ŞU YALAN DÜNYADAN BİR GARİP DELİ GEÇTİ
Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır taçda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir
HACI BEKTAŞ VELİ
ŞU YALAN DÜNYADAN BİR GARİP DELİ GEÇTİ
Aşk tesadüfleri seviyor olabilir. Bence dostluklar da tesadüfleri seviyor. Yoksa hayatımın Deli’si ile nasıl tanışır ve de o kısacık sürede ölmeyen bir dostluğun temellerini atardık?
Ben otuz iki yaşında, piyasanın en iyisi sayılan bir yazılım firmasında kariyer merdivenlerinin satış müdürü basamağında yer alan, çıraklıktan kalfalığa ulaşmış iyi bir çalışanım. Bunca zaman yaptığım hatalar sayesinde diplomamın üstüne epeyce tecrübe de biriktirdim. Artık işim konusunda en zor müşterileri bile ikna edebilecek donanım ve bilgiye sahibim. İşimin temeli; bilgisayar ortamında sanal olarak tüm verileri girdiğinizde ham madde halinden alıp adım adım mamul hale gelene kadar tüm maliyeti hesaplayıp, satış sonrası verilere kadar öngörebilen bir IRP yazılımı. Böylece firmalar hem üretim aşamasında hem de satış sonrasındaki kar ve zararlarını hemen görüp müdahale edebiliyorlar.
O gün, büyük bir cam, plastik ve atık kağıtları toplayıp geri dönüşümünü yapan bir fabrikaya, tanıtım toplantısına gidiyordum. Doğal olarak belediyeler bu tarz fabrikaları kokudan ve mikroplardan insanları korumak için şehrin olabildiğince dışında kurulmasına müsaade ediyorlardı. Fabrikanın etrafında bir iki tur atmama rağmen bir türlü arabayla girebileceğim bir giriş bulamamıştım. Bir giriş vardı fakat orası da sanki kamyonların yükleme ve boşaltma için kullandığı bir alana benziyordu. En sonunda dayanamayıp, bilgisayarımı da yanıma alıp, açık bulduğum bir aralıktan fabrikanın bahçesine girdim. Üzerim toz olmasın diye tek tek basarak patika yolda ilerlerken, ilerden üç dört tane köpeğin süratle koşarak ve havlayarak üzerime doğru geldiklerini gördüm. Çocukluğumda da bir iki kez köpekler tarafından ısırıldığım için köpeklerle ilgili anılarımın çok da hoş olmadığını söyleyebilirim.
Adrenalin dedikleri şey bu olsa gerekti. Geriye doğru baktığımda arabaya doğru koşmamın bir faydasının olmayacağını anladım. Zira daha ben arabanın yanına bile varmadan bu köpekler beni yakalar ve öğle yemeği niyetine yerlerdi. Bir yandan bir mucize olması için dua ediyor, diğer yandan kendimi savunabilecek taş, sopa gibi bir şey bulur muyum diye etrafıma bakınıyordum. Sağ yanımda bir değneğe gözüm takıldı. Hiç düşünmeden eğilip, hızla yerden aldım. Bu arada köpekler gelmiş, etrafımı sarmıştı bile. Sol elimle laptop çantamı kendime siper ederken diğer yandan hem bağırıyor hem de elimdeki değnekle köpekleri korkutmaya çalışıyordum. İşe yaramış gibi gözüküyordu. Havlamaları kesilmedi ama üzerime atlama konusunda tereddüt ettikleri belliydi. Sonra o çıka geldi… Saçı sakalı birbirine karışmış, pejmürde görüntüsüyle evsiz bir deliye benziyordu. Üzerinde, yaz olmasına rağmen kirden haki yeşil rengi siyaha dönmüş baharlık bir pardösü vardı. Eli yüzü öyle kirliydi ki; gerçek ten rengi bu muydu yoksa kirden mi bu kadar esmer gözüküyordu ayırt edemedim. Saçları rasta yaptırmış gibi kıvır kıvır kalıp olmuştu. Elindeki değneği havaya kaldırdı, tehdit eder gibi değil de ortalığı yatıştıran bir komutan gibi; ‘’Heytttt! Geri basın! Görmüyor musunuz misafir!’’ dedi. Az önce beni parçalamaya hazır olan köpekler, annesi tarafından azarlanmış çocuklar gibi başlarını öne eğip, geri çekildiler. Köpekler geri çekilince rahatlamıştım. Sesimi kontrol etmeye çalışarak; ‘’Sağol!’’ dedim. ‘’Gelmeseydin parçalayacaklardı beni!’’ dedim. ‘’Yaparlar!’’ dedi duygusuz bir sesle. ‘’Acımaları yoktur!’’ ‘’Senin köpeklerin mi?’’ diye sordum. ‘’Kimsenin değiller! Birbirimizi hayından, uğursuzdan kolluyoruz!’’ dedi. Tam döndü gidecekti; ‘’Teşekkür ederim!’’ dedim minnettar bir ses tonuyla. Geriye dönüp şöyle alıcı gözle süzdükten sonra elini göğsüne koyup yavaşça başını öne eğdi. Gayrı ihtiyari ben de aynısını yaptım. ‘’Eyvallah!’’ dedim. Ne kadar kirli olduğuna aldırmadan tokalaşmak için elimi uzatırken; ‘’Adım Mehmet Ali. Bu firma yetkilileriyle toplantım vardı. Girişi bulamadım, ben de şu aralıktan girdim. Lakin köpek olabileceği hiç aklıma gelmedi.’’ dedim. Bir an tereddüt ettikten sonra o da elini uzattı. ‘’Bana Deli derler. Şu ilerideki baraka otururum. Geceleri de dostlarımla beraber buraları beklerim. Seni girişe kadar götüreyim. Yakın gözükür ama dolambaçlıdır yol. Peşimden gel!’’ dedi. Bir ıslıkla köpekleri önüne kattı, kendi de benim önüme düşerek tek kelime etmeden yürümeye başladı.
Oldukça garip bir adamdı. Büyüklerin deyimiyle deliden çok ‘’Dolu’’ ya benziyordu. Kapıya geldiğimizde tekrar teşekkür ettim. ‘’Sana borçlandım!’’ dedim. Sohbet etmek ve onu tanımak gibi delice bir istek büyüdü içimde. ‘’Müsaaden olursa ziyaretine gelmek isterim.’’ dedim vereceği tepkiyi merak ederek. ‘’Borç yok ama misafir başımın üstüne! Gelirsen kapım açıktır!’’ dedi. Sanki dilinden anlıyormuş gibi köpeklere dönüp ‘’Bundan sonra misafirimizdir. Geldiği zaman iyi karşılayın. Terbiyesizlik istemem!’’ dedi. Sonra bana dönüp; ‘’Geldiğin yoldan gel, köpekler artık sana dokunmaz!’’ dedi. Elini göğsüne götürüp yine derviş selamı vererek başka hiç bir şey söylemeden arkasını dönüp gitti.
Toplantımız bir saat kadar sürdü. Yaşadığım heyecana rağmen başarılı bir sunum olmuştu. İkinci bir randevu için sözleşip, arabama doğru yürümeye başladım. Köpekler gerçekten Deli’nin sözünü dinlemişlerdi. Uzaktan bana baktılar ama hiçbir şekilde ne havladılar ne de bana doğru koştular. Gözlerim koca çöp yığınlarının arasında O’nu aradı. Ama ortalıklarda görünmüyordu. Yavaşça arabama binip oradan uzaklaştım.
Ertesi gün ve daha sonraki günlerde yine hayatın telaşı içinde kaybolmuş ve o gün yaşadıklarımı unutmuştum. Ta ki arabamla yolda ilerlerken Deli’ye benzeyen birini gördüğümü sanana kadar. Kendimi, söz verip de yerine getirmemiş birisi gibi suçlu hissettim. En azından bir kere olsun bu adamı ziyaret etmeli, bu yükten kurtulmalıydım. Bir hafta sonra iş çıkışı göreve hazır bir er gibi bir marketten çay ve şeker alarak bu garip insanın yanına gittim.
