- 650 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Göçe Göçe- Kızılpınar'da Çocuk Oyunları -40
Ninem elinde bir bakraç sayaya doğru gidiyordu, bana:
-Süt sa(ğ)ma gidiyem, sen de gelecen mi?
Dedi, ben “evet” anlamında başımı sallayınca, peşinden gelmemi işaret etti. Gittim. Sayanın kapısını açtı, önden beni içeri soktu. Hafif karanlık, basık tavanlı, pis kokulu bir yerdi. Hayvanların dışkı ve sidik kokusu saman kokusuna karışmıştı. Nefes aldıkça, ciğerlerim acıyordu. Olduğum yerde durdum kaldım, çünkü yerler kurumuş ve yaş hayvan dışkısı doluydu. Ayağıma pislik bulaşacak diye korkuyordum. Durumu anlayan ninem, hemen beni bir kolunun altına sıkıştırıp, ineklerin yanındaki nispeten temiz bir yere bıraktı. Sonra iki metre ileride, kotara adını verdiği etrafı tahtalarla çevrili eğreti bir yerin kapısını açtı. Oradan kara ineğin yavrusu, bir ok gibi fırladı, benim ayaklarımın dibinden hızla geçip annesinin memelerine sarıldı. Kıtlıktan çıkmış gibi, emiyordu memeleri. Ufacık, çok sevimli bir hayvandı. Temizdi, çünkü annesi o emerken her tarafını yalıyordu. İncecik beyaz-siyah karşımı tüylerine dokunmak istediysem de kara inekten korktum. Belli mi olur, bana bir boynuz atabilirdi.
Buzağıyı ninem, annesinin yanında fazla tutmadı. Boynundan çekerek, zorla annesinin memelerinden ayırdı ve kotaraya götürüp kapattı.
-Biraz daha emseydi be nine! Hayvan doymadı ki... Dedim.
-Eter o kadar! Bıraktım mı bize süt komaz. Dedi ve yanındaki bakraça önce kara inekten, sonra da sarı inekten süt sağdı. Sağmayı bitirdiğinde, bakraçın yarısından biraz fazlası dolmuştu. Hayvanların yemliğine saman attı ve sayadan çıktık. Böylece bana verdiği sözü de tutmuş oldu.
Güneş tam tepedeydi. Yakıyordu. Gölge bir yere oturmalıydım. Dut ağacının yanına gittim; önce yere düşmüş olgun dutlardan bir avuç toplayıp yedim. Lezzetliydi. Sonra da sırtımı dut ağacına dayayıp gölgesinde oturmaya karar verdim. Boş gözlerle etrafa bakındım. Biraz ileride çoğu kırılmış kerpiçler vardı; kim bilir ne zamandan kalmıştı! Ninemin karışık renkli tüyleri olan horozu, bu kerpiçlerin üzerine çıktı. Ayaklarını bir-iki kere kuvvetli bir şekilde kerpice vurdu, kanatlarını çırptı ve boynunu uzatarak öttü, öttü; oldukça uzun sürdü bu ötüş... Kerpiçlerin üzerinden adeta uçarak yere atladı, toprağı ayaklarıyla eşeleyen tavukların yanına gitti. Tavuklar horozun bu ani hareketini fark edince kaçıştılar. Bu horozu tahrik etmiş olmalı ki hızını artırıp yakaladığını gagaladı. O sırada oradan geçmekte olan bir kedi de horozun saldırısına uğradı. Kedi önce panikledi, sonra arka ayaklarının üzerine oturdu ve tıslayarak horoza doğru ön ayaklarını salladı. Horoz durdu, kediye küçümseyen bir bakış atıp kaçan tavukların peşine düştü.
Canım sıkılıyordu, ninem anladı. Benim canım sıkılmasın diye, komşuların benimle akran çocuğunu çağırdı. Kendi avlularında dolaşan çocuğa, bizim evin oradan:
-İsiin, İsiin, diye bağırdı. Böylece ben de oyun arkadaşımın adının İsiin olduğunu öğrenmiş oldum. O güne kadar böyle bir isim duymamıştım. Bana biraz tuhaf gelse de çocuğa adı ile ilgili bir şey sormadım. Günler sonra anladım ki burada, Hüseyin’e İsiin derlermiş.
İsiin’in biraz çekinerek kendi avlularının üzerinden atlayıp bizim avluya girdi, bana doğru yaklaştı; çekinmekte haklıydı, çünkü diğer zamanlarda böyle bir şey yaparken ninem görse kıyameti koparırdı. Çocuk benim yüzüme bakmaktan utanıyordu, başı önünde yavaş yavaş bana yaklaştı. Halbuki ben onun yüzüne çok dikkatli bakmıştım: Çil dolu bir yüzü vardı, bir hastalığı var sandım. Cildi de bembeyazdı.Bu köyün çocuklarının hepsi yabancılardan ya da daha doğrusu şehirlilerden utanıyorlardı. Çünkü, annemle ben köye girdiğimizde, sokakta bulunan ve bizi gören ne kadar çocuk varsa, hepsi evlerine kaçıyorlardı.
