusunu tekrar tekrar içime çekmek ve yaşama yüklediği anlamların derinliklerin de ” bir umut bende koşmak istiyorum.” Yaşama yüklediği anlamların ve inancının önünde boynu bükük bir çocuk gibi kalıyorum. Ruhumu arıyorum. Bulamıyorum. Kaç kurtar kendini yapay duyguların, sanal dünyasından, diyorum… Zamandan ve mekândan ayrı düşerek; sanal dünyadan uzaklaşmaya çalışıyorum, hakikati aramaya başlıyorum. Bu duyguların da bir ehemmiyetinin olmadığı düşüncesi beynim de olgunlaşmaya başlıyor. Medeniyetin yaratığı duygular; yine medeniyet tarafından yok ediliyor. Özel mülkiyetin yaratmış olduğu sahiplenme duygusu; anne ve babanın sevgi adı altında oluşturmuş olduğu kıskaç ve seviyorum adı altında işlenen kadın cinayetleri ve bez parçasına yüklenen anlamları düşününce, mağara da yasayan o ilk insanların yalın çıplaklığı ve duygusuzluğu; medeniyetin binlerce yılda yaratmış olduğu duygulardan daha samimi geliyor… Her şeyin yıkıldığı ve ilkel çıplaklığa geri dönüğümüzü düşünüyorum. İçime bir sevinç doluyor. İrdeleyerek düşünmeye çalışıyorum. Uykusuzluk yüzünden, normal bir insanın sahip olduğu düşünce yetisinin dahi kullanamadığımı fark ediyorum. Bu yüzden sinirleniyorum… Tarihi varsayımlar üzerinde yürütmeyi bırak, diyorum. Mekândan ve zamandan ayrı düşmeyi de. Silaha bakıyorum. Önemli değil, birazdan beynim dağılacak, diyor içimdeki ses. Yüzümde bir tebessüm oluşuyor. Nasıl olsa bir daha düşünemeyeceğim, diyorum. Ardından sonsuzluğu düşünüyorum. Her şey kendi büyüklüğünde küçülür iken; ben hiçliğin içinde tamamen yok olduğumu hissediyorum. Kelimeler, anlam değişikliğine uğruyor. Biraz önce yüzümde oluşan o tebessüm soluyor ve hiçliğin içinde yitip gidiyor. Gözlerimi kapatıyorum. O büyük patlamayı görüyorum. Dur, diyorum. Hiç bir şeyi değiştirmeye kuvvetimin olmadığını bildiğim halde bir umut deniyorum. Kapı zili çalıyor. Bekle aramızda 13 milyar yıl var, diyorum. Zile basan beni duymuyor ya da duymak istemiyor. Zile basmaya devam ediyor. Yürüyorum ve kapıya iki üç adım kala duruyorum. İçimde ki ses: Biraz sonra beynini dağıtacaksın. Kimsenin fikrini değişmesine izin verme, diyor. Bir adım daha atıyorum. Dur, diyor. Duruyorum. Koşulların ellinde oyuncak olma, diyor. Bir sessizlik oluşuyor. Geri dönüp sandalye oturuyorum. Bu sessizlik, korkutuyor beni. Bu yüzden sesli bir şekilde: Daha intihara karar vermedim, diyorum. Kapının ardında duran kişi tekrardan zile basıyor. Sessizliği parçaladığı için, ona alttan alta bir minnet duyuyorum. Koşulların ellinde oyuncak olmaktansa, ölmek iyidir; sözü kulağımda çınlıyor. Sinirleniyorum. Sadece bu duruma değil. Loş ışıklı caddeler de yalnız başıma yürüdüğüm o anlara; o anlarda, yanımda kimsenin olmayışına… Bu sarı duvarlarla konuşmak zorunda kalışıma. Melankolik duyguların, dört bir yandan saldırıya geçtiği gecelerde; terkedilmiş bir yalnızlıktan, seçilmiş bir yalnızlığa nasıl kaçtığımı görmeyişlerine ve içsel yaşantıyı bir kez olsun düşünmeyi aklının ucuna getirmeyişlerine… Beni, kafaların içinde yaratmış oldukları kalıplara uydurmaya çalışmalarına. Beyinlerinde yaratmış oldukları hapishanelerden dolayı, kendilerini yargıç sanmalarına… Yalnızlığa alışmaya başlarken, beni yalnız bırakmayışlarına da sinirleniyorum. Bu yüzden zile basanı da kendimle beraber yok etmek geliyor, içimden. Her şeyin faturasını bu pezevenge kesmek istiyorum. Zile basmaya devam ediyor. Kendimi değil, bu zile basan pezevengi öldürmek gerekiyor, diyorum. Bu adamı bir an öldürdüğümü düşünüyorum. Olacakları aklımda canlandırmaya çalışıyorum. Beynini parçalandığımı ve zile basan o işaret parmağını ayaklarımla ezdiğimi görüyorum. Olaya bir filim akışı gibi seyir ediyor. Kendimi mahkeme salonunda buluyorum. Hâkim, cinayeti neden islediğimi soruyor. Kendimden emin bir şekil de konuşmaya başlıyorum: – Hâkim Bey, intihar edecektim ama bu pezevenk yüzünden edemedim. Zile basıp, durdu. Ne güzel hayatıma son verecektim ama bu pezevenk yüzünden intihar edemedim… Ben de onu öldürdüm. Niçin öldürdüm? Belki de kendimi öldürmediğim için… Sonra Yeşilçam artistlerine özgü bir duruşla ve idamı kesin bir adamın rahatlığıyla