- 759 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Otuz Yedi Yıl Bir Ay (b.ö.r.-41-)
Turgut Reis İlköğretim Okulu’nda on birinci yılımı çalışırken meslekte de otuz altıncı çalışma yılıma başlıyordum. Bu meslekte uzun yıllardır çalışmanın verdiği deneyim ve her yıl kendimi yenileme adına yaptığım çalışmalar sayesinde hiçbir sıkıntı yaşamadan yıllar ne çabuk geçti. Geçiyor. Beni en mutlu eden olguların başında; mesleğimi icra ederken hiçbir velimden işini gereği gibi yapmıyorsun diye en ufak bir serzenişle karşılaşmadım. Yaptığım çalışmalarda her zaman en büyük amirim vicdanım olmuştur. Derse azıcık geç kalsam ya da hazırlıksız bir derse girip öğrencilerime o gün yaralı olmadığımı hissetsem gece yatağımda rahat uyuyamam. Vicdanım, “Sen bugün görevini gereği gibi yapmadım” diye beni sürekli rahatsız eder. Ne diyeyim sınıfta öğrencilerimle birlikte olduğum zamanlar benim en mutlu olduğum anlarlar olmuştur. Bu süreler içinde kişisel ve ülke sorunlarıyla ilgili her ne kadar sıkıntım, üzüldüğüm olaylar olmuşsa hepsini unuturum. Öğrencilerimle, işlediğimiz konuyla bütünleşirim.
Elleri kalem tutmasını henüz beceremeyen mini mini birinci sınıfları ele alıp onları makul süre içinde sınıf ve okul ortamına alıştırmak zevkli, zevkli olduğu kadar da zor olan bu eylemi gerçekleştirmek içinde birçok güzellikler barındıran bir olgudur. Biz öğretmenler adına, anne-babalardan sonra çocuklara en güvenilir birer liman olabilmek duygusunu hissettirebilmek hiç te kolay değildir. Tüm böylesi durumları başarılı bir biçimde yaşayabilmek mesleğin tüm inceliklerine vakıf olmakla ancak mümkün oluyor. Birinci sınıfı alırsın, okutursun. Yuvadan uçmaya korkan küçücük kuş yavruları ürkekliğindeki çocukları en az kendi çocukların kadar seversin. Onlar üzüldüklerinde üzülür, sevinçli anlarında onlar kadar mutlu olursun. Aradan yıllar geçer. Bir bakarsın büyüyüp serpildiklerini gün gün gözlemlediğin sevgili öğrencilerinin mezuniyet zamanları gelmiş. Beş yılın sonunda veda edersin sevgili afacanlarına kızını evlendiren bir anne-babanın sevinç ve hüzün duygularını taşıyarak. İşimizin böylesi ilginç tarafı da var. Tüm bu duyguları yaşayarak beşinci sınıflarımı mezun ettim.
Yeniden başa döndüm. Okulun açıldığı ilk gün gülen, hüzünlenen, ağlayan, ellerinden tuttuğu annelerinden ayrılmak istemeyen birinci sınıflarla yola çıktım. Önceki yıllarda okuma-yazma öğretimi çalışmalarında uyguladığımız cümle yöntemi geçen yıl uygulamaya konan yeni programla değiştirilmişti. Bu kez ses temelli cümle yöntemiyle çalışacaktık. Ayrıca uygulamaya konan yeni program gereği tüm yazılar bundan böyle bitişik eğik yazı stili ile yazdırılacaktı. Bitişik yazıya geçme konusunda öğretmen arkadaşların olumsuz yaklaşımlarına katılmıyordum. Zaten arkadaşlar bu stille yazı yazmak konusunda çoğu kendilerine güvenmiyordu. Anılarını saygıyla andığım öğretmen okulu öğretmenlerim yazı konusunda da genç öğretmen adayları bizleri çok iyi yetiştirmişlerdi. Her türlü kesik uçlarla her hafta sayfalarla yazılar yazdık okul yıllarında. Resim-yazı dersinden bütünlemeyle geçen ne kadar çok arkadaşımız vardı. Öğrencilik yıllarımızdaki zorlu çalışmalarım meyvelerini meslek yaşamımda zevkle devşiriyordum.
