- 1447 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BERTA KÖPRÜSÜNDE BİR GECE
Yolağzı Köyü, Ardanuç’un Çadır dağı (Kürdevan) eteklerinde kurulmuş bir dağ köyüdür. Bin dokuz yüz ellilerde, benim çocukluğumda bu köyde ahlat ve armut dışında pek fazla meyve yetişmezdi. Bu bakımdan meyve ihtiyaçlarımızı diğer köylerden sağlardık. Bu köylerden bir tanesi de, Ortaköy beldesinin Sakalar köyüydü. Bu köyde oturmakta olan büyük halamın oğlu Resul ŞİMŞEK veya kuzeni İsmet ŞİMŞEK, eşek veya at ile meyve getirirler peynir buğday yada arpa ile takas ederlerdi. Kendileriyle sohbet ettiğimde, köylerini daha ziyade Berta Köprüsünü anlatmakla bitiremezlerdi. Köylerinde bol ve çeşitli meyve yetiştiğini, Berta Köprüsündeki çarşıda ise” Kuş sütü ” dışında her şeyin bulunduğunu anlatırlardı. Ben de bu yerleri merak eder, kafamda canlandırır, gözlerimle görmeyi isterdim. Babama söylediğimde “Bu sene olmaz, bir daha ki seneye” der, keser atardı.
Nihayet üçüncü sınıfı bitirdiğim de, babam beni ödüllendirmek için Sakalar köyüne götürmeyi kabul etti. Ancak şartı vardı. Kendisi Resul ŞİMŞEK ile Kalçar yaylasına sığır satın almaya gideceği için yaya gideceğimizi, dönüşte de Berta köprüsünden kamyon ile Hamurlu köyüne, oradan da yalnız başıma köy yaylasına gideceğimi söyledi. Bana biraz karışık gelmesine rağmen, kabul ettim.
O gün şafak vakti, yola koyulduk. Babamın yeni aldığı Cizlavit pabuçları ayaklarıma giymiştim, elimde annemin hazırladı çıkın ile sanki uçarak yürüyordum. Hamurlu köyüne geldiğimizde babam şoseyi gösterdi ve “ Bu yoldan kamyonlar geçer sen buradan inip, geldiğimiz yoldan geri gideceksin” dedi. Şosede yürümeye devam ettik. Ne düzgün bir yoldu!.. Bizim kızak yollarına hiç benzemiyordu. Yürüdük yürüdük, yanımızdan üstünde tomruk, sığır veya koyun yüklü kamyonlar geçiyordu. Virajları alışlarının, yokuş yukarı çıkışlarını hayretle izliyordum. Arkalarından bıraktıkları tozlara egzoz dumanları karışıyordu. Babam “ Biz bir kızağı çeviremiyoruz, bu adamlar koskocaman kamyonu nasıl çeviriyorlar, öyle!” diye söyleniyordu.
Öğle vakti olmuştu, bende yorulmaya başlamıştım. Havada çok sıcaktı. Karşıki kayalıklardan Güneş’in aksi adeta yüzüme çarpıyordu. Nede olsa serin Kürdevan eteklerinden, Ardanuç’un Cehennem Deresi mevkiine gelmiştik. Biraz daha yürüdükten sonra bir gölgede oturduk. Karşı yamaçtaki yüksek kayalıkları hayretle izliyordum. En tepede taşla örülmüş yapının ne olduğunu sordum. Babam da “ Orası Ferhat’ın Kalesi” dedi. Ferhat ile Şirin hikayesini kısaca anlattı.” Bak aşağıya düşmüş, iki taşın arasında takılıp kalmış Lom demiri var, gördün mü?” dedi. Tarif ettiği yere baktığımda, kalın ve uzun bir nesnenin iki taşın üstünde olduğunu gördüm. Aşağıda birisi de çömelmiş bir vaziyette Lom’a ulaşmak için, o tarafı inceliyordu. Bu arada çıkındaki peynir ekmekle karnımız doyurduk. Tekrar yola düştük. “Züver’in Hanı ” denen yere geldik. Ahşap olan bu evlerin birinin önünde oturduk. Babam “ Züver Ağa ” diye bağırdı. Gelen adam ile babam sohbete başladı. Bana da dut yememi söyledi. Sıra sıra dizili dut ağaçlarının birinin üzerine çıktım ve dut özlemimi giderdim. Burada iyice dinlendikten sonra tekrar yola koyulduk.
