- 594 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Dostluğun kaleminden
İnsan hiçbir zaman ne istediğini bilmez. Gözü hep en iyisinde en güzelindedir. Oysa gelip geçicidir bu dünya. Belki yol üstünde dinlendiğimiz bir ağaç gölgesi, beklide uyanmak üzere yattığımız uykudan bir bölüm rüya. Yaşadıklarımızın hepsi anlıktır. Bir dakika geriye dönüp hatalarımızı düzeltemeyiz. O yüzden kalp kırmaya gerek yoktur aslında. Sevdiklerimizi üzmeye gerek yoktur.
O gece sahilde mehtaba karşı oturmuş dalgaların ahenkle karayla buluşmasını izliyordu. Geçmişte yaşadıklarını düşünüyordu. Düşmanı anada doğururdu ama dostu bulmak zordu. Oturduğu banktan kalkıp sahil boyunca yürümeye başladı. Uzun boylu, mavi gözlü, 22’lerinde bir gençti. Yaşadıklarını yüzüne bakarak anlayabilirdi bir insan. Gökyüzü kadar mavi gözleri gökyüzü kadar özgür değildi. Düşünceleri sisliydi. İnsan yaşadığı zorlukları silip atabilseydi zaten içine gömülmezdi. İşte Ahmet’te onlardan biriydi. Babası daha annesi ona hamileyken ölmüştü. Annesi de onun doğumunda hayatını kaybetmişti. Aklı erdiğinde ağabeylerinin yanındaydı. Keşke onlarla da yaşamaya devam edebilseydi. Hayatta en çok zoruna giden ağabeylerinin ona sahip çıkmamasıydı. Ağabeylerinin ona nefreti annelerinin onun yüzünden öldüğünü düşünmeleriydi. Ortaokulu bitirdikten sonra okuyamadı çünkü hem çalışıp hem okumak ona çok ağır geliyordu. Hep edebiyat öğretmeni olmak istemiş fakat okuyamamıştı. Bir süre bir fırında çırak olarak çalışmış ama askerden döndükten sonra iş bulamamıştı. Haftada birkaç sayfa bir şeyler yazıp bir yayınevine satıp parasını öyle kazanıyordu. Ailesinden ona tek kalan duvarları eskimiş, eşyaları geçen onca zamana karşı ayakta duramamış bir evdi. Olsun yinede sokakta değildi. Hem karnı da toktu. Tek ihtiyacı olan konuşabileceği ona “ Takma kafana sen neleri atlatmadın ki bu da geçer “ diye moral verecek bir arkadaştı.
Bir ikindi vakti yayınevinden çıkmış yiyecek bir şeyler almak için kaldırımda yürüyordu. Normalde adımlarını izler kafasını kaldırıp etrafına bakmazdı ama o gün yaşadığı hayatı görmek istedi. İlk defa yayınevinin karşısında lokanta olduğunu fark etti. Etrafını izleyerek gidiyordu. Emekli maaşını çekmeye çalışan teyze, şeker yiyen çocuk, sokak şarkıcıları, el ele yürüyen bir çift, annesinden oyuncak almasını isteyen küçük kız. Bir dakika birkaç adım geriledi. El ele yürüyen sevgilileri izledi biraz. Yüzlerindeki tebessümü fark etti. Şakalaşmaların, bir şeyler fısıldayıp gülmelerini izledi. Onun hiç kız arkadaşı olmamıştı. Yaşadıklarını bir kenara bırakıp hayatını yaşayamamıştı hiç. Bir kıza özel bir duyguyla bakmamıştı. Aşk denen o duyguyu çok merak ediyordu. Merakı bir sevgili istemesinden değildi biraz mutlu olmak istiyordu. Hayat ona hep ters taraftan bakmıştı, biraz mutluluk onunda hakkıydı.
