- 1005 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kendime Dair- Topluma Bakışım
Üniversite birinci sınıfta altı ay kadar bir markette çalışmıştım. O zamandan beri üzerimde biraz sosyalistlik vardır. Türk Milliyetçiliğim ve ondan ayırmadığım islamcılığım ise doğumumdan beri üzerimde taşıdığım kimlikler. Herkes gibi bende çevreyi severim. Ancak bir çevreci olmadığımı nükleer enerji tartışmasıyla anladım. Kendime sordum: Çevre mi, nükleer ’güç’ mü ?
Biraz tereddüt etsemde nükleerde karar kıldım.
Sosyalistlik demiştim ya başta. Onu biraz konuşmak lazım.
Markette çalıştığım zamanlarda gözlemlediğim en önemli şey şuydu:
Asgari ücret (Ankara için) bir ailenin geçinmesi için yetmiyor. Fakirliğin yaşamdaki bir hastalık olduğunu , bu hastalığa çare aramak gerektiğini orada hissettim. Kendim için değil. Her gün Ankara’nın en uzak yerlerinden bir saat , bir buçuk saat yol gelerek, dolmuş otobüs bekleyerek , haftada bir gün olan izinlerinde tek hayali evde yatmayı düşünen insanların hastalığını hissettim.
Zenginliğe düşmanlığım da o zamanlarla başladı. Basit bir mantığım vardı: Zenginler çok harcadıkları için , fakirler az kazanıyorlardı.
Elli tane şubesi olan bir market düşünün. Hepsinde otuzar kişi çalışıyor. Her çalışan , aslında çalıştığının bir kısmını en baştaki marketi kuran kişiye-aileye veriyordu. 1500 kişi neden bir kişi, bir aile için çalışsın ki. Neden o adamın karısı cip’e, kendisi mercedes’e binsin. Neden bu adamlar işe dolmuşla, otobüsle gelirken ; onun oğlu-kızı okula arabayla gitsin.
Aslında islamcılığımında bu konuyla ilgisi var . Sosyalistliğim bir yerde sert kurallar, yasalarla insanları engelleyerek , çok kazananların ellerinden zorla paralarını alarak bir eşitliği sağlamaya çalışan bir bakıştı. İslamcılığım ise bundan çok daha büyük bir ütopyaydı ve hala öyle duruyor.
İslamcılığımda ; devleti değil, kanunları değil, piyasayı değil... En zorunu , insanı değiştirecektik. Sert yasalar değil , naif gönüller lazımdı bu sefer. En çok Asr-ı Saadet cezbetti beni. Öyle bir topluma yeniden kavuşmak hayali.
Sezai Karakoç dirilişin muştusunu veriyordu. Bal peteğine benzeyen yuvalarımızda , bir dağın (ülkenin) eteğinden yamacına mutlu yaşayacaktık.
Belki de lanet ettiğim dar pantolonlu , kısa etekli kızlardan; son ses yabancı müzikle bahçeli yedi’de dolaşan erkeklerden; Tunalı Hilmi Caddesindeki o rezil barlardan, o eğlencenin, günahın , israfın mekanlarından kurtulmanın tek yolunu bu olarak görüyordum. Çünkü bunları kapatmak, yasak etmek insanın özgürlüğüne aykırıydı. Oysa benim ideal düzenimde insanlar özgür olmalıydılar. Tek çare insanın o kötü isteklerini, hazlarını, zevklerini kendi istekleri ile bırakmalarıydı. Bu derece insanı değiştirebilecek şey ise , namazlarda, dualarda hissettiğim ’huzur veya mutluluk’ olabilirdi.
Geriye dönüp bakınca bendeki o yarı-evrensel islamcılığın , hep milliyetçiliğin önüne geçtiğini görüyorum. Zaten hiçbir zaman ırkçı olmadım. En iyi birkaç dostumun Kürt olmasının -bence- bunda etkisi büyük oldu. Ama nerde olduğunu bilmesem de ’’Ötüken’’ deyince uzak bir memleketimin hasretini duydum. Orayı dağlar , otlaklar, yeşillikler , çimenler ve nehirler içinde yani cennete benzer biçimde tasvir ettim.
Turan’ı arzuladım mı dersem, sanırım hayır demek zorundayım. Turan çok eski bir arkadaştı benim için. Taa ilkokuldaki bir arkadaş. Şimdi ise büyümüştük. Farklı yerlerde ve farklı şekillerde büyümüştük. Bir araya geldiğimizde ise konuşacak fazla bir kelimemiz yoktu.
Azerbaycan’ın ise ayrı bir yeri vardır bende. Hiç gitmedim ama Ankara neyse, İstanbul neyse , Bakü’de o benim için. İlerde eğer yurt dışı tatiline çıkmak nasip olursa Bakü’ye gitmek isterim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.