- 614 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
Anason Kokusu
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Son servisiydi Umutlu’nun. Yol boyunda durdu. “Köye girmeyeyim, sen burada in” dedi bana…
Dün birlikte gitmiştik; alelacele, kaçar gibi. Çünkü sıra kayalar üstü ve karatoprak mevkii öyle karaydı ki, kurak geçmiş koca yazdan sonra yağmur ha geldim ha gelecek…
Taş ocağından mıcır çekiyordu Lüleburgaz’daki beton şantiyesine. Annesi alüminyum çaydanlıkta çay demlemişti ev önündeki közüne üstünde ama onu bile içemeden gitmiştik…
Hava yine bulutluydu. Bulutlar gezinip duruyordu durmadan. Bu sefer de dünkünü yaşamak istemiyor; dorseyi doldurup öyle sapayım köye diyordu.
“Tamam” dedim. İndim ve o kamyonunu maden ocağına sürerken ben de köye doğru yürüdüm...
Yol boyunca konuşmuştuk kendisiyle. Yeni bir ev mi, mevcuda tadilat mı diyordu. Borçlanmak yeniden; seksen, yüz bin, ya da yirmi mi diyordu. İkilem içindeydi. Tek çocukları vardı. Büyümüştü ve büyümekteydi. İki üç yıl sonra liseyi bitirecek; iyi bir üniversite kazanırsa para baba para diyecekti. Yaşı genç değildi ki artık, borç alsın, borç ödesin! İki elle nereye kadar?
Bir ev almış krediyle, ödemiş. Araba almış krediyle, ödemiş. Şimdi evi sat, arabayı sat, ikisi de yetmez; bankadan yeni bir kredi daha çek ve daha iyi bir ev al! Mesela asansörlü olsun diyormuş karısı.
Zengin miyiz biz? Değil. Zengin misin sen? Değil. Tarlamız, çayırımız yok. Toprağımız, tezeğimiz yok. Çiftliğimiz, çiftçiliğimiz yok. Egoysa mesele; onun sonu yok! Lüks evin olsa ne olacak; villasını ister. Villan olsa; konak ister. Konağın olsa saray ister. İster babam ister. Ego bu Umutlu, doymak bilmez ki! Nefis denen şey de öyle. Gemi azıya almış at gibiyse dizginlemek zordur. Zamanında eğitmek, terbiye etmek gereklidir. Yani oğlum; var olanla yetinmek en iyisi. Soban yanıyor, aşın kaynıyorsa; sırtında çulun, üstünde yorganın varsa; karnın tok ve damın akmıyorsa gerisi hikâye! Zengin viski içiyorsa sen şarap içersin; sarhoşluğu aynı. Zengin biftek yiyorsa sen kuru fasulye yersin; besleyiciliği aynı. Zengin Havai’de girer denize sen Saroz körfezinde; suyu aynı, tuzu aynı, keyfi aynı. Sen beş harcarsın o beş yüz; işte o farklı. Çünkü sen emeğin kadar kazanıyorsun ve o kadar harcıyorsun; o ise karşılığını vermediği emekler kadar kazanıyor ve içi sızlamadan har vurup harman savuruyor…
Vakit ikindiyi geçti dedim kendime, bundan sonra iş filan olmaz. Bakkala saptım ki kendime üç beş bira alayım. Kapıdan girince içeriyi kaplamış kesif bir anason kokusu burun direklerimi yaktı.
Köylünün Gürhan Bey dedikleri şahıs vardı bakkalcı tezgâhının öte yanında; yanında da genç bir kişi. Alçak ahşap masada aklaşmış iki ince bardak, pet tabakta beyaz peynir, karpuz dilimi ve içi kaşıkla oyulmuş yarım kavun. Kendilerine Afiyet olsun dedim. Teşekkür ederken aklaşıp uzamış top sakalıyla, başındaki şapkası ve giyim kuşamıyla, omzunda asılı bilgisayar çantası ve fotoğraf makinesiyle bu küçücük dağ köyünün küçücük bakkalında entelektüel öğeler taşıyan birini görmenin şaşkın ruh haliyle yüzüme baktılar.
Dolaptan beş tane bira aldım. Bakkalcı onları siyah poşete koydu. Sonra o siyah poşeti gizlemek için beyaz bir poşet açtı. Gülümsedim. Bakkalcı da gülümsedi. Kahve önündeki ceviz ağacı gölgesinde oturup gün boyu al papazı ver kızı diyen tembel lümpenler laf etmeseler bile fesat gözlerini elimdekine dikeceklerini biliyordu…
Güneş ufukta kaybolmak üzereyken aldıklarımın dördünü içmiştim. Uyuşmak, tembel riyakârları salıp çayıra unutmak için kalan bir bana yetmez! Sarhoş olmadan veya geceyi karanlık sarmadan kalkıp bakkala gitmeliydim…
Kapıdan içeriye girdim ki, yine aynı koku! Televizyon yine TRT türkü kanalında… Tesadüftür ki, Âşık Mahzun-i Şerif “katil Amerika” diyor. Dinliyorlar mı bilmiyorum ama üçünün de gözleri donuklaşmış. Konuşurken dilleri dolaşıyor.