Derken markete geldi. Yiyecek birkaç bir şeyler alıp çıktı. Eve gitmek istemedi sahil ona huzur veriyordu. Elindeki yiyeceklerle sahile gitti. Her zaman oturduğu banka doğru yaklaştı. Fakat bankta bir kız vardı üstelik ağlıyordu. Korkacağını düşünüp oradan uzaklaşmak istedi ama kendisi tamda bu bankta defalarca ağlamış ve hiç kimse onu teselli etmemişti. Banka sessizce oturdu kıza bakmaya utanıyordu ama kızın yanlış düşünüp ondan korkmaması için: “Bayan iyi misiniz?” diye sordu. Kız cevap vermeksizin ağlamaya devam etti. Genç yine aynı soruyu sordu, kız yavaşça gözyaşlarını sildi, çekinerek gence baktı ve: “İyi olmamı gerektiren bir durum yok ki” dedi. Sonra o anki psikolojisiyle genci terslediğini düşünerek: “ Kusura bakmayın bazı nedenlerden dolayı iyi değilim” dedi. Genç cevap vermedi. Denize çevirdi gözlerini: “ Denize anlat” dedi. “ Denize anlat ne varsa, seni en iyi o dinler, dalgalarıyla alıp götürür her şeyi.” Kız denize baktı. Uzun süre sustular. Vakit baya geç olmuştu. Belikli kızın derdi her neyse eve gitmek istemiyordu. Genç: “ Bana anlatmak ister misin?” diye sordu. Kız yeniden ağlamaya başladı ve şunları anlattı: “ Annem ve babam geçen hafta ayrıldılar. Beni her ikisi de başta yanına almak istiyordu ama mahkeme bittikten sonra ikisi de yüzüme bile bakmadı. Günlerdir üzüntüden bir şey yemedim ve güveneceğim kimsemde kalmadı. Seni de Allah gönderdi bunları paylaşmasam daha da kötü olurdum” dedi. Genç bir süre sustu sonra dönüp dedi ki: “ En azından hayatta anneni babanı tanıdın, onlarla bir süre yaşadın benim o hakkım da yoktu” dedi.
İnsanlar ayrılırken geride kalan çocuklarını niye düşünmezler ki? O çocuğun psikolojisi hiç mi umurlarında değil? Tek celsede boşanarak her şeyin bittiğini sandıkları vakit aslında her şey yeni başlıyordur. Duygularını düşünmedikleri çocukları sevgiden, aile ortamından mahrum yaşayacaktır.
Konuyu biraz değiştirmek için genç elindeki yiyecek poşetini banka koydu ve içinden çıkardığını yemeye başladılar. Sonra kız aniden gülmeye başladı: “ Farkında mısın? Daha birbirimizin adını bile biliyoruz” dedi. Genç gülümsedi, elini heyecanla uzattı ve: “ Ben Ahmet” dedi. Nedenini bilmiyordu ama gözlerinin içi parlıyordu. Kız: “ Bende Ukte ”dedi. Uzun süre konuşmadan birbirlerine baktılar. Sonra genç vaktin geç olduğunu söyleyerek eğer isterse kızı evine bırakabileceğini söyledi ve yürümeye başladılar. Birkaç sokak ilerleyince kız gence dönerek: “ Burada ayrılalım, yanlış anlamasınlar” dedi. Ahmet anlayışlı biriydi ve oradan ayrıldı. Evine gitti, yatağına uzandı ve gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı. Sanki sabaha nazaran kalbi bir başka çarpıyor, sanki farklı bir hava soluyordu. Yoksa düşündüğü mü olmuştu? O tanımadığı kıza aşık olabilir miydi? Bir daha görme ihtimali bile tartışılır bir konu iken onu gerçekten sevebilir miydi? Aşk neydi? İnsanı değiştirir miydi? Peki ona onca yaşadığı şeyi unutturur muydu? Sonunda acı çekecek olsa da ona gayet derin duyguları vardı. Daha önce böyle bir şey yaşamadığı için bu duygularına aşk diyemiyordu. Ama kendinden emin duyguları vardı.
