H A C E R
Adım Baki, bu kente yani İstanbul’a Erzurum’dan geldik. Babam askerliğini bu şehirde yapmıştı. Askerden sonra beni ve annemi alarak geldi. Babamın amacı iyi bir iş bulup bu şehirde yaşamaktı. Ama doğru dürüst bir mesleği olmadığı için iyi bir işi yoktu. İnşaatlarda çalışarak geçini sağlamaya çalıştı. Ha bu arada bir de kız kardeşim oldu. Doğu insanı birçok çocuk yapardı. Ama babam geçim sıkıntısıyla fazla çocuğu istememişti. En büyük dileği de bizi o önünden geçtiği güzel üniversite binalarında okumamızdı.
İnşaatçı bir işçi olarak binalarla kurduğu iletişimdi bu. O binaların mimarisi kadar işlevleri de babamı cezp ediyordu. Bir keresinde önünde geçerken “bak oğlum okumazsan bugünkü gibi ancak önünden geçersin” demişti. Ne pazarı, ne hafta tatili olmayan bir adamdı. Sürekli çalışır, didinirdi. En çokta bir inşaat işçisi olarak yüzlerce ev yapıp, kendisini olmamasına hayıflanıyordu…
Lise ikinci sınıftaydım. Evde ders çalışırken kapımız çalındı. Kapıyı çalanlar istemez bir şekilde çalıyordu. Sessiz sessiz hala kulaklarımda… Meğer o korkunç haberi getirmişlerdi. Babam inşaatın sekizinci katında düşüp ölmüştü. Bir torba içinde giysilerine getirdiler. Bir de sefer tasını. Kolundaki saatini de. O saati hala saklarım. Bir ara camını yenileyip bir bakımdan geçirip takmak istedim. Arada yıllar geçti yapmadım hala yapmak istiyorum. İnsan yıllarca bir şeyi erteler mi? Büyük şehrin angaryalarından fırsat olmamış…
Babamla o önünden geçtiğimiz Beyazit Meydanındaki üniversiteye giremedim. Onu yakınındaki Edebiyat Fakültesini kazanmıştım. Üniversiteyi bitirip bir kamu kuruluşunda iş bulmuştum. Ama yine de mutlu değildim. Bulunduğum kurumun idari amiri olmuştum. Bütün işim kurumun temizliği, tadilatı, ihtiyaç ve giderleri idi. Bu göreve kuruma bağlı lojmanlarda dahildir. İnsanın işini sevmemesi mutsuzluğunun da beraberinde getiriyor. O nedenle iş arayışım bitmedi…
O yıl İstanbul da yerel seçimlerden sonra İstanbul büyük bir göç yaşandı. Doğudan ipini koparan sanki İstanbul’a geldi. Belki de bana öyle geldi. Ama genelde gözlemleri iyidir. Yanılma payımı aza indiren bir sezgim vardır.
Bizim kuruma da Diyarbakır’dan bir daire başkanı geldi. Adam iri yarı, göbekli atmışında gösteriyor ama kırkbeş ya var ya yok. Bende ona bağlı bir personeldim. Hepimizi toplamış tanışma toplantısı yapıyordu. Adamın adı Hikmetullah. Hiçbir zaman böyle “Hikmet-ullah, Fet-ullah, Nusret-tin, Şeraf-ettin gibi isimleri sevmem. Hikmetullah’ı da sevmedim. Hikmet Bey dedim. Adam önce şaşırdı. Yanımdakiler ise beni dürtüyorlardı. Ama ben aldırmadım. Hatta tanışma toplantısında sohbet arasında Hikmet Bey dediğimi birçok cümle geçti…
Sonraları Hikmet beye birçok ziyaretçi geldi. Eline hediyesini alan ziyarete geliyordu. Gelenlerden bazıları şıh’ım diye hitap ediyordu. Üstelik çok saygınca el pençe, divan duruşlar. Yanındakileri onları düzetiyordu. Hikmetullah Bey diyeceksiniz diyorlardı. Anlamıştım ki bu adam bir Şıh. Sanki İstanbul’da ne kadar Diyarbakırlı varsa geldi. Koridorlar çiçekten seraya dönmüştü. İdari amiri olarak onları bütün kuruma dağıttım. Kalanları da lojman gönderdim. Lojmanları da süsledim.