Birinci sınıfta bu işlek yazı ile öğrencilerimle gayet te başarılı çalışmalar yapmak için fazla zaman geçmesine gerek kalmadı. Sevgili miniklerim takdire şayan güzel yazılar yazmaya başladılar kısa süre içinde. Yazı olayı tamam. Önümde ses temelli cümle yöntemiyle çalışmak gereği vardı. Bu yöntem benim için de yabancıydı. Mesleğe yeni başlayan stajyer bir öğretmenin duyduğu heyecana eş değer bir heyecan taşıyordum. Acaba başarılı olabilecek miyim? Öğrencilerimi normal süre içinde okuma-yazmaya geçirebilecek miyim? Kafamda sürekli bu sorular dolaşıyordu. Bu uğurda başarılı olmak adına bu yeni yöntemle okuma-yazma çalışması için ne kadar kaynak eser bulabildiysem hepsini bir bir okudum, inceledim. Gerekli notları aldım. Daha okullar açılmadan bu alanda kendime özgüven kazanacak düzeyde bilgilendim.
Okulun ilk günü çoğu velim okulla henüz tanışıyorlardı. El bebek gül bebek büyüttükleri yegâne ilk çocuklarının ellerinden tutarak sınıfı doldurmuşlardı. Bu genç insanlar çocukları kadar heyecanlıydılar. Velilerimi sakinleştirmek, yeni öğrencilerimi düzene koymak için kısa bir konuşma yaptım:
“Sevgili velilerim, artık çocuklarınız bundan böyle bizim de çocuklarımız oldu. Onlara en iyi biçimde ilgi göstereceğimden yana kuşkunuz olmasın. Onların sevinçleri benim sevincim, üzüntüleri benim üzüntülerim olacaktır. Sizler tek bir konuda söz veriyorum, çalışmak. Evet, çok çalışacağım. Umarım bu sözlerimin gerçekliğini ilerleyen günlerde sık sık gözlemleyeceksiniz. Sizler, bizler birlik ve dayanışma içinde olursak başaramayacağımız hiçbir zorluk olamaz. Dilerim bu andaki yüzlerinden yansıyan heyecan ve kuşkulu durumunuz yılsonunda tebessüm ve gülücüklerle dolar. Bundan da en küçük bir kuşkum yoktur. Yavaş yavaş evlerinize dönebilirsiniz…”
Öğrencilerim, hoş, güzel, temiz ve bakımlı çocuklardı. İlk gün okulun bölümlerini gezdik, bahçede oyunlar oynadık. Sınıfta şarkılar söyledik. Onlarla hemen kaynaştık, kısa sürede kırk yıllık dostlar örneği birbirimizi sevdik. Yeni program gereği çalışmalarda öğretmen arkadaşların hissettikleri tedirginlikleri yaşamadan çalışmalarımı sürdürdüm. Öğrencilerim benim de tahmin ettiğimden daha kısa bir sürede yeni stil bitişik eğik yazı ile gayet te işlek yazılar yazmaya başladılar.