Bir an önce sabah olmasını bekledi. Uyumak istemiyordu. Ama eğer uyumazsa zamanın çok yavaş geçeceğini biliyordu. Bu yüzden uyumaya karar verdi. Sabah olunca az uyumuş olmasına rağmen çok enerjik bir şekilde kalkıp kızı bıraktığı sokağa gitmek istedi. Fakat vakit oldukça erkendi o yüzden beklemeye karar verdi. Biraz kahvaltı yaptı. Yazdan kalma bir kış günündeydi. Kış kapıdaydı ama henüz kendini göstermemişti. Bir bardak çay katıp pencere kenarında saatin gelmesini bekledi. Zaman geçmek bilmiyordu. O sırada uzun süredir bakmadığı aynaya çarptı gözü. Yaşadığı zor günleri yüzüne yansıtan zamana kızıp sitemliydi aynalara, bakmıyordu. Yüzündeki buruk ifadeyi görüp üzülmek istemiyordu. Gerçekten çok uzun zaman olmuştu. En son bir berberde bakmıştı aynaya sonrası zaten yoktu. Ama yüzüne bakıp saçlarını düzeltmek istedi biraz. Geçti aynanın karşısına saçlarını düzeltti ve gülümsedi. İlk defa yanağında gamzesi olduğunu fark etti. İnsan yüzünde ne olup olmadığını bilmez mi? Bilmiyordu işte. Ayna karşısında geçirecek zamanı yoktu. Zaten evde de çok durmazdı, ailesinin anılarına kokusu sinsin istemezdi. Duvarlar fotoğraflarla doluydu. Çoğu siyah beyazdı. Fotoğraflar eskise bile hepsinin ayrı ayrı anısı vardı. Mesela anne babasını bu resimler sayesinde görmüştü. Ailesinin olduğu resimlerde o yoktu ama eve aile sıcaklığını kattığını düşünüyordu bu fotoğrafların. Evin her köşesi ona bir farklı geliyordu. Kim bilir bu evde bu odalarda neler yaşanmıştı. Acısıyla tatlısıyla ne anıları vardı. Şu duvarlar kaç kahkaha duymuş kaç ağlamaya şahit olmuş bilinmezdi. Evde hiçbir şeyin yerini değiştirmemişti. Bu eşyaları buraya koyanın düşüncelerine önem vermişti. Ayrıca duvarları da hiç boyamamıştı. Bilemezdi ki kaç kişinin eli değmişti. Evi çok fazla batırmamaya çalışıyordu. Elbet temizlemesi gerekiyordu ama bu evin bu odaların kokularının gitmesini istemiyordu. Hepsinde buram buram ailesi kokuyordu. Duvardaki fotoğrafların birinde annesinin köşedeki koltuğa oturmuş bir şekilde pozu vardı. O koltuğa hiç oturmamıştı. Koltuğun hemen önüne diz çöker dakikalarca koltuğu izlerdi. O anki düşüncelerini hayallerini kimse bilemezdi. Daha evinde hiç kimseyi ağırlamamıştı. Çünkü hiç kimseyle konuşmuyordu. Kimse ona sahip çıkmıyordu. Bu 10 yaşından beri böyleydi. Her şeyin üstesinden tek başına gelmeyi öğrenmişti. Çoğu zaman hayata karşı koyamayıp yenik düşmüş ama hiç yılmamıştı.
Beklediği vakit gelmişti. Heyecandan kalbi durabilirdi. O sokağın başına gitti ve beklemeye başladı. Onun gelmesini çok istiyordu. Daha dün tanıdığı biri birkaç saatte her şeyi olmuştu. Derken Ukte geliyordu. Akşamki halinden eser kalmamıştı. Saçlarını salmış, rüzgara bırakmış sanki Ahmet için hazırlanmıştı. Belki oda buluşmak istiyordu. Birkaç saat sahilde gezdiler, güzel bir gün geçirdiler. Sanki artık sevgili olmuşlardı. Her gün sabah aynı saatte buluşup gezdiler, sahil kenarında dolaştılar.
Ahmet bir aile ortamında büyümediği için o duyguyu bilmiyordu. Ama Ukte ona çok şey katmıştı. Sevgisi karşılıklımı bilmiyordu ama onu çok seviyordu. Tek korktuğu bir gün onu kaybetmekti. Hayatındaki çoğu şeyi kaybetmişti. Her defasında geriye kırılmış bir kalp ve paramparça olan umutları kalıyordu. Zor olan yapılanlara unutmaktı. Hep tek başına kalan oydu. Çaresiz bırakılıyordu belki bununla sınanıyordu bilinmez ama elinden geldiği kadar dayanmaya çalışıyordu. Asla isyancı bir tip olmamıştı. Çok küçük yaşlardan itibaren içsel bir olgunluğa bürünmüştü. Bunun sebebi büyük bir olasılıkla yaşadıkları yüzündendi. Ama şuan için mutluydu çünkü Ukte vardı.
Tam altı ay boyunca her gün buluştular, sahil kenarında gezip, şairin şiirini sevdiği gibi birbirlerini sevdiler. Genç bir sabah bir demet çiçek alıp o sokağın başında beklemeye başladı. Saatler geçti ama Ukte gelmedi. Hava kararmaya başlayınca genç istemeyerek evine döndü. Ertesi sabah yine gitti elindeki çiçek biraz solmuştu ama olsun onun için almıştı hem bu çiçek onların ilk çiçeği olacaktı, solsa da anlamını yitirmemişti. Bekledi akşama kadar bekledi ama kız gelmedi üzülerek evinin yolunu tuttu. Bu bir hafta boyunca devam etti. Her sabah bir umutla gelip beklediği o sokağın başından akşamüzeri üzülerek ayrılıyordu.
