- 473 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Biz yarınsız da olabilirdik elele olunca...
Çünkü ben seni ömrüme eklemiştim…
Bu kaçıncı yıl sevdanın kulvarında yaşam savaşı vermeye çalıştığımız. Kaç gecen sabahı bu uykusuz gözlerimizi kumsalın dibindeki yosunlarla açışımız. Kaç defadır güneş ışıklarını salıyor yorgun bedenimizin omuzlarına. Hayatı zorladığımız kaç kez güneşin doğuşudur bu, defalarca şaşkın bakışlarla gözlerimizi yumduğumuz. Sana yazmaya başlayalı kaç acı yıl baharı kışa döndü ve ben kaç nefesimi sensiz aldım ey sevgili?
Kaç gecenin sabahına pişmanlıklarla uyandım ürkek bakışlarla. Seni sevmeye şartlanmış bedenimin bu kaçıncı eksiklenişi sensizlikle ve ben daha kaç nefesin peşinden koşacağım sensiz?
Yorgunum sevgili senin duyarsızlığın üstünde, kaçıncı yıl bu sensizlikle kendimi yargılayışım? Ve kaçıncı göz kırpmasıdır bu sabit duvarlara bakan gözlerimin. Duvarlar üstüme yığılıyor sevgili. Oysa benim hâlâ dermansızlığım üstümde. Hayatın zor yanını yaşıyorum sevgili, şartları zorluyorum yaşam için, senin farkındasızlığın üstünde…
Ben bu sevdayı zorluyorum sevgili. Hiçbir şeye değmeyen hayatımı bu sevda için zorluyorum. Kendi kendimi kendimle, sen sebebi ile yargılıyorum. Sen hâlâ duyarsızsın. Ama ben biliyorum sen beni benden çok seviyorsun, çünkü sen de ben için ölüyor muşsun benim haberim yoktu…
Hayat bu sevdiceğim hayat, bir kenarı düğümlü bir mendille bağlanıyor yaşama birbirimizde. Oysa unutulacak o kadar çok şey var ki.
Yine akşam oluyor gece sonuna kalacak yine herşey…
Efkâr bu sevgili, ne başı var bunun, ne de sonu belli…
Sadece araya sıkıştırılmış bir sevgi ortalıklarda dolanıyor,
Gerisi sadece imkânsız bir yaşam sanki…
Ne sen varsın ortalarda, ne de ben dolanıyorum etrafında…
Gecenin rüzgârı omuzlarımda…
Her an yarınlara özlemle geçiyor. Çünkü yarınların hepsinde sen varsın diyebileceğim...
Dokundukça, baş edilmez acılarla kanar yaralarımız dediğimizde, asıl düşünce acının zirvesi olmalıydı Oysa sadece acizleşme ise, yaşamdaki sır olmuş acılar.
Bir sonrası için artık boşuna uğraştır.
Oysa beklemek, sarmalandığımız yaralarımızla beklemekti aslolan.
Ama biz hep her an yeni yeni kanamalara ulaşırız. Ve yeniden acılanırız. Çünkü biz acıların içinden çıkarken sevmenin derinine ineriz, derken, aslında avuturuz kendimizi yalancı düşlerle...
“Gecenin sesinin çarptığı duvarlara omuz koyarak ağlamak da vardı sevginin içinde,” dediği zamandan bu anlara, oysa değişen bir şey olmadan yaşam devam ediyordu, hüznün çiçek açmaya çalıştığı mevsimsiz zamanlardı...
Galiba ağlamak için yer ve zaman arar hâle düştü yaşam. Sebepsiz zamanların gölgesine sığınıp, zamansız ağlamalara düşüyoruz galiba… Oysa sadece bir kez gülmeye yüreğimizin ihtiyacı vardı.