Beş bira daha alıyorum dolaptan. Bakkalcı da sarhoş! Siyahı beyazla ambalajlamak gerekmez. Kahve önünde pinekleyenler artık kimin umurunda!
Onlar bir yana ama rakı içip sarhoşlamış Gürhan Bey dedikleri şahıs laf atıp “yetmedi mi hocam?” diyor. Şakadan. Kızıyorum içten; sana ne der gibi bakıyorum yüzüne. Anlıyor tabii. “Takıldım hocam” diyor. “Ne haddime tabii! Aşinalığımız var ya iki yıldan beri, ondan. Bak, bana da yetmemiş ki hala buradayım. Şeref vermez misiniz masamıza.” Gülümserken; “Yani, masa sayarsan masa …”
“Adım Oğuz benim” diyorum. “Devrimi de var…”
“Biliyorum” diyor.
“Otursam masanıza ama ne konuşuruz ikimiz? Çünkü ben zenginleri sevmem.”
O vakit yüzü donuklaşıyor ama bozuntuya vermiyor. “İyi işte,” diyor “zenginlikten yoksulluktan konuşuruz. Ben niye zengin, sen niye fakir onu konuşuruz. Zenginler niye sağcıdır, fakirler niye solcu; onu konuşuruz. Sosyalistler neden emekçi, kapitalistler neden ağa, patron; onu konuşuruz. Konuşuruz. Mesela senin şu köylün bütün tarlalarını, bağlarını, bahçelerini, arsalarını neden sattı; ben neden aldım; onu konuşuruz. Senin köylüne neden kızdım biliyor musun? Neden sövdüm saydım, neden hakaret ettim onlara? Eviniz barkınızla, bahçeniz bağınızla, şapkanınız eşarbınızla cümlenizi satın alacağım diye neden bağırdım; mesela onu konuşuruz…”
“Tamam ulan!” diyorum. “Konuşalım…”
Gülümsüyor o zaman. Ben de gülümsüyorum.
“Önyargıları yıkmak lazım hocam!” diye devam ediyor. “Yirmi birinci yüz yılı yaşıyor olsak da düzen aynı düzen değil mi; beş bin, yedi bin yıl önceki gibi. Her ne kadar uzay çağını yaşıyor olsak, her ne kadar kral tanrılara oğlumuzu, kızımızı kurban vermiyor olsak da düzen gene aynı. Şu senin köylünün yüz yıldır beğenmediği bu yerde çiftliğim var benim. Davarlarım, mandalarım ve kırlarda gezen onların beğenmediği cinsten sığırlarım var. İstanbul’un lüks lokantaları, otelleri gelip benden iki katı, üç katı fiyatla et alıyor. Süt alıyor, peynir alıyor, tereyağı alıyor. Asgari ücrete çalıştırdığım çobanlarım, sığırtmaçlarım, hizmetçilerim, uşaklarım var ama ben ne yapıyorum? Traktöre binip tarlaya gübre çekiyorum. Toprağı sürüp ekiyorum, hasat ediyorum. Çok param var ama lüks yerlerde değil de şu siktiri yerde rakı içiyorum. Bak, tas tabak yok, çatal bıçak yok; kaşıkla kavun yiyorum. Senin oğlun kızın var mı? Nerede okudular? Ne iş yapıyor, kaç para kazanıyorlar? Benim kızım Amerika’da okudu, on bin lira maaş alıyor. Karım boğaza nazır bir yalıda oturuyor. Tek başınasın bu köyde, kimin kimsen yok mu senin? Mesela evin var mı şehir denen yerde? Karın kirada mı oturuyor?”
“Van minüt, van minüt! Siktirme şimdi belanı!”
“Küfür yok hocam, küfür yok! Sen o değilsin bir kere, ben de şimon değilim. Masadan kalkıp kaçmak da yok…”
Tevfik Tekmen 22/Eylül/2016 Koruköy
YORUMLAR
Doğru valla!
Solcular hep fakirdir, sağcılar zengin.
Öyle mi?
1980 öncesinde dinlediğim devrim hikayelerinde öyleydi.
Şimdi,
tüm solcular, Ege ve Akdeniz sahillerindeki villalarında yaşıyorlar.
Fakir solculuk edebiyatını, babalarından, ağabeylerinden kalan miras misali harcamakla meşguller.
Hikaye,
gerçekten güzel ve akıcıydı.
Güne gelişini kutluyorum.