Bir gün dayanamayıp o sokağa girdi. Bir esnafa kızın oturduğu evi sordu. Kızın bulunduğu sokağa gelince duraksadı. Onun düşünceleri çok temizdi kızın sağlığında bir sorun olmasından korkuyordu. Kızın evinin önüne henüz daha gelememişken kızın evden çıktığını gördü. Sağlığının yerinde olmasına sevinen genç kızın böyle süslenip nereye gittiğini merak ediyordu. Kızı takip etmeye başladı. Ukte sağlığının yerinde olmasına rağmen bir haftadır Ahmet’i niye habersiz bırakmıştı? Genç, kızı takip etmeye başladı. Kız şehrin merkezinde bir binanın 4. katındaki bir kafeteryaya girdi ve pencere kenarındaki masada bekleyen bir erkeğin yanına oturdu. Ahmet’in yıkıldığı andı. Aşk en güzel duyguydu ama çok can yakıyordu. Genç oradan çok ağır adımlarla uzaklaştı. Daha geçen hafta gözlerine bakarak onu sevdiğini söylediği kız şimdi bir başkasının gözlerine gülüyordu.
Ona bakmaya kıyamıyordu. Nasıl olurda böyle bir şey yapardı? Üstelik hiç bir şey söylemeden…
Yazarların, şairlerin, edebiyatçıların çoğu eserinde yıllardır bahsettiği “Aşk Acısı” buymuş demek. Çok üzgündü ve bir o kadar da kızgın. Aşk güven isterdi. Beklide hikayenin en başında ona güvenebilip güvenemeyeceğini kendince tartışmalıydı. Sahil kenarına gitti. Eskiden tek sığındığı, tek güvendiği, tek dert ortağı o denize, o sahile şimdi çok kızgındı. Sitemi kendineydi tabi ama onu burada tanımıştı. Eğer o gece buraya gelmeseydi şuanda bu kadar acı çekmiyor olacaktı. O gece sahil kenarında durmayı istemedi. Eve gitti. Bir şey yemek istemiyordu. Üstelik bir haftadır eline kalemi dahi almadığı için parası da yoktu. O yüzden yiyecek bir şey alamamıştı. Ama onun için sorun değildi çok aç kalmış, çoğu gece aç yatmıştı ki yiyecek hali de yoktu. Yatağın üzerine oturdu, gözünü bir yerde sabitledi. Aklındaki düşünceleri toparlayamıyordu. Çığlık çığlığa ağlamak istiyordu ama susmayı tercih etti.
Her şey üzerine gelmek zorunda mıydı? Oysa onun kimseye zararı yoktu. Daha çok ufak yaşlardan beri herkese saygıyla yaklaşır, kimsenin kalbini kırmazdı. Onun sevgisi böyle hiçe sayılmamalıydı.
İnsan kaybetmediği hiçbir şeyin değerini bilmez. Bir şeyin kıymetini anlamak için üzülmesi, canının yanması lazım. Oysa Ahmet sevdiğinin kıymetini çok iyi biliyordu. Öylece yüzüstü bırakılmamalıydı. Kafasındaki sorularına bir türlü cevap bulamıyordu. Tek bir şeyden emindi onu çok seviyordu. Zaten sevdiklerini hep kaybetmişti. Hayatını üzülmekle geçirmişti ki en kötüsü de üzüldüğünde onu teselli edeni hiç olmamıştı. Güvenci her yaşadığı kötü olayda biraz daha azalmış, hayalleri kırılmaktan artık toparlanamaz hala gelmişti. Bu gece uyumak istemiyordu o şekilde oturup hiç kıpırdamayacaktı. İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu.
O sırada gözü masanın üzerindeki çiçek demetine çarptı. Gözyaşlarını silip çiçeğin yanına gitti. Bir hafta önce aldığı çiçek artık kurumuştu. Ama onun için bir başkaydı. Çiçeğin üzerine bir not yazdırmıştı -klasik romantik bir hareket yapmak için- . Notta şunlar yazıyordu:
“ Karanlığımı Aydınlatan Güzel Bayan Geleceğimin Güneşi Olur Musun?”