Sadece bizim daire başkanlığına değil, birçok daire başkanlığına bu tip adamlar gelmişti. Sanırım Hikmetullah’ı, Hikmet Bey yapmama kızmamasının nedeni İstanbul gibi bir yerde adından kendisi de rahatsızdı. Bir de ben kendisine bağlı bir idari amir olarak lojman konusunda bana ihtiyaçları vardı. Lojmanlarda başka kurumlara geçenlerin boş daireler vardı. Hikmet Beye bir lojman gösterdim. Hiçbir lojmanı beğenmedi. Çünkü kalabalık bir aileydi ve çok geleni gideni vardı. Aslında bu şıh’lar ayni zamanda ağa’dırlar böyle lojmana tenezzül etmezler ama. Hikmet’in eli çok sıkıydı.
Seçtikleri daireyi temizletip boyattım. Elektrik ve su gibi tesisatlarının onarımını yaptırdım. Yine de bir ihtiyaçları bulunur diye taşındıkları gün orada bulundum. Evi taşıyanlar yine şıh’ım dediklerini duyuyordum. Bu arada iki oğlu ve kızı ile tanıştım. Oğlanlar tıpkı babaları. Ama kızı bir içim su. Kızı öyle görünce gözüm eşini aradı. Öyle ya böyle güzel bir kızı doğuran ana da güzel olmalı. Böylesi çirkin bir adamdan böyle bir kız. Kızın adı Hacer’di. Hacer iki ağabeyden sonra doğmuş evin en küçük çocuğuydu. Başı sıkma baş dedikleri şekilde türbanlı idi. Birde büyük bir kız vardı. Ama kardeşleri değilmiş. Kuzenleri imiş. Annesini babasını kaybeden bu büyük kuzen amcasına sığınmıştı. Doğrusu ben bu kuzeni anne sanmıştım. Anne ortada yoktu. Onun sonradan geleceğini söylediler.
O günden sonra Hacer’i unutamadım. Boyda hemen hemen ağabeyleri kadar boylu, balıketinde gözleri maviş, gülüşü insanı içini ısıtıyordu. Bakışları bir garipti bazen şehla bir bakış bazen, baygın bir bakış. Filmlerden fırlamış çıkmış gibi. Vamp kadınlar gibiydi. Bana bakışı da bir başkaydı. Adeta aşka davet ediyormuş gibiydi. Böylesi tipler babasına göre şeytan’dı. Ama Hikmet Bey meleğim der gibi seviyordu kızını…
Hikmet Bey’in iki oğlu aralarında üç yaş olmasına rağmen nüfusa ikiz yazdırılmış. Söylendiğine göre üç dört çocukta yaşamamış. Biri Abdurrahman, diğeri Abdullah olan bu kardeşler zar zor imam hatip lisesini bitirmişlerdi. Hikmet Bey benden yardım istedi. Bu çocukları iyi bir dershaneye yazdıralım. Yazdırdık. Hacer ise imam hatip lisesinin birinci sınıfında idi. Kuzen kız ise okuryazarmış, kuzen evin hizmetçisi gibi her işi yapan evin ablası. Her gittiğimde bu kıza acırdım.
Hacer her okuldan çıkışında olmadık bahanelerle babasını ziyarete geldi. Her gelişinde bana bakışı çevrenin de ilgisini çekti. Bu kız babasına değil sana geliyor diyenler bile oldu. Bense Hikmetullah gibi adamları gelmesiyle birlikte dairedeki huzursuzluğum daha da arttı. Bir an önce başka bir işe girmen gerekiyordu. Son zamanlarda bu şıhlar tutturdular. Baki Bey bize bir mescit yaptırsana… Oysa kurum bahçesinde yıllarca hizmete veren bir cami var…
Bunlar aklına mescit’i sokmuşlar. Bense bu işe sıcak bakmayan biri olarak; “nasıl olsa bunlar beni ekarte edip, isteklerini yapacak bir idari amir bulacaklar.” Diyerek ağırdan aldım. Oysa her isteyen odasında namazını kılıyor. Kimse de bu işe karışmıyor. Namaz kılanların özel olarak marangoz hanede yaptırdığı tahtadan seccadeleri bile vardı. Kimi tahtadan kimi, kilimden, kimi halıdan bu seccadelerde namaz kılabiliyordu. Evrak dolaplarını içinde arkasında muhafaza edilirdi. Özellikle cumaları camiden taşarlardı. “Camiye sığmıyoruz” diye mi? Bu istekleri diye düşündüm. Sonra birinden duydum. Siirt gelen biri “Bunlar bizim gibi kılmıyor” diye rahatsızlığını dile getirdi. Anladım ki, bunlar tarikat tarikat, cemaat cemaat ayrı insanlardı…
Hikmet beyin odasına gireceğim ayakkabının bağı çözülmüş. Eğildim bağları düzeltiyorum. Bir tartışma sesi geliyor içeriden. Adam kızgın bir ses tonuyla; “o peşine takıldığımız kukla bu şehri, bu ülkeyi mahvedecek” kapıyı tıklattım girdim içeri. Tartışma hemen kesildi. Tartışan kişi başka bir daireden Remzi Bey’di. Remzi Beyle fazla bir tanışıklığımız yoktu. Elinde cumhuriyet gazetesi eksik olmayan aydın bir kişi idi. Zaten bu gelenlerden sonra kimse gazetesini öyle açıkta getiremez oldu. Çünkü hemen mimliyorlardı. Meğer Remzi Bey’le Hikmet Bey uzaktan akraba imiş. Ama orada görüş ayrılığı olunca Remzi Bey uzak duruyormuş. Aylar sonra bir hoş geldin ziyaretine gelmiş.