Oysa kendimize ağlamak için sebepler yaratırken, dudağımızdan düşen o cümleye bağımlı olduk sanki, “değmiyordu hiçbir şey ağlamaya, hele gözlerden sicim gibi akan yaşların tek damlasına veya bu sevginin aktörleri olarak değmiyordu bu sevgiye bu göz yaşları…”
Sebepsiz ve de farkındasızlıkla yaşadığımız bir ayrılık hüznünün zamanlarına atmıştık kendimizi, sadece “bir nefes sevgide kalmak istiyorduk hüzünsüz…”
Olmadı, olamadı ki sedece tahammül gücünün dayanması gerekti yaşamın bundan sonraki zamanlara…
Değmiyordu aslında, ona diz çökmek gerekmiyordu. Aşkın hak etiği yerdeyiz belki de ama artık yaşamın uzununda kalan bu acılanmalar da bedene fazla geliyor ve zamansız. Sebepsiz gibi görünen şartlarda artık ağlamak, yüreğe ağır geliyordu. Ve bunun işaretlerini de zaman zaman veriyordu yüreğin kılcalları…
Gülmeye çalış, belki neden güldüğünü yazarsın hüzünlendiğinde diyordu kendi kendine gülümseyerek, oysa hüznün dışına çıkmamıştı ki hiç, anılarındaki her an düşüncelerinin derininde hep hüznün sebepleri vardı ki ona sebep olan sevme duygusuydu....
Söylenemedi hayatın çoğul kısmındaki sen varlığın...
Adanmışlığımızın içinde kalan o kadar çok şey var ki, sadece hatırlanması kalıyor geriye... Neden gittin ha denebiliyor mu hayata...
Hele ben seni sevdim yaşadığım yılların yarısı kadar zaman boyu denebiliyor mu ki hayata...Gerçi hatalıydık hayata, ıskaladık belki de sevip, sevildiğimiz zamanları…
Aslında hep zordu bu ben seni çok sevmiştim cümlesinin söylenmesi, belki de korkaklıktı, belki de cesaretsizlikti, en önemlisi söylenirse gider korkusu, sonuçta hep korktuklarını yaşıyordu insan, istese de, kaçsa da...
Yaşıyor muyduk biz, yoksa yaşıyor gibi miydik hayata, sadece vaz geçilmiş istekler vardı hafızamızda kalan...
Karanlıklara sinmelerimizin sebebi neydi, kaç ertelenmiş düşlerimiz vardı oralarda gömüt olmuş, delice sevgi toplarken birbirmiz için, şimdilerde sevgi yoksunu olmalarımızın sebebi boş vermişlik miydi, yoksa zorladığımız hayatın yaşam kısmı bize eşlik etmek istemiyor muydu, oysa tek sebebimiz vardı birbirimiz için, yaşam borcumuz vardı ikimizin de birbirimize, tutunuyorduk yaşamın ıslak ve de kaygan saçaklarına, sadece umudun ipleri vardı bizi oyalayan yaşam içinde, sen vardın, ben var olmaya çalışıyordum ki buna da mecburiyetimiz vardı, sen güzeldin, yaşam güzel olma şartında idi ve biz bu güzellikleri yaşamak mecburiyetindeydik, gerçek olan biz yaşama mecburduk sen ve ben kaydında…
Sen özlemi bilir misin, özlemin ardında saklanan düşleri bilir misin, yaşamın içindeki kaybedilmişleri bilir misin ki hayatın kesitlerinde oyalanırsın, ya kaybedilmişlikler, ya da beklenmeyen tırmanışlar, hepsi birer gürz gibi çarpar insanın başından aşağıya...
Kime göre gurbet, ya bana göre ise yaşamla özlem, insan bir ses arar, bir gülüş ve nefes özlemin tam merkezidir asıl…
Tüm hayat boş çerçeveleri dolduracak resimler verirken, bazen de en güzelini seçer hayatın an zamanının... İnanıyorum ki hayat bizim için de güzel kalacak...
Biz düşlediklerimizle kaderimizi senin ellerine teslim ederken, senin de bizim düşündüklerimizin doğrultusunda düşlerinin varlığına inanmıştık, en azında bir kara sineği bile gerekmediği için öldüremezsin diye düşünürdük, çünkü biz kelebeklerin masumiyetine de inanırız, umarız yanılmamışıktır, demek için de belki artık çok geçtir…
Can evimden vuramazsın sen beni…
Sevmemiş olsam, yüzüne bakarsam namerdim…
Bazen içimizde güzel bir günün huzuru olur, o güzel günü yaşayamayanlarla birlikte olduğumuzu hissedince, aynı günde aynı huzuru yaşayabilmek için...
