- 1075 Okunma
- 6 Yorum
- 3 Beğeni
Öpüyorum gözlerinden...
Sisli bir keder sardı gökyüzünü.
Sokaklar bomboş. Göle davetkar sevgililer evlerine çekilmiş, kamelyaları yalnızlıklarına terk etmişler. Yağmur toprağa karıştı kederi katlayarak, insan insana karışamadı bir tek.
İçimde katlanarak büyüyen özlemleri sayıyorum. Dilim yoruluyor, elim kırılıyor sanki. Gönlümde ayaz bir soğuk, tenimde yalancı bir yaz yaşıyorum. Ne zamandır karışmadım sayfalara. Mürekkeplere bulanmadım, arınmadım çok oldu.
Kış çabuk geldi bu yıl. Henüz dökülen yaprakları izlemenin o hüzün keyfini tadamadan karlanıyoruz. Beyaz bir örtü atıyor üzerimize yorgun, mahzun gökyüzü. Pencereyi sonuna dek açıyorum. Dalları camlara vuran ceviz ağacına gidiyor ellerim. Sanki dünyada ikimizden başka canlı yokmuş hissine kapılıyorum. Evlerine çekilmiş yeni evli çiftlerin mutlu sofralar kurduğuna şahitlik ettiren şangırtılar duyuyorum üst kattan. Yan komşunun mutfakta pişen etli fasulyesinin kokusunu alıyorum. Annem in karalahana çorbası pişiyor şimdi bilmem kaç bin kilometre ötede. Dağlar var özlemlerimle aramızda, yollar var arşın arşın, gidemiyorum.
Küçük yüreklerde büyük umutlar yeşertiyorum oysa. Uzayıp göğe değdiklerinde yollara düşeceğim. Belki bir Çalıkuşu romanında anlatacaklar hikayemi, ihtimal ki Yeşil Gece’de uyanacağım. Hayatta olmasını çok istediğim hayal kırıklarıyla heybemi doldurup göçeceğim daha güneye. Sonra kuzeye belki…Uzak şehirlerde bilinmeyen ufuklarda duyacağım seslerini. Aşklarımı, yaşamak isteyip saniyeyle kaçırdığım telaşlarımı. Başkalaşmış bir dünya olacak içimde. Yaş aldığım her yıl yüzümdeki çizgiler kadar acılarım da belirginleşecek hayat çizgimde.
Yağmur gölün kaderini çiziyor. Bir damlasına bin damla katılıyor. Arttıkça artan bir birlik kuruyor içinde. İnsanın insanla yapamadığını yapıyor belli ki. Gölgesinde bir tufan kopuyor gönlümün kıyısında. Deli bir poyraz alıyor ellerimi. Sonra duruluyor sularım, avuç içlerim kuruyor.
Bir kahraman el sallıyor uzaklardan…Heybetiyle yüreğimi tutuyor.İnan, diyor. Yaşa, diyor.Umut sandığın kadar da uzak değil.
Öpüyorum gözlerinden, yüreğinden öpüyorum.
Radyoda bir türkü, sonuna dek açıyorum;
“Eğil salkım söğüt eğil
…”
ERCİŞ-
28 Ekim 2016
Nuray KAÇAN-
YORUMLAR
Bilirim gurbeti.
Sevimsiz yalnızlıklarını, yorgun gecelerini...
Ağaçla, kuşlarla, rüzgarla, bulutla dertleşmeyi bilirim.
Yağmurla ağlamayı da...
Çok kulak vermişimdir sessiz dünyama akıp gelen komşu seslerine.
Tabak, çatal-bıçak şakırtılarına, çocuk ağlamalarına çok kulak kabartmışlığım vardır.
Muhtemelen lezzetli yemek kokularını derinden derine koklayışım...
Çok paylaşmışlığım vardır mahzun tebessümleri, küçük penceremin önünden sallana silkene geçen sokak köpekleri ile.
Ve,
çok yanmıştır gönlüm ardından yetim sevgilerin.
Şimdi,
okuyorum da memleketin hangi uzak köşesinden nemli gözlerle hayatı seyreden bu güzel yürekli kardeşimizi,
akıp gidiyor düşüncelerim hatıraların girdaplarla dolu realitesine.
Başımı kaldırıyor, yoğun bir yağmur atmosferinin sarıp sarmaladığı Karadeniz'in, yolunu şaşırmış dalgalarına bakıyorum.
Islak yollardan hızlı geçen arabalar,
sığındıkları saçak altlarında sağanağın geçmesini besleyen insanlar,
kışa hazırlık telaşına düşen yaşlı çınar ağaçları,
sıkıntılar içinde geçirdiğim onca meşakkatli yolun her anını taşıyor hayallerime.
Evet,
hayat zor zanaat.
Yalnızlığı var, çilesi var, ayrılığı var, hasreti var...
Ama,
güzelliği de var be arkadaş!
Her sabah yeni bir güne, sağlıklı bir şekilde uyanmak güzel.
Sevdiğin insanlarla beraber olmak...(Öğrenciler mesela)
Uzaktaki sevdiklerinle görüntülü konuşma yapmak.
''Bu gün karalahana yemeği var mı?'' diye anneye sormak...
Ne bileyim?
Hayatın güzel şeyleri de var...
Gerçekten oldukça duygusal ve güzel bir çalışma.
Okumak ve yorumlamaktan zevk aldım.
Uzun bir aradan sonra insanın gönül teline dokunan şahane bir yazıyla hoş geldin sevgili Nuray.
Sessizliğin sesi içindeki minicik seslerden koskoca bir öykü çıkarmak. İşte yazarlık bu bence.
Bahsettiğin gölün kıyısında bir dokuz yaşındayken bulundum, bir de 35 yaşımdayken. Tatvan'daki Deniz Yolları Oteli duruyordu da Erciş'te çocukken gördüğüm ve hemen o zamanki otogarın ( Tabii ki otogar denmezdi ona taa 1962-62 tılını düşün artık) durup durmadığını ve asıl merak ettiğim hâla çığırtkanlar sabah güneşi daha doğmadan '' Van'e, Van'e, Van'e'' diye Van yolcusu kapmak için bağırıp da otelde uykusundaki insanları yataklarından zıplatırlar mı?
Herhalde oralarda yaşıyor olsaydım şu yazdıklarından farklı düşünmezdim
Tekrar hoş geldin diyor, selam ve sevgilerimi gönderiyorum.