Hikmet Bey’in bana özellikle sevgisi vardı. Bunu birçok işine yardımda bulunmama bağlıyordum. Ayrıca kızının bana olan ilgisi onunda gözünden kaçmamıştı. Üstelik çevredekiler Hacer’in bana bakışlarında etrafımda dönmesinden damat adayı gözüyle bakıyorlardı. Bunlar içindir ki, mescit isteyenler bana pek diş geçiremiyorlardı. Ayrıca lojmandan da Hikmet Beylerle komşu olmuştuk. Babam öldüğünde tazminat olarak verilen bir kötü gecekonduda yaşamıştık. Memur olduktan sonra annem, kız kardeşim rahat etsin diye lojmana yerleştirmiştim. Oysa annem lojmanı hiç sevmedi.
Hikmet Beye “lojmanda da komşuyuz bir şey lazım olduğunda çekinmeden gelebilirsiniz” demiştim. Demez olayım. Hacer olmadık bahaneyle bizim evdeydi. Oysa mutaassıp bir aileden geliyordu. Bu yaptığı hoş karşılanmazdı. Ama kız evin tekne kazıntısı ve şımartılmıştı. Üstelik kardeşim Özlem ile de arkadaş olmuştu. Özlem de dairedekiler gibi konuşmaya başladı. Abi bu kız bana değil, sana geliyor diyordu…
Hikmet Beyin oğulları dershaneye gidip geldiler ama bir üniversite tutturtamadılar. İstanbul onları sarhoş etmişti. Dershaneden çok gezip tozmalar İstanbul’u tanımalar… Babaları bile çocuklar İstanbul’a alışamadıklara yoruyordu. İkinci sene devam edeceklerdi. Hacer türbanı atıyor. Daha da alımlı afet bir olup çıkıyor. Hacer bir garip kızdı. Beni kıskandırmak için başkalarıyla sohbete tutuşuyor, göz ucuyla beni izliyordu. Bütün bunlara rağmen ben Hacer karşı ilgisizdim. Bunu sezen biri yanımda onun aleyhine konuşmaya başlamıştı. Tutamayıp adamı dövmeye kalktım.
Ertesi yıl da üniversiteyi kazanamayan oğullar için karar alınmıştı. Askere gidecekler. Abi kardeş ikiz yazılı oldukları için ikisi de birlikte gidecekti. Ayrıca dayanışma içinde olup, birbirini kollayacaklardı. Her iki ağabey de Hacer’den yana sıkıntılıydı. Bu kız başımızı belaya sokacak diye babalarının başının etini yiyordu…
Bu arada Hacer’in annesini de gördüm. Kadın daha önce karaçarşaflı imiş. Çocukları baskısı ile çıkarmış. Başı türbanlı güzel bir kadın… Adam ağa - şıh olunca güzel kadını da kapmış. Kadın mütevazı bir yapısı vardı. Sonradan öğrendim. Kadın Hikmet Bey’lerin marabanın kızıymış.