Bir sen vardın bir nefes aldığımız İzmir vardı, mutluluğu paylaştığımız, hayat buz keserdi sizsiz bende, yalnızlık kol gezerdi sizsiz bende, tüm sesler ikinizden çıkardı, tüm güneş ikinizden düşerdi omuzlarıma, siz için zorlardım hayatı, sizle nefes alırdım yaşam için, şimdi ne oldu da, bu nefessiz yaşam başladı solgun umutlarla, ne oldu da teklik başladı bu şehirde, ne var ki artık arta kalan, yığın yığın çıkılmaz düşüncelerle kararmış gün, kime ne ki benden başka seni bu kadar düşünecek, kime ne ki şimdilerde sen başka şehirde üşür müsün, zor be sevdiceğim zor bu tek nefeslerle bu şehirde yaşam…
Biz yalnızlığı anlatmaya çalıştık önce kendimize, sonra kaderlerimizi birleştirdiğimize, sadece soğuk bir yaşamın donuklukları çıktı karşımıza, ama biz hayatın yalnızlığını da yaşamak mecburiyetinde idik, sen ve ben sevgili, zorladığımız hayat, buz dağının etrafında tek başımıza yaşam kadardı...
Bizim seçtiğimiz bir yaşam değildi bu yaşam ve bunları yaşamayı pek özledik diyemeyiz sanırım...
Ben inanıyorum ki çok az kişi benim kadar ölmeyi düşünmemiştir, bunun ispatı yazdıklarımdaki hüzünlerdir, hep sorarlar bana ne bu kasvet diye ve cevaben "yaşadıklarımı yaşamazsınız" derim, yaşadıklarını biliyorum,yazdıklarının bir çoğunu da biliyorum bazen bu kadar kötücülerle sınar insanı hayat, umarım sınananlardan olmazsın, çünkü seni yıllardır yazılarının en iyilerinden tanırım.
Ve ben bilirim ki yüzlerce yazar ölümü çok özleyip kavuşmuştur ona.Ne olur artık düşleme yaşanacak güzel günler var demiştir usta yazar...
Yaşam çoğulda deneysel nefeslerle geçer, kalabalıklık sadece zamanın içindeki nefes çokluklarıdır, aslında bu zamanlarda insanların çoğu kendileri için nefes alırlar, hem de riyalı kalabalıkları ile, teklikse sadece zihinsel zorlamalara atar benliği ve düşlerle düşünceler karışır kalır ki bu anlar çaresizliklere doluşur, aslolan dirayettir, aslolan inanmışlıktır değene, aslolan kendi içinde seçilmişlerle kalabalıklaşmadır, bu da yaşamın pek de kolay olmayan dönemlerine atar insanı, işte o zamanlarda da inanç ve benliğinle Allah’a güven ve inanmaktır, oysa ne yaşanacaksa , kaderde yazılmışır…
Kişi, kendi kaderini yaşarken asıl çaresizdir...
Yaşam kalabalıklarında daha zordur insan için...
Tek başına yaşamın etkisine alışmış bir insanın, yüreğinin derisi kalınlaşmıştır çünkü, hiç bir yalnızlık etkeni tekrar kanatamaz onu...
Çok eski yıllarda okuduğum bir kitap vardı, "bir gün tek başına" diye, tesadüfen okuduğum bir resim üstü yazı o kitabı hatırlattı bana ve ben o kitap için sadece, "bir gün tek başına kalınacak, o yaşama hazırlanmak gerek" demiştim....
Kitabın okunmasının sonuna doğru sevdiğini sandığı adamın ölümünden sonrası yalnız kalan kız, eski sevgilisine gider ve yaşlı adamın bıraktığı büyük servetle yurt dışında rahat bir ömür yaşar mı acaba diye binlerce soru kalmıştır benliğimde.
Hazmedemediğim tek konu, eliyle beslediği kayınbiraderi onun eşine kaçak aşkını deşifre etmesidir.
Kitabı bir kere okudum ama tüm serüven beynimde kazılı duruyor ve o kitap için yazdığım bir çok yazıda, "bir gün yalnız kalan bir kadının bu yalnızlıkla nasıl baş edeceğini öğrenme çabasıdır.”
Kitap sonrası hafızamda kalan konu ve ben hâlâ o konuyu yazıyorum “kim haklıydı, kitabın yazarı, Türkali mi bu serüvende haklıydı, yoksa arda kalan hikâyedeki kadın mı haklıydı?”