Birkaç damla gözyaşı düştü nota. Mavi mürekkeple pembe kağıt üzerine yazılmış notu demetin üzerine koydu. Sanki hala ona kızgın olsa da ona aşkı harlanmış gibiydi. Ani bir hareketle arkasına döndü. Tam karşısında duran aynaya bakarak: “ Gülsene artık yüzüm yetmez mi hüzünlendiğin? Seni hiçe sayıp gitti işte dursana gözyaşım tek damlana değer mi? Altında torbalar oluşmuş gözlerim ağlama artık ne ağlarsın? Bu kadar ihanet yetemedi mi? Anama babama nasıl cevap veririm sonra? Ağlama gözlerim ağlama! Değmez tek damla gözyaşım ona.”
Çok biriktirmişti içinde çok dolmuştu. Kızıyordu kendine, aşkı merak ettiği güne. Masanın üzerinde duran demeti hızlıca alıp koşarak sokağa çıktı. Havanın kararmış olduğunu gördü. Hızlı adımlarla sahile gitti. Banka oturdu, biraz sakinleşmek istedi. Denizin ona huzur veren dalgaları şimdi onu çileden çıkarıyordu. Defalarca koşup gelirdi bu banka. Denize haykırırdı derdini. Bankta bulurdu teselliyi, ona arka çıkan kimsesi yoktu çünkü. Tek güvendiği bu sahildi. Dalgalarıyla büyümüş, dalgalarıyla dertleşmiş, burada gülmüş, burada ağlamıştı. Şimdi ise dayanamıyordu buraya. Bir anda hayatını darmadağın eden bu kız hiç mi utanıp sıkılmıyordu? Gözyaşlarını sildi, yavaşça banktan kalktı, denize yaklaştı ve ilk çiçeklerini dalgalara bıraktı. Dalgalar çiçeği gittikçe derine çekiyordu. O anki üzüntüsünü gözleri anlatıyordu. Masmavi gözlerinde bulutlar birikmiş durmaksızın ağlıyordu. Yeminler ediyordu bir daha güvenmediği kimseye bağlanmayacaktı. Banka geri oturdu. Belki o ağlarken Ukte gelir onu teselli ederdi. O kızın zor zamanında yanındaydı. Olur ya belki gelirdi. Denize dikmiş gözlerini sessizce ağlıyordu. Omzunda bir el hissetti. Hiç mi akıllanmaz bir insan bilmiyorum ki. O olması ümidiyle hemen kaldırdı başını baktı ki kendi yaşlarında bir genç. Ama bu sefer kararlıydı tanımadığı kimseyle konuşmayacaktı. Ahmet gözlerini tekrar denize dikip gözyaşlarını sildi. Bir gururu vardı sonuçta tanımadığı birinin yanında ağlayamazdı. Yanına gelen kişi: “ Benim adım Mustafa eğer istersen derdini benimle paylaşabilirsin halden anlar biriyim” dedi. Ahmet biraz tedirgin olsa da kararlıydı tanımadığı biriyle konuşmayacaktı. Zaten başına ne geldiyse iyi niyetinden gelmişti. Gerçi ağabeylerini tanıdığı halde hayatta en büyük kazığı onlardan yemişti ama olsun o an için o kararı almıştı. Uzun süren sessizliği Mustafa bozdu: “ Utanma kardeşim, çekinme anlat derdini anlat ki rahatlayasın” Ahmet onun bu sözüne oldukça kızmıştı: “ Nerden kardeşin oluyormuşum ben senin. Benim kardeş dediklerim bakmadılar bana sen kim oluyorsun?” Mustafa biraz çekinerek: “ Belli ki haksızlığa uğramışsın arkadaşım. Hakkını savunabilmek için konuşamamışsın.” Ahmet başını çevirdi, Mustafa’ya bakarak: “ Hem de ne haksızlık” dedi “Bana en çok koyan gitmesinin sebebini söylemedi. Bir elveda bile demedi.” Mustafa sustu başını önüne eğdi, Ahmet devam etti: “Şu dalgalarını sahile vuran denize sor beni. Ben hep ona gelip ağladım çünkü benim hayatımı ailemden çok o bilir. Beni denize sor da anlatsın sana; çok küçük düşürdüler, ona sahip çıkmadılar, tam mutlu oldum derken kalbini alıp kaçtılar desin. Onun çilesi daha doğmadan başladı, sırtını dayayıp güvenebileceği kimsesi yok desin. Sende durma git arkadaş benim derdim bana yeter. Hayatıma bir yabancı daha alıp tekrar üzülmeye niyetim yok benim. Durma git hadi beni dalgalarla yalnız bırak” ve uzun bir sessizliğe büründüler. Dalgaların sesine hapsolmuş zihinleri gecenin karanlığında bir yardım eline muhtaçtı. Mustafa yavaşça Ahmet’e baktı ve: “ Ben Mustafa arkadaşım” dedi. Ahmet Mustafa’ya bakarak: “Ben de Ahmet” dedi. Mustafa: “ Üzülme kardeşim bunu da atlatırsın. Söylediklerine bakılırsa çok şey yaşamışsın kaldır başını dik dur hayatın boynunu bükmesine izin verme. Bu dünyanın kahrını sen çekeceksin diye doğmadın. Kaldır başını dik dur bunu da atlatırsın” dedi ve tebessüm etti. İşte dostlukta arananda buydu. Teselli eden birileri şarttı.