O günkü park ettiğim yere yine arabamı park ettim. Köpekler uzaktan koşarak yanıma kadar geldiler. Ama baktılar ki benim, oldukları yerde kaldılar ve onlarla birlikte gitmem için bana sessizce eşlik ettiler. Deli tenekeden kulübesinin önünde sedire kurulmuş çayını içiyordu. Beni görünce ayağa kalktı. ‘’Hoş geldin yiğit!’’ dedi. Eski döküntü bir mangalın üstünde çaydanlığı kaynıyordu. Elimdeki çay ve şekeri uzatıp; ‘’Azımızı çoğa tut!’’ dedim. Bu rahmetli babaannemin sözüydü. Gittiği yere eli boş gitmez, ev sahibine elindekini verirken tıpkı böyle söylerdi ‘’Azımızı çoğa tutun!’’ İnsan ancak otuzunu geçince anlıyor bazı insanların ve de cümlelerin kıymetini. ‘’Size layık değil!’’ cümlesinden kat kat evladır benim için bu söz. Ne kendini aşağılatır ne de karşısındakini hor görür. Elimdekilere bakıp; ‘’Aldım kabul ettim hediyeni, eli boş olsa dostun bir önemi yok yeter ki yüreği boş olmasın!’’ dedi. Elimdekileri alıp içeriye bıraktı. Gelirken bir tane de bardak getirdi. Başka zaman olsa takılır kalırdım bardağın temizliğine, ama yeteri kadar temiz olmadığını bildiğim halde bir gram tiksinti duymadım sunduğu çaydan. ‘’Adına Deli dedin ama sanırım bir ismin vardır?’’ diye başladım söze. Bana sanki yüzü gölgelendi gibi geldi. ‘’Adın ne önemi var yiğit! Herkes Deli der. Biz de Deli olmayı kabullenmişiz nihayetinde. Sen de öyle deyiver!’’ dedi. Eşelemek istediysem de içimden geçirdiğim cümleler dilimden sözcük olarak dökülemedi. ‘’Peki!’’ dedim ‘’Mademki Deli de bir isimdir ben de Deli derim. Ama sende bu lakabı kim taktı en azından onu anlatıver!’’ dedim. ‘’Niye olacak harbiden deli olduğumuzdan!’’ deyip bastı kahkahayı. Ve arkasından ekledi; ‘’Bu âlemde deli olmak iyidir evlat. Kimse sana ilişmez, elleşmez. Yaptıklarını hoş görürler. Ne de olsa delidir derler. Bakma kâğıt toplayıcılığı zor iştir. Gece gündüz demez, insanların çöp olarak attıklarını eşeler, içinde işe yarar bir şey var mıdır diye sabahtan akşama kadar elalemin çöpünü karıştırırsın. Arkandan çektiğin araban an gelir tonluk yüke döner. Geldiğin yolları tekrar teper topladıklarını üç otuz paralara teslim edersin. Kazandığımız üç kuruş. Lakin bazılarına göre bizde para gani! Sallasan her yerimizden para dökülür. Lan altı da üstü de çöp daha! Kilosu kaç kuruş bu meretin. Neyse! Kimsenin parasında pulunda gözüm yok. Onların da benimkinde olmasın. İnsanların içi kötülük bağlamış. Ya paranı gasp etmeye çalışıyorlar, ya gözü dönmüş sapıkların tacizine uğruyorsun, olmadı kimsesiz olduğun, arayanın soranın olmadığı