Cevapsız soru bunlar binlercesine hâlâ cevap arıyorum, sık sık "pencerelere gece bakan adamı" yazar dururum, keşke size hepsini anlatabilsem...
Binlerce sayfa yazı yazdım durmayasıya da yazıyorum, ayrım “bu aşkta kadın mı, yoksa erkek mi mazlumdu?
Her kabul edilemeyen her yaşamın içinde gerçekler vardır aslında. Ama bu bir yaşam oyunuydu ve herkes hakkına düşen acı da olsa o payı alacak ve de şartlanacaktı geçmişin gerçeklerine. Bu günkü haklılık tartışmaları aslında boşu boşuna geçen yaşamlardaki eksiklerden meydana geliyordu.
Ve biz o eksiklerle eksikleniyorduk ki hatanın pay oranına asla yanaşmıyorduk Biz kaybedilmiş sevdaların içinde hâlâ yaşamaya devam ettikçe ki bu eksiklenme de asla tükenmeyecekti.
Ama her şeyi ile yaşanan hayat zamanlarının artık hatalarını telâfi edecek gücümüz de kalmadı. Tıpkı "bir gün tek başına" cümlesindeki gerçek olduğu gibi eksiklenmiş bir hayatımızın devamında olacağız...
Gerçek ise her yaşamın sonuna doğru bu yalnızlığı herkes tadacaktır bence...
Galiba yaşamın özeti bu cümledeydi...
(Kişi, kendi kaderini yaşarken asıl çaresizdir...)
Kendi külümüzden yeniden yaşama dönerken ben biliyorum ki senin eline tutunacağım dedi kadın gözlerini yumarken, adam ekledi, "ben de" diyebildi sadece ve yüzü sarardı, "akşama çıkarsam senin gözlerinle buluşmak isterim" diyebildi...
Ve gece baykuşlar tırmalıyordu kulak diplerini ama kadının sesi ile adamın nefesi duyulmuyordu...
Biz yarınsız da olabilirdik elele olunca...
Karanlığın sessizliği veya sezsizliğin karanlığında dudaklarından dökülen tek kelimeyi tekrarlayarak adımlarını sıklaştırarak uzaklara doğru yürüyordu, dilinden ve dudaklarından bilmem kaçıncı defa tek kelime dökülüyordu “yalnızlığım”, “yalnızlığım benim” derken elektrik direğinde tek lambası yanan bir noktadan sessiz bir ışık sarkıyordu “yalnızlığım” diyen dudaklarına doğru…
Avucunda bilmem kaçıncı defa okuduğu bir mektubun hışırtısı dağılıyordu geceye sadece…
Bu acıların içinden sıyrılırken “canımdan tek tek canlarım sıyrılıp düşüyor toprağa” dedi titrek ve kısık bir sesle kendi kendine…
Kaçıncı sessiz geceydi bu var oluşluklarının tümünü kısım kısım kaybettiği zaman düşkünlüklerinin içinde yaşayışı…
Yaşamın rutubetli havasını geceden kopararak ciğerlerine dolduruyordu, aklına, sadece yılların acılanma hislerinden kalma birkaç olayı sokmaya ve onlarla baş etme çareleri aramayı sokmaya çalışıyordu kendine, unutmaya inat ederek…
“Geçmişten bir yaprak kopsa muhakkak omuzlarıma düşer” derken garip bir boşvermişlik gülümsemesi yapışmıştı dudaklarına…
“Ne kadar da çok boş vermişliğim varmış bu acılar zinciri ile bağlı hayatımda” dedi tekrar…
Ve yürüyordu gecenin sessizliğine kendine inat ve de geçmişine inatla…
Boş vermek isteyipte boş veremediği elinde tuttuğu mektupta silik harflerle düzgünce bir el yazısı ile yazılmış bir cümle vardı ki, artık onu tekrarlamaya başlamıştı defalarca art arda “bir gün beni anladığında çok özleyeceksin” yazısına bilmem kaç defa damlamıştı gözündeki yaşalrdan bir kısmı…
“Yarın” dedi “yarın” dedi tekrar “herşey belki bir anda bitmeyecek ama yarın çok şey değişmiş olacak hayatımda.”
Kanar yaralarımız, yarınlara saklanmak için...
Oysa kelebek kanadı gibi kırılgandık hayata, ama bir demet çiçek bizi yeniden mıhlar hayata...