Sınıfımda hiçbir zorluk yaşamadan çalışmalarımı sürdürüyorum. Lakin okulumuz müdürden yana hiç şanslı olmadı. Sık sık müdür değişiklikleri yaşadık. Müdür yardımcısı köylüsüyle bir türlü huzurlu çalışma ortamı bulamayan müdür arkadaşımız sene sonunu beklemeden emekli oldu. Bu kez bayrak törenlerinde öğrencilere feodal bir köy ağasının marabalarına bağırıp-çağıran köy ağası örneği davranışları sergileyen müdür yardımcımız vekâleten müdür olarak atandı. Aradan birkaç ay geçmeden okulumuza yeni bir müdür atandı. Bu yeni müdürümüz mesleği deneyimi olmayan sadece iktidar partisiyle iyi ilişkileri olan birisiydi. Okulumuzda sol görüşlü sendikaya üye öğretmenler çoğunluktaydı. Müdür, bu okula sol görüşlü öğretmenleri dağıtmak için görevlendirildim gibi yarı şaka yarı ciddi garip sözler ederdi ara ara konuşmalarında. Kadın arkadaşlarımıza da, “Gidin evlerinizde oturun, kadının yeri evidir…” demekte hiçbir beis görmezdi.
Asaleten atanamayan bu müdürün çalışmasına sendikalar itiraz edip görevden alınmasını sağlarlardı. Aradan kısa bir süre geçer müdür yeniden okulumda görevlendirilirdi. Onun olmadığı zamanlar görevi kızgın müdür yardımcısı sürdürürdü. Bu kısır döngü hayli zaman okulumuzda devam etti.
Birinci kademe ilk üç sınıflar için not tutma yönetmelik gereği zorunlu değildi. Müdürümüz okula fotoğrafçı davet etti. Küçük sınıflara vesikalık fotoğraf çektirildi. Birer A-4 kâğıtlarına bu fotoğraflarla not defterleri yaptırıldı. Okulumuzu ziyaret eden bir müfettiş bu olayı gördü. Öğretmen odasında ses tonunu artırarak müdüre yaptığı işin yanlış ve gereksiz olduğunu söyledi. Müdürümüz hiç etkilenmedi müfettişin kesin uyarı örneği konuşmasından. Daha sonra müfettişin yaklaşımına karşın sevgili müdürümüz şöyle konuştu:
“Beni bu okula atayan irade elbette yaptığım işlerde arkamda duracaktır!”
Sınıfımda daha verimli çalışmak adına kısa metinlerle okuma metinleri hazırlardım. Bu metinleri ve matematik çalışmaları için hazırladığım dokümanları okuldaki fotokopi makinasında çoğaltıp öğrencilerime dağıtıyordum. Aynı tür çalışmaları diğer arkadaşlar da yapıyorlardı. Özellikle büyük sınıflarda çalışan arkadaşlar sınav kâğıtlarını da fotokopi makinasında çoğaltıyorlardı. Makinemiz sık sık bozuluyor, onarımı zaman alıyordu. Bu kez istediğim zamanda çalışma dokümanlarını gerektiği zamanda hazırlamak olanaklı olmuyordu. Bu sorunu çözmek için velilerinle görüşerek sınıfım adına bir yazıcı aldık. Çalışma kâğıtlarını evde hazırladım. Böylece daha düzenli ve verimli bir çalışma olanağına kavuştum.
Okulda sık sık yönetici değişmesine karşın öğretmen kadromuz görevlerini gereği gibi yapan deneyimli arkadaşlardan oluşuyordu. Bu bakımdan yönetici değişikliği okuldaki çalışmalarımızı olumsuz yönde etkilemiyordu. Deneyimli, bilgili ve liyakat sahibi bir müdürle çalışsaydık okulumuz adına daha da güzel başarılara imza atma olanağımız olurdu.
Okulumuzda farklı görüşlere sahip sendikalara üye arkadaşlarımız vardı. Çeşitli konuşmalarda sendikaların görüşleri doğrultusunda fikir tartışmaları ara ara yapılıyordu. Bazen bu tartışmalar ses tonlarının yükseltildiği hararetli sahnelere dönüşebiliyordu. Benim üye olduğum genelde sol ve sosyal demokrat arkadaşların sendikası ülkede yaşanan bir olayı protesto yapmak adına bir günlük vizite eylemi kararı aldı. Biz öğretmenler alınan karar uyarınca vizite alarak hastahanelere gittik. Derslere girmedik. Bu eylemlerde olağan yürütülen izlek gereği müdürlük hakkımızda soruşturma başlattı. Sendikamızdan nasıl savunma yapalım diye görüş istedik. Sendikamızın verdiği cevap ilginçti, “Eylem amacına ulaşmıştır. Sizler hasta olduğumuz için hastahanelere gittik diye savunma yapın.” Bu yanıt gayet trajikomik geldi bana. Biz bir olayın yanlışlığını belirtmek amacıyla yola çıkmıştık. Sendikaların böylesine tutarsız tutumları ve meslektaşlarımın bölünmüşlüğünü protesto etmek amacıyla sendikadan ayrıldım.