için organlarına göz dikiyorlar. İşte bu yüzden Deli olmak iyidir evlat. Gada bela savar. Kimse bulaşmayı göze alamaz. Hatta inandırıcı olsun diye zaman zaman gaipten biriyle konuşuyormuş gibi kendi kendimle konuşurum. Kimi zaman da yüksek sesle birilerine küfrederim. Deli olmak öyle kolay değil yani! Her işin olduğu gibi deliliğin de raconu var!’’ dedi gülümseyerek. Sonra birden gülümsemesi soldu. ‘’Adıma gelince unutalı çok oldu. İster Ahmet de ister Mehmet! Sonuçta bu memleketin yarısı Ahmet diğer yarısı Mehmet! Farz etki benim ki de Ahmet!’’ Sonra biraz ara verdi, bir iki yudum çayından aldı. Cebinden çıkardığı tütünden onun deyimiyle bir cigara sardı. Bana da uzattı, kullanmadığımı söyledim. ‘’Cigara içmeyeni erkekten saymazlar buralarda ya doğrusu içmeyişin iyidir. Sağlık önemli.’’ dedi. Derin derin bir iki nefes çekti. Keyifle dumanını dışarı üfledi. ‘’Sen anlat bakalım yiğit. Sen neler yaparsın?’’ diye sordu. ‘’Ekmek kavgası!’’ dedim. ‘’İstanbul dediğin koca bir kazan biz desen kepçe değil kaşık. Uğraşıp duruyoruz.’’ dedim. ‘’İstanbul’lu musun?’’ diye sordu. ‘’İstanbul’lu olan var mı ki?’’ dedim. Güldük beraberce. ‘’Burası!’’ dedim barakayı göstererek yetiyor mu sana?’’ diye tamamladım cümlemi. Önce kaşları çatıldı. Sonra başladı anlatmaya. ‘’Herkesler çok katlı evlerin, lüksün peşinde. Lazımlı mıdır? Lazımlı olmasa her yer onlarla dolu olur muydu? Öyle mürekkep yalamışlığım, okul bitirmişliğim yok. Velâkin şunu anlamıyorum; öte tarafa götüremeyeceği şeyler için insanoğlu neden ömrünü tüketip durur? Zaten gireceği yer bir karış toprak iken neden orası da benim burası da benim kavgasına tutuşur? Bana göre bu hayatta gerçek olan iki şey var; biri karnın acıkınca doyurman gerektiği, diğeri uyuduğunda mümkünse başının üstünde bir çatı olması. Şükürler olsun ikisi de var. Bir başım değil mi, daha fazlası lazım değil.’’ dedi. Öylece yüzüne bakıp kaldım. Doğru söylüyordu. Öte tarafa götürdüğümüz üç beş metre kefendi; onun da patiska ya da ipekli olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Sanki aklımı okumuş gibi; ‘’Ölürsek de aha şu üstümdekilerle gömsünler beni. Sonuçta çürüyecek değil mi? Ha kefen ha pardösö!’’ Bu garip adamla konuştukça konuşasım vardı. Çayın tadı başkaydı, sohbetin tadı ise bambaşka. Gün batıyordu. İznini isteyip kalktım. ‘’Sohbetin ve çayın için teşekkür ederim ağam!’’ dedim. ‘’Şayet yok demezsen zaman zaman sohbete gelmek isterim.’’ ‘’Dost dostun kapısına izinle gelmez yiğit!’’ dedi. ‘’Ne vakit dilersen kapımız açıktır!’’