Ortasından bol su akan, iki yakayı birleştiren büyük taş köprü ve köprü başlarında dükkanları bulunan meyvelikli bir yere geldik. Babam “ işte burası Berta Köprüsü ” dedi. Ben köprünün büyüklüğüne, güzelliğine ve suyun bolluğuna, akışına hayran kalmıştım. Köprüden birkaç defa geçtim, ayaklarına baktım ve inceledim. Suyun akışını seyrettim kendimden geçmiştim. Babamı bile unutmuştum. Beni birisi sertçe ikraz edince, babam aklıma geldi. Durduğum yerde gözlerimle ararken, kahvede oturmuş beni ikraz eden adama “ Benim oğlan, bir şey olmaz! Bir şey olamaz! “ diye seslendi. Buralarda serbestçe dolaşmak yasak mı diye düşündüm ve gittim babamın yanında oturdum.
Köprünün iki başında bakkal, lokanta, kahvehane gibi dükkanlar vardı. Artvin’den, Şavşat’tan gelen kamyonlar Kars’a Ardahan’a bu köprüden geçip gidiyorlardı. Bazen de burada durarak ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Bol suyu olan bu nehrin adı “Şavşat Suyu” imiş. Çoruh Nehri’nin kollarından birini oluşturuyormuş. Babam “Ardahan tarafına giden kamyonlara burada bineceksin, gösterdiğim yerde inersin” dedi. Artık konu anlaşılmıştı, çokta kolaydı. Yolun fazla kısmını kamyonla gidecektim. Üstelik arkadaşlarıma da caka satacaktım.
Güneşin sıcaklığı azalmaya başlamıştı, ikindiyi geçmişti, biz tekrar yola koyulduk. Köprünün çıkışında yol Şavşat ve Artvin’e doğru ikiye ayrılıyordu, biz Şavşat’a doğru yöneldik. Bu yolun yeni yapıldığı belliydi. Babama Köprünün ve Artvin yolunun ne zaman yapıldığını sorduğumda “Doksan Üç Harbin’den önce Batum’a gidecek şekilde yapıldığını duydum” dedi.
Babam ile ilk defa bu kadar uzun bir yolculuk yapıyordum. Aynı zamanda babam ile ilk defa bu kadar uzun birlikte oluyordum. Babamı çok sert birisi olarak tanımama rağmen; hiç te öyle olmadığını, hatta cana yakın, sevecen, hoş sohbet birisi olarak gördüm ve kendisine olan saygım ve sevgim katlanarak arttı. Ben bunları düşünerek babamın peşinden giderken, şoseden sola yamaca doğru patika yolda yürümekte olduğumuzu gördüm.O sırada ayağım kaydı, sendeledim. Babam durdu, sert bir şekilde bana döndü. “Bak! bu yol bizim patikalara benzemez, kayalardan yuvarlanır düşersin, eğer düşersen seni kimse kurtaramaz, ben nereye basarsam beni takip et, sende oraya bas. İleride daha tehlikeli yerler var, dikkatli ol!” diye ikaz etti. Yürümeye başladık, gerçekten çok zorlu yerlerden geçtik. Bazen dört elle yürüdüğüm yerler oldu. Artık yorulmuştum, neşem kalmamıştı, hayal kırıklığına uğramıştım. Bunları düşünerek yürürken bir sırtın önünde köyü gördüm. Babam büyük halamın evini gösterdi, dikkatle yürümeye devam ederek eve ulaştık.