Aynı günlerde okulumuza bir sendikacı arkadaş geldi. Öğretmenler odasında öncelikle bana dönerek, “Hocam deneyimli bir öğretmen olarak sendikalar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye bir soru yöneltti.” Cevaben bende, “Arkadaşım sorunuza yanıt vermeden önce ben de size bir soru sorayım diyerek, ülkemizde şu anda kaç çeşit öğretmen sendikası var?” diye bir soru yönelttim. Aldığım cevap gayet şaşırtıcıydı. On iki çeşit öğretmen sendikamız varmış! Evet, hepimiz devlet memuruyuz. Demokrasilerde çok seslilik esastır. Lakin bu kadar bölünmüşlük niye? Mesleğe yeni başladığım yetmişlerin başında gev ve toplu sözleşme hakkı olmayan güçlü bir sendika vardı. TÖS. Bu sendika 12 Mart 1971 askeri darbe sonucu kapatıldı. Öğretmenlerin hayal ettiği grevli toplu sözleşme hakkına kavuşma dileği o gün bu gün bir türlü olanaklı olmadı. Hele şimdiki bölünmüşlükle uygar ülkelerdeki meslektaşlarımızın kavuştuğu hak arama yöntemi olan gerçek sendikacılığı hak etmek ufukta maalesef hiç gözükmüyor. Hak verilmez alınır. Hak elde etmek için de güçlü olmak gerek. Güçlü olmanın yolu da birlikte olmaktan geçer. Bu basit olgu bizim camiada hiç kavranamadı bir türlü…
Meslekte otuz altı ve otuz yedinci yıllarımı gönlümce çalışarak geçirdim. Genelde iki yılda bir yapılan teftişim birinci sınıfları okuttuğum yıla denk geldi. Güneşli, güzel bir nisan günü teftiş yaşadım. Öğrencilerim gerek akademik gerek davranışsal bakımdan çok iyi durumdaydı. Müfettiş gayet memnun olarak sınıfımdan ayrıldı. Meslek yaşamımda bu son teftişim oldu. Teftişimi yapan müfettiş müdür odasında hakkımda, “Bu yaşta bu kadar enerjik bir arkadaşla karşılaşacağımı hiç düşünemezdim. Arkadaşın arkasında olun. Camiamızda böyle arkadaşlara ihtiyaç var.” Bu sözleri bana müdür yardımcımız nakletti. Mutlu oldum. Çalışmak ve çalıştığının beğenilmesi elbette güzeldi.
Sene sonuna doğru güzel bir okuma bayramı yaptık. Öğrencilerimin gösterdikleri başarı velilerimin yüzlerini güldürdü. Sene sonunda karne dağıtım gününde velilerimin yüzlerindeki mutlu halleri ve güleç yüzleri işimi bir kez daha güzel yaptığımın kanıtıydı.
Müdürümüzün yöneticilik ve pedagojik bilgisi olması gereken düzeyde değildi. Sene sonu öğretmenler kurul toplantısını kırda piknik yaparak icra ettik. Bu piknik kurulunda teftiş raporları dağıtıldı. En yüksek puan benim teftişime takdir edilmişti. Doksan dokuz. Otuzun üzerindeki öğretmen kadromuz içinde aynı puanı alan başka bir arkadaş yoktu. Mutlu oldum.