Ne zaman darlansam ya da dostumun sohbetini özlesem tenekeden evine gider olmuştum. Kırık dökük mangalının üstünde kaynayan çayı yudumlarken sanki karşımda bir hayat profesörü konuşuyor, her sözünden yaşanmışlık dökülüyordu. Bir gün nasıl olduysa köyünü, nasıl bu hale düştüğünü anlattı. ‘’Daha on üç yaşındayım. İlkokulu bitirmiş, ortaokula başlamışım. Veli Emmi derdik, köyün bütün çocuklarını eski minibüse doldurur her gün bizi kasabadaki okula götürürdü. Akşamları da yine hepimizi toplar geri köye getirirdi. Bir gün sınıf arkadaşlarımdan birinin babası mavi bir bisiklet almış. Bindi bisikletine okulun bahçesinde sürüyor da sürüyor. Kimseyi de teline bile dokundurtmuyor. Güneş vurdukça parlıyor ki deme gitsin! Çocuk değil miyiz; hepimizin içinde hem bir kıskançlık hem yoğun bir istek. Köye dönünce babama olanları bir bir ballandıra ballandıra anlattım. Bende bisiklet istiyorum dedim. Çiftçi adam. Elde yok avuçta yok. Parayı harmandan harmana görüyor. O da geldiği gibi gidiyor. Önce ‘’karnende bütün notların iyi olursa alırım’’ dedi. Sözü aldım ya gece gündüz ders çalışıyorum. Her iyi not aldığımda babamın yanındayım. ‘’Baba sözünü tutacaksın değil mi? Bak bütün notlarım on! Bisiklet alacaksın ha?’’ her seferinde köşeye sıkışan babam, ‘’Hele bir karneyi görelim de!’’ derdi. Gün geldi karneleri aldık. Karne tam beklediğim gibi. Aldım, sevine sevine köye döndüm. Sevinçle karneyi babama uzattım. Baktı baktı ‘’Aferin oğluma!’’ dedi. Sonra arkasını dönüp işine devam etti. Her gün bisikleti sorup duruyordum. Yaz tatilinin ortasına gelmiştik hala bisikletten haber yoktu. Bir sabah babam döşeğin başına gelip ‘’Hadi tarlaya gidiyoruz!’’ dedi. Kalkmadım. Sırtım babama dönüktü. ‘‘Gelmeyeceğim tarlaya!’’ dedim. ‘’Sebep?’’ diye sordu. ‘’Senin gibi yalancı bir babayla tarlaya gitmeyeceğim!’’ dedim. Ağırına gitmişti. Yakamdan tuttuğu gibi tek hamlede ayağa kaldırdı beni. ‘’Karnının doyduğuna şükretmiyor bir de bisiklet için babana kafa mı tutuyorsun sıpa?’’ diye gürledi. Çocuk aklı işte günlerdir kinleniyordum babama. ‘’Senden nefret ediyorum! Yalancısın işte yalancı!’’ diye yüzüne karşı bağırdım. Anam sesimize koştu geldi. Beni çekip babamın elinden aldı. ‘’Çocuktur! Çocukla çocuk olunmaz. Akşama unutur!’’ dedi. Babam hırsla söylene söylene çekip gitti. Ben hem ağlıyor hem saydırıyordum babama. Elimi yüzümü yıkayıp anamın hazırladığı sofrada karnımı doyurdum. Sonra okul çantama birkaç parça kıyafet doldurup bir de yol azığı hazırladım kendime ve evi terk ettim. Nasıl olsa şehrin yolunu biliyordum. Düştüm yola. Meğerse bildiğim yolu bilmiyormuşum aslında. Kayboldum. Günlerce aramışlar beni. Sonunda yarı baygın bir ağacın dibinde buldular. Gerisin geri baba ocağına getirdiler beni. Kapımızın önü ayakkabı doluydu. Koşarak eve girdim. Ağlaşmalar, çığrışmalar. Babam başını ellerinin arasına almış sessiz sessiz ağlıyordu. Koşup yanına vardım. Beni görünce sevinsin mi üzülsün mü bilemedi. Anam garibimin yüreği dayanamamış günlerdir bulunamayışıma ve yığılıvermiş olduğu yere. Bugün de ruhunu teslim etmiş. Bisiklet sevdası anamın hayatına mal oldu anlayacağın. Ondan sonrada o eve sığamadım. Herkes arkamdan ‘’Anasının yüreğine indirdi’’ diye konuşuyordu. Ben de daha fazla dayanamadım. Bir kere daha kaçtım evden. Bir daha da geri dönmedim. Sokaklarda yattım. Türlü badireler atlattım. Çingenelerle tanıştım bir gün. Beni aralarına kabul ettiler. Senelerce onlar nereye ben oraya taşınıp durdum. Her türlü işte çalıştım. Geldik bu güne işte.’’ dedi sözünü bağladı.