Köyde birkaç gün kaldık. Gerçekten bol ve çeşitli meyve ağaçları vardı. Ağaçlar hayli yüksek ve sıktı. Yamaç yerlerdeki bu ağaç üzerinde insan, kendini daha çok yüksekte hissediyor ve korkuyordu. Nihayet köyden ayrılma vakti geldi. Babam ile Resul ŞİMŞEK Kalçar yaylalarına, İsmet ŞİMŞEK ile ben de Berta Köprüsü’ne doğru yola koyulduk. İsmet, beni o tehlikeli patika yoldan şoseye kadar indirdi. Ben Şavşat Suyu’nu seyrederek birlikte köprüye kadar geldik. Köprüyü son birkaç kez daha gezdikten sonra, durmakta olan kamyon şoförüne, beni Hamurlu Köyüne ücreti karşılığı götürmesini söyledim. Adam beni sanki duymadı, arabasına bindi ve gitti. Bu şekilde bir çok şoföre derdimi anlattım. Kimisi “seninle uğraşamam” dedi, kimi duymazdan geldi, kimisi de resmen kovdu. Param ile gitmek istiyordum ama küçük bir çocuk ile kimse uğraşmak istemiyordu. Bende onları anlamıyordum, oysa kamyonun kasasında diğer insanlarla birlikte gidecektim, bunun neresi ile uğraşacaklardı? Artık akşam olmaya başlamıştı. Gündüz, sıcaktan iyice bunalmış, şoförler tarafında terslenmiş, moralim iyice bozulmuştu. Bazen çeşmede yüzümü yıkayıp, su içerek serinlemeye çalışıyordum ama fayda etmiyordu. Bir ara lokantada buğulanmış sürahi gördüm, lokantacıdan su istedim. Birkaç bardak bu soğuk sudan içtim ve kendime geldim. Suyu nerede soğuttuklarını sorduğumda camlı bir dolap gösterdi, gaz yağı ile çalışan bir çeşit buzdolabı imiş. O zamanlar oralarda elektrik yoktu. Gördüğüm bu buzdolabı benim için müthiş bir buluştu, erişilmez bir nimetti.
Akşam olmuştu, dükkânlar lüks lambalarını yaktılar. Her taraf aydınlandı, köprü üstü ise karanlıktı, gezerken korktum bir daha gezmedim. Kahveye giderek bir masaya oturdum. Balkondan gelen giden kamyonları izliyordum. Kamyonlara binsem bile bu karanlıkta köyü bulamam, karanlıkta ormanın içinden yaylaya tek başıma gidemezdim. Sabahı beklemeği karar verdim. Gece ilerlemişti diğer dükkânların ışıkları söndü, yalnız oturduğum kahvenin lambası yanıyordu. Yorgundum ister istemez, masanın üstüne başımı koyarak uyumaya çalışıyordum. Yalnız sivrisinekler üzerimde cirit atıyor, ellerimi yüzümü ısırıyorlar, her tarafım ısırıklarla şişmişti. Kelebekler lamba ışığı etrafında dönüyor, kanatları yananlar yere düşüyordu. Ateş böcekleri uçarken, yıldızlar gibi yanıp sönen ışıklar saçıyorlardı. Ağustos böceklerinin ötüşleri, Şavşat suyunun sesine karışıyordu. Bana çok yabancı olan bu ortamda uyumam mümkün değildi. Bu şekilde bazen uyudum bazen uyandım, daha sonra şafak sökmeye başlamıştı.
Dükkânlar ve lokanta ışıklarını yaktılar; Kamyonlar gelip gitmeye başlamıştı. Lokantaya giderek bir çorba istedim. Lokantacı beni görünce “ Sen hala gitmedin mi?” diye sordu. Ben de “ Kimse beni kamyonuna almıyor, siz onlara beni götürmelerini söyler misiz? ” dedim. Sorması üzerine kendimi tanıttım. Babamı tanıyormuş Şimşek ailesinin akrabasıymış. Durumuma üzüldü “ Gece sinekler seni iyice ısırmış, keşke dün söyleseydin” dedi.