Ahmet’te çok eskiden beri bir dostu olsun istiyordu. Fakat artık kimseye güveni kalmadığı için bu gençle fazla samimi olmak istemiyordu. Mustafa Ahmet’in gözlerine bakarak: “ Endişeni anlıyorum kardeşim ama yanından gitmeyeceğim. Zor zamanlarında yanında olamazsam insanlığımı kaybederim. Korkma beni araştırabilirsin. Kendi halinde biriyim, kimseye zararım dokunmaz. Ayrıca üniversitede psikoloji okuyorum. Şuan staj görüyorum, eğer istersen benimle konuşman sana iyi gelebilir…” Mustafa daha konuşmasını tamamlayamamıştı ki Ahmet Mustafa’nın omzuna elini koydu ve: “Gel benimle” dedi. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Ama Ahmet’in gözleri parlıyordu. Çünkü Mustafa okuyabilmiş ve istediği mesleğe sahip olmasına az kalmıştı. Bir çay bahçesine geldiler, kenarda bir masaya oturdular. Ahmet bir yemek ısmarlayamazdı o kadar parası yoktu ama iki çay söyledi. Mustafa’ya döndü ve: “Sana gerçekten güvenebilir miyim?” diye sordu. Mustafa’yı kendine çok yakın hissediyordu ama hala kararsızdı. Mustafa çayını yudumladı sonra kafasını kaldırıp Ahmet’e: “ Bundan hiç kuşkun olmasın” dedi. Sonra birbirlerine hayatlarını anlattılar. Mustafa’nın hayatı da çok iç açıcı değildi. 5-6 yaşlarındayken babası başka biriyle evlenmiş buna dayanamayan annesi kanserden ölmüş. Babasının yeni eşi Mustafa’yı istemediği için babası onu yetiştirme yurduna göndermiş. Okuması için para göndermiş ama aileden mahrum büyümüş.
Ahmet ve Mustafa birbirlerini çok sevdiler. Mustafa birer çay daha söyledi. Sohbetlerinin bitmesini istemiyordu. O kadar iyi anlaştılar ki birlikte yaşama kararı bile aldılar. Mustafa birkaç ay sonra stajı bitecek ve çalışmaya başlayacaktı. Aldıkları karara göre Mustafa çalışmaya başlayınca Ahmet’in okumasına yardım edecekti. Böylece Ahmet’in hayalleri gerçek olacaktı. Vakit baya gecikince yarın öğlen sahilde buluşmak üzere ayrıldılar. Ahmet eve giderken çok mutluydu. Günlerdir yüzü ilk defa gülmüştü. Bu demek oluyor ki dostluk aşktan ağır basmıştı. Korkuyordu tabi öz ağabeyleri bakmazken bir yabancı ona niye bu kadar iyi davransın. Derken eve geldi. Hiç uykusu yoktu. Günlerdir eline almadığı kalemi aldı. Mutluydu ya sonuçta kalem kağıtla dans etti ve 2 saatte birkaç sayfa bir şeyler yazdı. Ertesi günün harçlığını çıkartmış oldu. Hemen yattı yatağa uyumak istemese de yorulmuştu. Yüzü gülse de gözleri ağladığı için şişti. Biraz uyusa iyi olurdu.