Hikâyesi çok dokunmuştu. Günlerce kafamın içinde dönenip durdu anlattıkları. Çocukça bir kapris bütün hayatına mal olmuştu. Sonra köyüne hiç gitmiş miydi, babasını bir daha hiç görmüş müydü, başka kardeşi var mıydı soramadım. Zaten o anlatmak istediği zaman sormadan anlatıyordu. Bir gün belki kalan hikâyesini de anlatırdı. Mevsim gittikçe kışa dönüyordu. Artık kapı önü sohbetlerimiz barakada devam ediyordu. Köşede eski bir yatağı, bir diğer köşede tenekeden bir sobası kuruluydu. Tahtadan bir masayı tezgâh olarak kullanıyordu. Evde banyo ya da tuvalet yoktu. Bu yüzden pek fazla banyo yapma imkânı da yoktu. Bu kadar pis bir adamı hamama bile almayı istemediklerini söylemişti bir sohbette. Tuvalet işini ise gündüzleri camilerin tuvaletinde gideriyormuş. Yenilerde fabrikadan bir boru ile su çekmişler. ‘’En azından el ayak çekilince kimseler görmeden su ısıtıp şuracıkta iki tas dökünüyorum.’’ dedi.
Havalar gittikçe soğumaya, kış yüzünü iyice göstermeye başlamıştı. Deli, sürekli aklımın bir köşesini meşgul ediyordu. Ne söylediysem en azından soğuklarda olsun bende kalması konusunda ikna edememiştim. İncecik baharlık pardösü ile dolanışı gözümün önünden gitmiyordu. En sonunda ne kadar kızacağını hatta güceneceğini bildiğim halde gidip yünlü kaşe bir palto aldım. Aldım almasına da onu gücendirmeden nasıl vereceğime bir çözüm bulamamıştım. Yoksa bu Deli deliliğini yapar bir daha da benimle görüşmezdi. O gün şirket arkadaşlarımızdan birinin doğum günü vardı. Pasta falan derken kendi aramızda kutlama yapmıştık. Aklıma doğum günü pastası almak geldi. Bir elimde palto bir elimde pasta kapısına vardım. Şaşırmış vaziyette yüzüme baktı. ‘’Ağam bugün senin doğum gününmüş ve beni çağırmadığını duydum. Vallahi gücendim!’’ dedim zeytinyağı gibi üste çıkarak. İyice aptallaştı. ‘’Ne doğum günü gardaşım! O da nereden çıktı?’’ dedi. ‘’Mademki sen ne zaman doğduğunu söylemiyorsun ben de bugün olmasına karar verdim. Olan bu! Üç yüz altmış beş günden birini seçemeyecek miyiz Ağam! Bana göre bu gün senin doğum günün! Aha pastamız, bu da doğum günü hediyen. Bak bu arada dışarıdaki dostları da unutmadım. Bunlar da onların hediyesi!’’ deyip elimdekileri teker teker bıraktım küçücük masaya. Tek söz etmesine müsaade etmeden köpekler için aldığım mamayı vermek üzere dışarı çıktım. İçeriye girdiğimde bıraktığım yerde duruyordu. Kızsın mı gücensin mi sevinsin mi bilememiş haldeydi. ‘’Niye yaptın ki bunu?’’ dedi. ‘’Dost dostta neylerse güzel eyler! Bir şey yapmak istiyorsa elbet en güzel bahaneyi bulur! Dedik ya bu gün senin doğum günün!’’ Durgunlaştı, diyecek söz bulamadı. Sadece kısık bir sesle; ‘’Sağolasın. Allah ne muradın varsa gönlünce versin. Hep iyilerle karşılaştırsın!’’ dedi.