Kahveye döndüm, her taraf iyice aydınlanmıştı. Biraz sonra Artvin tarafından gelen bir kamyon lokantanın önünde durdu. Üzerinde birkaç kişi vardı. Kapsında da büyük el yazısı ile “ Topaloğlu ” yazıyordu lokantaya girdim. Lokantacı beni görünce, yardımcısı ile kahvaltı eden şoföre “ Ha bu çocuk dünden beri perişan oldu, bunu Hamurlu Köyüne götür ” dedi. İnce, uzun boylu, otuz yaşlarında, sarışın şoför bana baktı ve “ Kamyon kasasına, çıkup inebilir misun? ” dedi. Ben de başımla işaret ederek “ he he ” dedim. “O halde çik uşağum ” dedi. Dünyalar benim olmuştu. Sevinerek kamyona doğru koştum, arka kapağından yukarı çıkmak istedim, olmadı, yapamıyordum. Şoför “ Lastiğe basarak yandan çik ulaa! ” dedi. Dediği şekilde yaptığım da, kendimi kamyonun üstünde buldum. Lokantacıya el sallayarak teşekkür etim. Kamyon giderken rüzgâr yüzüme çarpıyor, yaralarımın acısını alıp götürüyor ve beni serinletiyordu. Dağları tepeleri inceleyerek, babamın dediği yerde kamyondan indim. Şoföre ücretini ödemeye gittiğim de el salladı ve gitti. Kapıda yazılı Topaloğlu ismi, benim beynime de yazılmıştı. Bu isim hiç aklımdan çıkmadı.
Biz ertesi sene İstanbul’a taşındık. Burada çeşitli zorluklarla okullarımı bitirdim. Yüksek tahsil yapmış olarak çeşitli görevlerde bulundum. Bin dokuz yüz seksenlerde kendi işimi kurdum. Bu arada Artvinli arkadaşlarımla ile Artvinliler Derneğini kurduk. Artvin’in kurtuluş günlerini, Pancarcı günlerini ve Artvin’i -Artvinliyi tanıtmak için de televizyon programları tertip ettik. Birçok Artvinli hemşehrem ile tanıştım. Dernek lokalimize işletmeci olarak Selahattin TOPALOĞLU isimli uzun boylu, yaşlıca bir zatı görevlendirdik. Başından istemediği nahoş olaylar geçen, bu ağabeyim ile denekte kâğıt oynarken, bin dokuz yüz elli üçlerde ne iş yaptığını sorduğumda “ O zamanlarda kamyonumda şoförlük yapardım, beni çok kişi tanırdı ” dedi. “ Ben de kapısında bir yazı var mıydı? ” diye sorduğumda “ Soyadım yazılı idi, da! ” dedi. Ben kendisine bu olayı anlattım. Hatırlamadı, hiçte önemsemedi. Halbuki benim hayatımda bu olayın önemli bir yeri vardı.
Başından nice olaylar geçen bu kişi, uzun yıllar hapis yatmış, maddi yönden de çok mağdur duruma düşmüştü. Kendisine arkadaşlarla birlikte bazı yardımlarda bulunduk. “Düşmez kalkmaz bir Allah’tır” derler ya, ne kadar doğru.
Yine yıllar sonraki memleket ziyaretimde, özel olarak Berta Köprüsü’nü aradım. Köprü, şanlı tarihine yaraşır bir şekilde dimdik ayaktaydı. Altından akan Şavşat Suyu, gürlemesine devam ediyordu. Ancak bakkal, lokanta ve kahveden eser kalmamıştı. İlk gördüğüm zamandaki heyecan ile köprüde yürüdüm, suya taş attım. Bu sefer beni ikaz eden yoktu, hatta hiç kimse yoktu.
Fevzi Durmuş
Not: Bu anı,22 Haziran 2007 tarihindeki yarışmada Artvin Valiliğince 3.lükle ödüllendirildi
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.