Ertesi gün sabah kalktığında oldukça acıkmış olduğunu hissetti. Hemen üzerini değiştirip yayınevinin yolunu tuttu. Yazdıklarını satıp oradan ayrılırken mutluydu çünkü miktarı azda olsa cebinde parası vardı. O azla yetinmesini bilen biriydi. Onun için paranın miktarı önemli değildi önemli olan ihtiyacı olduğunda kimseye boyun eğmemekti. Yayınevinden çıktıktan sonra çarşıda ilerliyordu. Fırınların kokusu onu daha da çok acıktırıyordu. Ama şimdi yemeyecekti. Öğlen Mustafa’yla birlikte yiyecekti. Çünkü dostluk paylaşmaktı. Vakit daha erkendi ama sahile gitti. O her zaman ki banka oturdu. Deniz durgundu, sahil bugün dalgalardan mahrumdu. Ahmet etrafını izlerken bir kedi ile köpek gördü. Normal de bilinen kedi köpek birbirini sevmezdi ama bunlar farklıydı. Sanki kardeş gibilerdi. Kedi yerde yatıyor, köpek ise ayakta durup kedinin etrafında dönerek etraftakilerden kediyi koruyordu. Ahmet ne olduğunu anlamak için biraz daha yaklaştı ve gördü ki kedi yaralı olduğu için köpek hemen etrafında dönüyor. Bugün kardeş kardeşi vururken, düşman olarak bilinen kedi köpek birbirlerini koruyor. Tabi Ahmet bu durum karşısında duyarsız kalmadı. Mustafa’nın gelmesine daha çok vardı o yüzden kediyi veterinere götürdü. Bunu yapması da çok zor olmuştu çünkü köpek uzun süre genci kediye yaklaştırmamıştı. Ama kedide korkulacak bir şey yoktu bunu öğrenen Ahmet içi rahat bir şekilde sahile geri döndü. Çok ufak yaşlardan beri yaptığı tek şeyi yapıyordu. Öylece durup denizi izliyordu. Yaratılanı Yaratandan ötürü sevdiği için her şeyi seviyordu ama deniz onda çok başkaydı.
Derken Mustafa geldi. Bir yerlere gidip karınlarını doyurduktan sonra Ahmet Mustafa’yı evine götürdü. Ahmet’in yaşadığı evi gören Mustafa: “Burayı satıp benim evde yaşasak güzel olmaz mı?” diye sordu. Ahmet’in buradan ayrılması zordu. Hiç görmediği anne ve babası bu evde yaşamıştı. Bu ev onun için çok değerliydi. Ama bir gün üzerine göçebilirdi. Biraz düşündükten sonra Mustafa’nın teklifini kabul etti. Evin içindeki bazı eşyaları hatıra diye yanına aldı. Mustafa ev satıldıktan sonra parayı Ahmet’in sadece kendisi için harcamasını istedi. Ahmet’te bu parayla okumaya başladı. Bu para onu çok fazla idare etmezdi ama Mustafa’nın okulu bitirmesine az kalmıştı o yüzden sorun değildi. Aynı evde yaşamaya başladılar. İlk zamanlarda parasal yönden biraz sıkıntı çekseler de işleri baya düzene koymuşlardı. Bir sabah Ahmet Mustafa’yı uyandıramadı. Hemen ambulansı aradı ve Mustafa’yı hastaneye kaldırdılar. Doktorlar Mustafa’nın böbrek yetmezliği olduğunu söyledi. Bu duruma çok üzülen Ahmet ne yapacağını bilemedi. Eğer kısa sürede böbrek nakli olmazsa sonucun kötü olacağını söyleyen doktorlar çok tedirgindi. Ahmet düşünmeye başladı. İlk aklına gelen kedi ile köpek olmuştu. Eğer köpek kediye sahip çıkabiliyorsa, oda arkadaşına yardım edecekti. Dostluk bunu gerektirirdi. Ahmet Mustafa’nın yakın çevresini araştırdı ama kimse böbrek vermeye yanaşmıyordu. Değil böbrek vermek, böbrek uyar mı? uymaz mı? diye test yaptırmaya bile gelmiyorlardı. Ahmet’in ısrarlarına dayanamayan doktorlar Ahmet’i test ettiler ve öyle güzel bir şey oldu ki Ahmet’in böbreği Mustafa’ya uyuyordu. Doktorlar nakil için fazla zamanın kalmadığını söyleyince Ahmet hiç düşünmeden böbreğini arkadaşına vermeyi kabul etti. Ameliyat sonrası hastaneden mutlu çıkan iki arkadaş bu zorluğu da yenmenin verdiği sevinçle evlerine gittiler.