Arkadaşım benden fazla oyun biliyordu. Çelik çomak oynamayı teklif etti, ama ben bu oyunu bilmiyordum. Onun için önce bana kendi şivesiyle çelik çomak oyununun nasıl oynanacağını anlattı. İkimiz de odunluktan çomak denilen bir metreden biraz fazla birer sopa aldık. On-onbeş santimlik bir sopa parçasını da çelik olarak kullanacaktık. İki taş bulup çelik bunların üstüne konuyor, çomak bunun altına sokulup çelik yukarı havalandırılıp vuruluyor. Çocuklardan biri, bunu yaparken diğeri karşı tarafta bekleyip kendine doğru gelen çeliği yakalamaya çalışıyor. Yakalarsa rakibi yanıyor ve vurma sırası ona geçiyor. Yakalanamadığında vuran, çeliğin gittiği mesafeyi çomağının boyu ile ölçüp, kendine “kama” yazıyor; tabii aklına. Mesela “on dört kamam var,” diyor.
Biz bu oyunu oynarken ninem, elinde kaşağı ile gene sayaya girdi. Bu sefer beni çağırmadı. Sayadan çıktığında elinde top şeklinde yuvarlanmış hayvan tüyü vardı. Bize doğru bu topa benzeyen şeyi attı; oynayalım diye. Ben zaten çelik çomak oyunundan bıkmıştım. Top oynamak daha zevkli olur diye düşündüğümden, çelik çomak oyununu bırakıp top oynamayı teklif ettim arkadaşıma. Kabul edince oynamaya başladık. Ama, bu top diye kendimizi kandırdığımız şey, öyle hakiki top gibi gitmiyor ve zıplamıyordu. Bütün gücünle vursan bile, en fazla bir metre öteye gidiyordu. Bu da bana bir tat vermedi. Topa benzeyen bu nesneye birkaç tekme attıktan sonra bıraktım. İsiin, kendi kendine oynadı bir müddet. Bir de baktı ki, bende oynama niyeti hiç yok; o da bıraktı.
Yeni bir teklifle daha geldi arkadaşım: Araba yapacakmış. Bunu seve seve kabul ettim; bir taraftan da yapabileceği konusunda kuşku duyuyordum. Araba yapmak için, benim kafamdan az küçük bir kabağı ninemin evinin arkasındaki, kabak ekili yerden kopardık. İsiin, cebinden bir çakı çıkardı; iki-üç karış uzunluğunda bir dalın uclarını çakısıyla sivriltip, kabağın içinden geçirdi. Aynı boyda iki tane gündendi sopası aldı, bunların uçlarının üç-dört santim gerisinden delikler açıp, kabağa saplı sopanın sivri yerlerine taktı. Sopaları öteki uçlarından iki eliyle tutup, ileri doğru iteledi. Kabak dönmeye başladı, o da peşinden gitti. Sonra da oynayayım diye bana verdi. Sopaları iteledim, çimenler üzerinde kabak yuvarlandı, evin önünden geçip arka tarafına gittim. Orası taşlıydı, bazı taşlar yumruk büyüklüğündeydi. Kabak bu taşlara takıldı, gitsin diye zorladım. Ve sonunda zorlanmaya dayanamayan gündöndü sopaları kırıldı... Böylece araba oyunu ile de, arkadaşım beni memnun edememiş oldu. Biraz sonra da annesinin sesi duyuldu:
-İsiin, İsiin... Nerdesin?
-Buradayım aney! Diye cevap verdi İsiin.
-Gel artık, baban çarıya., gelsin deye..
İssin, bana Allahaısmarladık bile demeden, koşa koşa evlerinin yolunu tuttu.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Günlük edindiğimiz sıkıntılardan aklımızı sıyıracak değerde bir yazınız keyifle okudum... o bizim bildiğimiz ahır kelimesini de tekrar- tekrar ettiğini için aklıma yer ettim.
Çelik- çomak oyununu anladım... araba işi aklıma yatmadı... buzağın, anasından almak istediği süt ve alamadığı kısmında aklım kaldı.
Okuyucuyu yormayan bir dille yazılmış hissine kapıldım; demiştim ya, kişi kendinden birşey bulduğunda, okunan yazı kısalıyor diye...
Ömrümde tek tanıdığım ve babamın 17,5 Liraya sattığı; boğazının altı peşkirli sarıkız'ı hatırladım... belki 7 yaşımda vardım!... ağabeyimle birlikte Cephâneliğe otlatmaya götürürdük o'nu... uysal bir sığır idi. İkincisi olmadı... ahır yıkılıp büyük ağabeyime ev yapıldı(<1958).
Teşekkürler Usta...
Sağlıkla kal.
kadiryeter Kadir Yeter.
02.10.2016 Kavakmeydan Mah. TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=157892
Ömer Faruk Hüsmüllü'ye
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu güzel yorum için çok teşekkür ediyorum. Kabaktan araba yapma işini kısaca şöyle bir kez daha anlatayım. Aslında çocukken benim de bu işe aklım pek yatmıyordu ve arabanın yürüyeceğine de ihtimal vermiyordum. Ama birkaç kere kabaktan arabalarıyla oynayan çocukları görünce olabilirliğine inanmıştım. Çok büyük olmayan, pürüzsüz ve yuvarlak bir kabak seçiliyotdu. Tabii bu arabaların hiçbirinin ömrü uzun olmuyordu. Çünkü ya kabak patlıyordu ya da sopa kırılıyordu...
Selam ve sevgilerle...