konuşmaya devam ediyorum: – Soruyorum size hâkim bey, sizin ve savunduğunuz yasalarınızın bu cinayette hiç mi payı yok? Sizin yanınıza önceden, yani daha intihara karar verdiğim o an; yani bu cinayeti işlemeden önce gelmiş olsaydım ve ölmek isteğimi söyleseydim, ne olurdu? İsterseniz, ben kısaca açıklayım. Sizde yorulmamış olursunuz hâkim Bey… Yaşama hakkından demeçler verecektiniz. İkinci aşamada ise yaşama kutsallığını överek, göğe yükseltecektiniz. Sonuç kısmın da ise yasalarda böyle bir şeyin mümkün olmadığını ve olamayacağını söyleyecektiniz. Sizin gibi düşünmediğim için, benim bir psikoloğa görünmek zorunda olduğumu söylemeyi kendinize bir borç bilecektiniz. Yâda deli olduğumu düşünüp, hiç umursamayacaktınız. Ama ne olursa olsun Hâkim Bey, insanların yaşam hakkı kadar; hayatını sonlandırma hakkı da vardır. Ne yazık ki yasalarınız; toplumsal değer yargıları gibi çarpık ve ikiyüzlülük kokuyor. Bu yasalar, 14 yaşında ki çocuğu sokak ortasında öldürüp, katilini saklıyor. Yine bu yasalar, ölmek isteyeni yaşama hakkı adıyla zorla bu acılara ve saçmalığa katlanmak zorunda bırakıyor. Bunların sizin için hiçbir şey ifade etmediğini biliyorum. Bu yüzden kendimi orta çağın karanlığına bırakıyorum, binlerce yıldır, susan halkların yazgısını paylaşıyorum, diyorum. Zil sessi, beynimde yarattığı bu akışa, darbe uyguluyor. Hâkimin yüzünde oluşacağı ifadeyi düşünmeye çalışıyorum ama artık canlandıramıyorum. Bu olay gerçek olsaydı, hâkim belki de içinden, g*tünüz sıkışınca nasıl da hepiniz solcu kesiliyorsunuz, derdi.
Hızlıca kapıyı açtım. Karşımda Meral duruyordu. Rimeli akmış. Kıvırcık saçları dağılmış ve kalbinin hızla atışından hareket eden memeleri ve eteğin altında titreyen bacakları beni tahrik etti. Ağlamaktan şişmiş gözlerine bakıp, isteksiz olduğum her halimden anlaşılan bir soru dudaklarımdan süzüldü: -Bir şey mi oldu? Boynuma sarıldı. Ağlamaya başladı. İnce bir ses tonuyla:
– Ulan orospu çocuğu niye açmıyorsun kapıyı?
Bir şey söylememe izin vermeden dudaklarımı öpmeye başladı. Sol eliyle boynumu ve saçlarımı okşarken, alt dudağımı ısırdı. Kollarını tutup ileri doğru ittim. Ağzı sigara kokuyordu. Midem bulandı. Yüzümü ekşittim:
– Önemli bir şey yoksa sonra konuşalım? Çünkü benim çok önemli bir isim var. Şaşkın bir yüz İfadesiyle bana baktı. Kekeleyerek:
-Murat trafik kazası geçirdi. Ölmek üzere… – Öyle mi? Peki niçin onun yanında değilsin? Vicdan azabını, benle gidermek için mi? Sanırım bunun için doğru bir zaman değil.
Bu sözlerimin ardından kendini yere attı. Bu hareketi her zaman yapardı. Umursamadım. Ardından gelen ağlama krizini görmek istemediğimi için kapıyı kapatmaya çalıştım. Kapıyı tuttu ve itelemeye başladı.
-içerde başka bir kadın mı var?
– içerde bir kadının olması, seni neden ilgilendirir?
Kapıyı kapatmaktan vazgeçip, yavaş adımlarla yürüyüp sandalyeye oturdum. Hiç bir şey olmamış gibi gelip karşıma oturdu. Ayak üst üste attı. Çantasını bacaklarının üstüne koydu. Kırmızı ojeli, uzun tırnaklar, siyah kol çantasında hareket ediyordu. Gözleriyle beni izliyordu.
Ela gözlerini, sırf gülmek için Tanrı tarafından hediye edildiğini ve bu yüzden çok güzel olduğunu, her seferin de söylerdi. Gözlerini övme eylemini sonlandırırken, ortalığa yapmacık gülücükler dağıtırdı. Oysa devamlı ağlamaklı bir hali vardı. Bu gözler, şimdi yüzüm de dolaşıyordu. Bu durum beni rahatsız etti. Üstelik gözleri, acıyla karışık içeri girmenin vermiş olduğu zafer edasıyla parıldıyordu. Çantasını karıştırmaya başladı. Ardından bir sigara tabakası çıkardı. Sigara tabakasını yavaşça açtı. İçinden bir sigara alıp, tabakayı bana uzattı. Tabakanın içinde Osmanlıca harflerle yazılmış bir kâğıt dikkatimi çekti. Tabakadan bir sigara alıp ateşledim. Kâğıdı sesli bir şekil de okumaya başladım. ‘’Âdem ve Hava, bir elma uğruna cennetten kovuldular. Tanrı o kadar merhametli ve bağışlayıcıydı ki; Âdem ve Havanın çocukları, işlemediği bir suç yüzünden cezalandırmaya devam etti. Bu yalnız bir elma yüzünden oldu. Sen bir elma uğruna bunları yapan tanrının, gerçekten seni cennetine alacağına inanıyor musun?’’
Devran Yılmaz
2. Bölüm