Yıllarım, okul dönemlerinde çalıştığım illerde yaz tatillerimi ise bulutlara komşu, yeşillikler içinde Şavşat’taki köyümde geçti. Yöremizde sadece gaz, tuz ve şeker dışardan alınırdı. Diğer tüm gereksinimlerimizi tarla, bağ ve bahçelerimizden sağlardık. Tarım babadan kalma usullerde yapılırdı. Daha ilk gençlik yıllarımdan başlayarak tüm yaz tatillerimi köyümde ağır koşullar altında çalışarak geçirdim. Bu ağır çalışmaların bana bir hatırası oldu. Ellili yaşlarımda fıtık operasyonu geçirdim. Üstüne üstlük operasyon geçirdikten bir yıl sonra baba yadigârı köy evimizin yerine yeni bir konut inşa ettik köyde. Bu işlerde de ağır çalışmak zorunda kaldım. Bir operasyon daha geçirdim. Meslekte otuz yedi yılımı çalıştığım kış aylarında olacak bu ya yine fıtık olgusu belirdi. Doktordan randevu aldım. Yaz tatili başlangıcında üçüncü bir operasyon için bıçak altına yatacaktım.
Belirli yıl çalışan kıdemli öğretmenlere nöbet görevi verilmez okullarımızda. Otuzlu, kırklı yaşlarımda kış-yaz okul bahçesinde nöbet tutardım gönüllü olarak. Geçirdiğim operasyonların etkisiyle olacak özellikle kışın soğuk günlerde sürekli ayakta kalıp nöbet tutmakta zorlanıyordum. Müdürümüze durumumu arz ettim. Bana nöbet görevi verilmemesini istedim. Çalışmalarımı her zaman takdir eden sevgili müdürüm dileğimi kulak arkası etti. Bu duruma hayli üzüldüm. Geçireceğim üçüncü bir operasyon sonunda öğrencilerime gereği gibi yararlı olamam inancıyla çok sevdiğim öğretmenlik mesleğimden otuz yedi yıl bir ay fiili çalışmış olarak ayrılma kararı alarak emekliliğe müracaat ettim. İçimde bir uhde kaldı. İki yıl okuttuğum öğrencilerimi mezun edebilmeliydim. Olmadı. Bu konuda tek tesellim gelecek yıl sınıfımı, okulumuzda çalışmalarını çok beğendiğim bir arkadaşımın okutacak olmasıydı…
YORUMLAR
Benim yaşım kadar meslek tecrübeniz var...
Hep derim sağlık personeli ve öğretmenlerin hakkını hiç bir maddi karşılık ödeyemez diye.
Ne diyebilirim o güzel yüreğiniz dert görmesin,
Ellerinizden binlerce kez saygıyla öpüyorum öğretmenim.
Saygı ve sevgilerimle
İBRAHİM YILMAZ
tarafınıza sevgi ve selamlar iletiyorum.
KOCA BİR ÖMRÜN,TADINA DOYUM OLMAZ ÖĞRETMENLİK MESLEĞİNİN ADETA GÜNCESİNİ TUTAR GİBİ KALEME ALIYORSUNUZ O GÜZELİM YILLARI.OKUYUP DA GERİLERE GİDEREK BU MESLEKTEN HAZ DUYMAYAN ÖĞRETMEN OLAMAZ.SİZİN GİBİ ,BU MESLEĞİ YÜREKTEN YAPAN DA AZ BULUNUR DEĞERLİ AĞABEYİM.SİZ,TAM ATATÜRK 'ÜN İSTEDİĞİ YÜREKTEN ÇALIŞMA AZMİNİ GERÇEKLEŞTİREN ENDER ÖĞRETMENLERDEN BİRİSİNİZ.SİZİNLE NE KADAR GURUR DUYSAK AZDIR.
İBRAHİM YILMAZ
tarafınıza selam ve sevgiler iletiyorum.