Bazen bir çiçek, bazen tek bir içtenlik kelimesi, bazen de uzaktan gelen bir nefes kokusu sanki yeniden doğuşa bir adım attırır, tüm geçmişten gelen ezikliklerden kurtulmak için güç verir bedene, bu çiçek de uzun yıllardır hissetmediğim duygulara götürdü beni, anılar zincirini kırarak...
Garip bir soru geldi dilimin ucuna, okuduğum bir yazıyı düşünürken, "neden tüm yükler hep omuzlarıma yüklenir, ki gerekli gereksiz her şeyi taşımakla, gerekli olanları ayırmak için harcadığım yükten yoruldum galiba" derken, "acaba hayata haksızlık mı ediyorum veya hayat mı bana biraz hoyrat davranıyor?" Kendi kendime konuşmak da hiç sevmediğim hareketim olmuştu artık, böyle davranmayı yıllarca yapmaktan alışkanlık olmuştu beynimde. Düşünüyorum da bunların sebebi galiba sendin hep sevgili?"
Yazmakla yazmamak arasında tek sınır vardı aslında,"kararsızlık" bunun sebebi de anıların birikiminden hangisinin ele alınıp kalemle dökülecekti ak kağıtların üstüne ve nereye kadar devam edecekti bu yazmalar, nerede dur denecekti kaleme ki, hayat bizi kalem yoldaşlığına layık gördü sanırım...
Sadece, gitti ve bitti bile diyemeyiz, arkası yarınlarda izlediğimiz onca cümle tıkanır bağazımıza, geriye kalan buruşmuş çarşafların üstünde debelenircesine sabahın ilk ışıklarına ulaşmak ister kısık bakışlarımızla gözlerimiz.
Sadece hayatın bu kısmının çivisi vardır yüreğimizin en kuytusunda. Geceleri sessiz seslerle ağladığımızda bağazımızın dip kısmına gelip oturur göz yaşlarımızdan akanlar.
Biz dar zamanların yetiştirdiği “efsane aşklara hasret çocukları iken,” şimdilerde sadece melenkoli düşlerle, çala kalem yazmalara dönüşür hayatımız…
Ve artık yalnızlığı kabul etsek de, kendimize mabet gibi hissettiğimiz kendi kendimizin gönül odasında artık uykusuz seslerle ağıtlarımızı sadece kendimiz duyarken, kaderin bu kısmına isyan bile edemeyiz.
Sadece “benim sevgim sana ağır geldi bilirim sevgili, kaldıramadın kuş kanadı kadar ağır olan bu sevdanın, sana düşen payını bile” derken, kendi yaşamımıza soktuğumuz suçluluk duygusu ile kıvranırken bile, ağzımızdan çıkan tek cümle vardı, "ben sana ağır geldim sevgili, taşıyamadın.
Bu kafes içinde yaşayan kalbimin vuruşlarını, geriye gözü yaşlı bir beni bırakırken, dudak kıpırtılarıma karışan gözümün yaşını bari görseydin. Sadece masum bir sevgi, sadece suçsuz bir kalp, sadece geriye mecalsiz bir benlik bıraktığını bile hissedemedi o taşlaşmış yüreğin…
Beni duy sevgili. Beni görmeye çalış, kafesteki bir kuş gibi çırpınan bu bedeni gör, ama boş ver, sen görme duyunu öfkene feda etmiştin ki...”
Çiçeğin rengi yüzünün rengine özenmiş, neden severim bu moru çözümleyemedim ama ilk defa sen yüzüne dönüştü bu sevgim, iyi ki varız yaşamın bu kısmında....
Karanlıkları sokmuştuk hep hayatımıza, umudu içimizde bukağılayıp, düşmüştük yollara, ama ama hayat ışıklara doğru koşuyordu sanki,bense hâlâ ayaklarımı sürüyorum..
Hani yarınlara korkusuz bakacaktık, hani yarınlar karanlık olmayacaktı, daha kaç kez bakacağız geçmişimizin karanlık günlerine, hani karanlık güneş günleri arkada kalacaktı, hani geçmişin korkaklığı geride kalacaktı bir umut yoksa gelecekten, bir nefes ver bari...
Derken hayat sesimizi duymaya pek niyetli değildi galiba ki biz hâlâ hayatın kararmış ışıklı zamanlarını yazıyoruz...