İnsan arkadaşına günahını vermiyor değil ki böbreğini. Düşünsenize giderek bencilleşiyoruz. Kalplerimiz köreliyor, insani duygularımızı yavaşça kaybediyoruz. Önemsiz şeyler hakkında çevremizdekileri kırdığımız yetmezmiş gibi gönül almayı da bilmiyoruz. Gözümüzün önünde ölen adama bir bardak su vermeye acizken böbrek vermek çok alkışlanası bir durumdur.
Peki sonra bu iki dosta ne olduğunu mu merak ediyorsunuz? Şöyle ki:
15 yıl sonra bu iki genç hala dost kalmışlar. Hiçbir zorlukta yılmayıp hep birlikte üstesinden gelmişler. Mustafa çoktan Psikolog olmuş göreve başlamıştı bile. Ahmet ise Mustafa sayesinde hayallerini gerçekleştirmiş Edebiyat öğretmeni olarak göreve başlamıştı. Ayrıca bununla da yetinmeyip … Gerçek Dostluk … adında bir kitap yazıp yıllarca para kazandığı yayınevinde bastırarak roman çıkartmıştı. Üstelik iyi haberler bununla da sınırlı değildi. Her ikisi de evlenmiş ve aynı apartmanda karşılıklı dairelerde oturmaya başlamışlardı ve dostluk yine her şeyin üstesinden gelmişti.
O an geçmeyecek gibi olan sıkıntılar bir süre sonra geçmişteki bir anı olarak kalıyor. Önemli olan sonuna kadar ayakta durup yılmamak. Ahmet çok güzel bir sabır örneğiydi. Karşılaştığı sıkıntılar karşısında dik durmayı biliyordu. Kimsesi olmaması onun için sorun değildi herkese inat yaşıyordu. Ona sahip çıkmayanlar utansınlar diye hiç yılmadı. Çok küçük yaşlarda çalışmaya başlamış olması ona zor gelse de hedefleri vardı bir gün herkesi utandıracaktı. Üstelik bunu başardı da. Edebiyat öğretmeni olarak işe başlamasının ardından çok fazla bir süre geçmemişti ki anne tarafından yakın arabaları Ahmet’i artık yanlarına alıp onun yanlarında evlenmesini istediler. Ahmet çok küçük yaşlarda öğrenmişti insanların gerçek yüzünü o yüzden akrabalarının bu teklifini onları kırmayacak bir şekilde reddetti.
İnsan yanında ona destek çıkan bir arkadaşının olması şarttı. Her ne kadar dimdik ayakta durmaya çalışsa da bir dost tesellisinin yerini çoğu şey tutmazdı.
Dost dedim de artık bu kavramı çok küçülttük. İnsanın arkasını dayadığı, güvendiği, sırlarını paylaştığı, yeri geldiğinde dertleştiği, yeri geldiğinde onunla gülme krizine girdiği, kötü bir şey olduğunda oturup birlikte ağladığı, her zorluğa birlikte göğüs gerebildiği bir dostu olması lazım. Kardeşten öte sevdiği, ona zarar gelmesinden koktuğu biri. Fakat son zamanlarda herkes birbirini kandırmakla, birbirine kazık atmakla meşgul olduğu için dostluğu derine gömüyorlar.
İnsan hayatta yalnız yaşayamaz ya bir eş ya da seni dünyalara değişmeyen bir dost kazanmalıdır. Dostluk öyle kolay bir mesele değildir. Güven ister, emek ister. Dost hayatın iyi anında da kötü anında da yanında olan, senle küs olsa bile seni başkasına karşı savunan, kedi köpek gibi kavga etsen de barışmak için bütün şebeklikleri yapan ama en önemlisi de kendine güvendirip, seni asla satmayandır.
Siz siz olun gönül almasını bilmiyorsanız kimsenin kalbini kırmayın. Sevdiklerinize sahip çıkın. Dünya malına dostunuzu değişmeyin. Aile sıcaklığını da dışarıda değil içinizde arayın. Bilin ki size sevenlerinizden başkası sahip çıkmaz. Görün ki insanların menfaat uğruna yaptıkları 5 dakikalık arkadaşlık, seneler süren gerçek dostluktan iyi değildir. Sevin ki sevilesiniz ve anlayın ki özünüzdeki kişiliği kaybederseniz hayata karşı ayakta duramazsınız.
Düşmanı Anada Doğurur Önemli olan Gerçek Dostu Bulabilmektir………
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.