Ben evden çıkana kadar paltoya elini bile sürmedi. Ama ertesi gün yanına gittiğimde paltoyu giymişti. Artık en azından soğuk geceler için biraz daha içim rahattı. Çok soğuk olduğunda, dereceler eksiyi gösterdiğinde belediyeler spor salonlarını açıyor ve evsizleri, sokakta kalmışları ağırlıyorlardı. Bazı belediyeler de bedava çorba ve yemek dağıtıyorlardı. Bazen Deli’de gidip bu yerlerde kalıyormuş.‘’En azından birkaç gece sıcak yerde uyuyorum’’ demişti. Son zamanlarda üzerine farklı bir neşe de gelmiş, bir sokak çocuğunu kollar olmuştu. Anlattığına göre ağabeyi ile beraber yurttan kaçmışlar. Fakat ağabeyini birileri zorla götürmüş. Kim bilir hangi karanlık ellerin işiydi. Bu ülkede çocuk olmak büyük olmaktan daha zordu. Gelirde belki arar diye ağabeyi ile kaldıkları yeri terk etmiyormuş ufaklık. Daha yedi yaşındaymış. Deli’nin bütün ısrarlarına rağmen bu soğukta viran bir binanın içinde kalıyormuş. Başına bir şey gelmesin diye geceleri onun yanında kalmaya başlamıştı. Belki kendi küçüklüğü aklına geldiği için belki de evlat özlemi duyduğu için işi gücü bırakmış çocuğa bekçilik ediyordu. Bir gün bana dönüp; ‘’Olur da bana bir şey olursa bu çocuk sana emanetimdir. Onu kolla koru. Sokaklarda kalmasın!’’ dedi. Cevabımı bile dinlemeden başka konuya geçti.
Şubat ortasıydı. Meteoroloji son on yılın en soğuk kışı olduğunu söyleyip duruyordu. Televizyonlar ise ertesi gün için şiddetli kar beklendiğini ve tüm önlemlerin alındığını anlatıyordu. Bütün gün ve bütün gece lapa lapa kar yağdı. Ara sokaklar ve kuytu yerlerde kar otuz santimetreyi geçmişti. Kar durduğunda ise hava ayaza çekmiş dereceler eksi dörtlere beşlere düşmüştü. Deli aklımdan çıkmak bilmiyordu. ‘’İnşallah bir spor salonuna sığınmıştır!’’ diye dua ediyordum. Bazen’’Bunca yıldır bana bağlı yaşamıyordu ya! Elbette hayatta nasıl kalacağını benden iyi biliyordur!’’ diyordum fakat içimdeki ses susmuyor, onun için endişelenmekten vazgeçmiyordu. Olurda bir ihtiyacı olur bana ulaşması gerekirse diye kartımı vermiş, yanından ayırmamasını söylemiştim. Önce karşı çıkmış, ben de ya çocuk için bana ihtiyacın olursa nasıl ulaşacaksın? Diye kartı saklamasına ikna etmiştim. Sonraki iki gün boyunca da hiç durmaksızın kar yağdı. Hamile ve engelli çalışanlar için resmi tatil edilmişti. Okullar ise bir haftadır zaten kapalıydı. İçim içimi yiyordu. En sonunda dayanamayıp yolda kalacağımı bile bile barakaya gittim. Bacası tütmüyordu. Demek ki burada kalmıyordu. Gerisin geri döndüm. Huzursuzluk içinde uykuya daldım. Gece rüyamda ilk tanıştığımız günü gördüm. Yüzünde nurlu bir gülümseme vardı. Sözünü unutma dedi ve sıçrayarak uyandım. Saat sabahın yedisiydi, telefonum ısrarla çalıyordu. Kafam bu kadar dolu iken bakmayı istemesem de içimdeki kurt ‘’Aç!’’ diyordu. Açtım! Keşke açmasaydım! Emniyetten arıyorlardı. Bir evsizin cebinden kartım çıkmıştı. Paltomu çalmış olabilir miydi? Kendisini tanıyıp tanımadığımı sordular. ‘’Tanıyorum!’’ dedim. Nasıl olduğunu sordum? Sesinde en ufak bir duygu olmadan ‘’Donarak ölmüş geceleyin. Bir de çocuk varmış kollarının arasında.’’ dedi. ‘’Çocuk nasıl diye?’’ sordum. ‘’Yaşıyor ama hastanede!’’ dedi. Bir yumruk gelip boğazıma oturdu. Ağlamak istiyordum, hem de isyan ede ede! İçim avaz avaz haykırırken gözyaşlarım tıkalı bir boru gibi yol bulup gözlerimden düşemiyordu. Üzerimi giyinip önce karakola, oradan da adli tıp’a gittim. Cenazesini almak ve defnetmek istediğimi söyledim. Zaten kimsesiz olduğu için çok fazla itiraz etmediler. Her türlü defin işlemini hallettim. Mezar taşına; ‘’ŞU YALAN DÜNYADAN BİR GARİP DELİ GEÇTİ’’ diye yazdırdım. Hayatımın Deli’si yıldız olup gökyüzüne karışmıştı. Bu arada hastanede yatan ufaklığı ihmal etmeyip iyileşinceye kadar başında nöbet tuttum. Bulduklarında donmak üzereymiş. Polislerin anlattığına göre Deli önce paltosuna sarmış onu sonra da kollarıyla sarmış. Kendisi ölüme doğru koşarken onun ölmesine müsaade etmemişti. Ufaklık iyileşince tekrar yetiştirme yurduna götürdüler. Yurda gitmeyi hiç istemiyordu ama elinden de bir şey gelmiyordu. Donma korkusu ona yetmiş de artmıştı. Bir sürü resmi evrakla boğuşurken iki ay geçmiş, nihayet Caner’in koruyucu ailesi olmuştum. Önce hafta sonlarını yanımda geçirirken, en sonunda yanıma almayı da başarmıştım. Dünya tatlısıydı. Yaşadıkları onu yaşından önce olgunlaştırıp, sanki kocaman bir adam yapmıştı. O küçücük yüreğine kaç tane kayıp sığdırmıştı. Ve o bana dostumun hem emaneti hem hatırasıydı.
Bu anlattığımın üzerinden tam on üç yıl geçti. Hala kalbimin dost köşesi adını andıkça sızlamakta. Sevgili ufaklığım Caner büyüdü okudu ve liseden en yüksek notlarla mezun oldu. Tıp fakültesini kazandı. Elimizde kazandı kâğıdı ile Deli’nin mezarının başına gittik dün. ‘’Baba bak doktor olacağım! Senin gibi çocukları ölümün elinden alacağım!’’ dedi. Bunu derken de gözlerinden yaşlar boşalıyordu. İkimiz de ağladık. Kendi için ölümü göze olan bu koca yürekli insanı kendi büyüdükçe kalbinde daha da büyütmüştü. Öz babası bildi, kendi babasını hiç anmazken. Biliyorum ki ilerde de çok güzel şeyler yapacak. Çünkü onun içine iyilik tohumu ekip gitmişti Deli…
Ruhun şad olsun sevgili dostum. Son nefesimize kadar senin hayatımıza kattıklarını anacak ve seni hep sevgiyle kalbimizde yaşatacağız.
22.01.2016
GÜLHAN GENÇ / İSTANBUL
YORUMLAR
Şu anda hem dilim tutuldu hem elim
Bu yazıya cevap yazmak çok zor ve böyle bir yüreğe sahip olmakta
Nice kıyafetler var ama içi boş
Nice hırpaniler var yüreği ve dili hoş.
Alınacak çok ders var bu eserde evet eser dedim çünki benim gözümde değeri bu
Ve bunun gerçek olduğuna inanmak istiyorum bence bu kadar içi dolu hikaye olmaz
Kutlarim sizi sevgili kalem dostu hoşça kalın
gülhans
gülhans
okudugum bu guzel yazinizin oyku olmasini cok isterdim... Boylesi guzelligi paylastiginiz icin cani gonulden tesekkurler
gülhans
hotamisli
Bu cumleden dolayi gercek oldugunu dusunmustum :-) iyi ki oykuymus, ama cok guzeldi... okuduguma degdi...