Yarınlar vardı dünlerin önüne geçen.
Kararmış bir deri ile buruşmuş yıllar yapışmış damarların üstüne. Dünleri unut dediler bize, hep acı hep çile ve hep kurtulmuş düşüncelerin serseriliği. Yarınlar dünlerin aynası idi oysa tam da ibretlik görüntü ile.
Ama umursamadık yazdığımız kendi adımıza düşlerle yaşamı.
Oysa beklenmiş yarınlar vardı umutlarımızı boşa atan.
Bir sonbahar yalnızlığı, bir düşmüş yaprak rengi sararmış umutlarımız umutsuzluğa düşerek.
Benliğimiz vardı son baharda yorgansız yatmak isteyen. Kışın çıplaklığına özenmiş bir düş rengimiz vardı maviliklerden kurtulmuş.
Oysa hayat kırıp döküp çöktürüp geçip gidiyordu. Geçen zamandı asıl derimizi buruşturan veya yarınların yalnızlık korkusuna salan. Tek umut beden terbiyemiz idi. Dayanacaktık çakma acılara, sevgili deşilmelerine ve yarınların varlığına... Bedenimizi örten deşilecek derilerimiz vardı…
Alnından terler akıyordu.
Dudakları kurumuşlukla kabuk bağlamıştı. Saatlerdir yürüyordu, alnından boşalan terlerini sol elinin ayaları ile siliyordu.
Dil ucundaki ıslaklık kayboluyordu, ağzı kuruma çabalarında idi.
Ve derin nefesler alırken, sadece geçmişte kalan mutluluklarını hatırlıyor.
Kendi kendine mırıldanmaya devam ederken, "iyi yaşadım seni hayat,
tekrarı olmayan günleri hediye ettin bana. Artısı, eksisi olmayan günlerdi.”
Mutluluğu avuç içlerine sığdırmaya çalışırken, umut doluşuyordu içimden. Garip bir böbürlenme vardı içimde.
Sanki “sadece ben yaşayabilirdim gibi yüksünmeler karışıklığında nefesler alıyordum ve beni benden mutluluk adına kıskanıyordum.
"Hayat zorluklarının yanında bana mutluluklarını da hediye ettikçe, yarınların özlemi kalmıyordu içimde.
Ben hayatın mutluluk ışıkları altında yaşarken, korkular içinde boğuluyordum.
Sonuçta vedanın çanları bu sefer benim için çalıyordu. Ve bu çalan çanlar artık mutluluğun ıstıraba dönüşen parçalanmalarının işarteti idi.
Gözlerim kararıyor binlerce şekil dolanıyordu göz diplerimde. Kurumuş dudaklarımdan garip bir hayıflanma ile bir veda çümlesi akıyordu asfalta doğru göz yaşlarıma yapışarak. Ve garip bir iç yanışı ile “yarına ertelediğim hoşkal cümlesi akıyordu içime” ben senden, sen benden artık kırıntılar halinde kopuşuyorduk. Her veda cümlesi bizi kayboluşun içine atıyordu.
“Hoşça kal sevdiceğim.”
Artık gelecek yarınları olmayanların da sahip oldukları bir cümle vardı iki kelimeye sığan, “hoş kal geleceğe sevdiceğim…”
Artık yarınlar yoktu sevdiceğim bizim için.
Ama dünler vardı tüm yarınlara yetecek. Hayıflanmak boştu,
çünkü hiç bir yaşamın tekrarı yoktu, ki bu sevgi de, teklikle kalacaktı bizde. Sadece yarınlar yok dünler vardı bu aşkta. Ve biz bu aşkla bir ömrü sonlandırmak için vardık artık hayatta. Özledim sevdiceğim özledim tüm bana gelişlerini. Sol ayağını kaldırıp bana sarılırken "seni gene özlemişim" deyişlerini özledim. Hayat bize verdiği mutluluğu çok kısa kesti ki vardı bir bilineni.
Seni sevmek zaten sonsuza ulaşacaksa, nefret etmekle beraber var olacaksın bende sevdiceğim. Var kalacaksın her halimle bende, “çünkü ben seni ömrüme eklemiştim” bunu da sen hep bilirdin zaten, “sen hayatıma girmiş tüm sevinçlerin üstündeki acılarımdasın” bunu da biliyorsun sevdiceğim...“Hoş kal sevdiceğim, hoş kal…”
Vardılar, kendilerini var sayıyorlardı… Var olduklarını bilerek böbürlendiler.
Varlıkları ile umut olduklarını sandılar. Gün geldi öyle biri var oldu ki, kendi bile fark etmedi var olduğunu, yürekte olduğunu, yüreklendirildiğini, sadece kendi hayatına gömüldü…
Farkındasızlıkla kendi kozasını kendi ördü. Ama var olduğu söylendi usulca kulağına. Değer verdiğini, değerli olduğunu anladı, gülümsedi.
Kendi ütopyasını kurdu, kendi kozasından çıktı.
Mutllu olduğunu hissettirdi ama aslında mutlu oluyordu.
Sevildiğini hissetti. Sevdiğini sandığını hissetti. Bekledi, bekledi inandı sevgiye. Yeniden sevilebileceğine, yarınlara sakladığı mutluluğunu feryat ederek haykırdı. Bozkırda duyanı vardı. Duyulduğunu yüreğinde hissetti.
Ve de hissettidi, ki artık gülümsemelerin ucunu dört köşesi işlemeli mendile sarıp sarmalayıp göğsüne bastırdı… Artık yarınları vardı ve yarınlarda yalnız değildi. Haykırdı kendi içsel sesi ile ama sessiz seslerle yüreğine gömerek cümleleri…
Gülümsedi, gülümsedikçe huzur kapladı içini “ben de sever, sevilirim” dedi.
Ve gözlerini açtı, güzel bir rüya idi. Ve de gerçeğe çok yakındı… “Günaydın yeni gün sabahı” derken, bir yandan da mutluluğunu içinde tekrar hissetti kendini... Yeni gün sabahına günaydın Diyerek haykırıyordu, güne doğru bir başka hislerle bakıyordu artık ve karamsar düşünceleri sarmalayıp, ne yapacağını bilemeden öylece sarıldı onlara, aslında hayat ıstırapların içinde de vardı, sadece kendi gücümüzdü bize yetecek ve benliğimizi mutluluğa tetikleyecek. Diğerleri ise sadece bunlara etkendi ki içinden sıyrılmasını bilmekti yaşamı güzelleştirecek...
Olmayasıya aşklar yaşadım bu yaşamın dar zamanlarında…
Geç kaldığım binlerce anının hayata geçmesini düşünmekten, sadece beklemeye aldım beynimin tüm kıvrımlarını…
Belki geç kaldım kendimce sevmeye… Ya benden öndeydiler, ya da benden sonraydılar düş kurmalarımda… Sevmenin beklentisiydi çoğu zaman ürkekliğimin içinde kalan…
Artık vaz geçiyorum yürek dibimde oluşan paslarla uğraşmaya, belki en kısa zamanda terk ediyorum artık senli cümleler kurmayı, yaşamın girdapları boğdu attı beni ki bu boğuluş sanki genzime kaçan isler gibi, yakıyor bedenimi, acıtıyor canımı ve içim artık kanıyor sevgili, her dokunuş bir kanama yaratırken bedenimde, artık ruhumdaki senin bana dokunmasına izin vermek istemiyorum.
Çoğu zaman kaçıyorum kendimden, kendi düşüncelerimden de, sadece senli zamanlara alışmış bir bedenin son terleri belki de bunlar…
Düşündüm de “sevgiye dair söylenmemiş sözlerim ne zaman tükenecek, kendime biraz ağır ol, sabretmesini öğren, boğazına dizilen her cümleyi yazmak için biraz bekle, arkasından gelecekleri düşün.” Derken bile son sözü zor çıkardım boğazımdan…
Yaşam çizgimiz vardı aslında, onun yanı başında yürüyecektik, sessiz, sakin, uysal ve de boyun eğerek, ama, söz dinlemez bir benliğim, bir yüreğim sevdiğine perçinlenen bir bedenim vardı, en büyük zaafım saygılı olmaktı sevgiliye, sadakatti, yüreğimi yüreğine kilitlemekti,
sadece baş eğmez bir başım vardı, asiydi, asla mecburiyetleri olamazdı, itaatkârdı sevgiye, asiydi kuralcılığa ve sahiplenme duygusu kendini aşmıştı…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.