Çok garip bir şey oldu. Artık nasıl yakaladıysa orası meçhul… Hikmet Bey büyük oğlan dururken, küçük Abdullah ile kuzeni Besi ile evlendirdi. Aralarında tam on yaş var. Yani kız Abdullah’tan on yaş büyük. Soranlara “kız elimizde büyüdü. Başkasına kaptırmak olmazdı” “Kardeş emanetidir” gibisinde şeyler söylüyor. Abisinin de istemediği için küçük oğlanı seçtiğini söylüyordu. Şimdi aklama geldi. Bir gün Hikmet Bey bir pasaport işlemi için eşinin ve kendisinin nüfus cüzdanları verdi. Baktım kadın Hikmet beyden 15 yaş küçük. Bu kızınız mı dedim. Adam bozuldu. “Yok ya; biz kızları böyle gözü açılmadan alırız.” Gibi bir şeyler söyledi. İyi de gelin hanımla oğlan arasında ki yaşa ne diyeceksin. Dün bu çocuk bu kıza abla diyordu. Bir bahane bulurlar, o yüzde bir şey söylemedim.
Evlilikten sonra iki kardeşin askerlik işi hızlandı. İkisi de Tokat’ta bir askeri birliğe düştü. Bir ay sonra da usta birliği Tekirdağ’a düştüler. İstanbul’a yakın olması aileyi sevindirdi. Arada bir göreve geliyorlar, izine geliyorlar. Bu arada bir üsteğmen ile arkadaş oluyorlar. Göreve geldiklerine üsteğmenle geliyorlar. Hikmet Beylerde kalıyorlar. Üsteğmeni seviyorlar çocuklara askerde kol kanat germiş falan. Üsteğmen de her fırsatta İstanbul’a gelip, Hikmet Beylerin hal hatırını soruyor. İlişki o kadar ilerliyor ki, üsteğmen ailenin bir oğlu gibi. Bu gelişmeler karşısında. Fettan kız Hacer, Baki’den umudu kesiyor. Üsteğmen Erol’a abayı yakıyor.
Hacer’le Erol söz kesiyorlar. Hacer okulu bitirecek, ağabeyler terhis olacak nikâh o zaman kıyılacak. Hikmet Bey benden hınç alırcasına anlatıyor. Damat adayını yere göğe sığdıramıyor. ”Hep böyle bir oğlum olsun istemişimdir. Oğullardan bir hayır görmedim ama damat adayı öyle değil.” Bu arada benim çok gevşek olduğumu ima ediyordu. Bense hiç umursamıyordum. Hacer güzel kızdı ama tipim değildi. Yerel yönetimle gelenler iş yerinde ne huzur bırakmışlardı, ne de çalışma barışı. Onu bunu oraya buraya sürüyorlardı. Yani benim eşten çok iyi bir işe ihtiyacım vardı…
Aradan aylar geçti. Hikmet Bey’in oğulları teskere aldı. Hacer’in okulu bitti. Üsteğmenle evlendi. Düğüne bir bahane ile gitmedim. Annem gitti. Annemin de gözü Hacer’i tutmamıştı. “Oğlum bu kız birçok kişiyi yakar, ardından da kendisini yakar” demişti. Bunu beni teselli için söyledi yoksa o derin öngörüsü müydü? Bilmiyorum. Annem öngörülerinde çok az yanılan bir yanı vardı. Bu okur-yazar kadının sezgileri çok güçlü idi. Benim böyle bir kızdan uzak durmama seviniyordu.
Hikmet Bey askerden gelen çocuklara Market açtı. Abdullah’ın Besi’den bir çocuğu oldu. Artık Hikmet Bey bir dede idi. Arkasında Hacer’in ikizleri geldi. Artık Hikmet Bey’in sohbetleri oğullardan, kızlardan; torunlara eviriliverdi. Ama damadı bir başkaydı. Varsa yoksa Erol damat. Yakında yüzbaşı olacakmış…
Zaman su gibi akıp gidiyordu. Hikmet Bey’in eskisi gibi sesi pek çıkmıyordu. Bu suskunluğun altında bir şeyler var ama ne? Hacer bir açılıp bir kapanıyor. Yani bir türban takıyor bir çıkarıyordu. Sebebini sordum. Babası kızının ilahiyat fakültesini kazandığını yüksek öğrenime karar verdiğini söyledi. Ama kendisi de hoşnut olmadığı halinden belli idi. Bense bunun çok olumlu bir şey olduğunu söyledim. Adam yine oralı olmadı. Belki de kocası bir subay olarak onu eziyordu. Oda böyle bir olaya girişti…
Hacer evlendikten sonra hayatı hareketlenmişti. Doğan ikizlerini annesine ve yengesine atıp, gezmeler tozmalar gırla. Eşi ile akşam yemekleri arkadaş gezileri vs. Hacer, Erol’un çevresinde oldukça eziliyor. Erol’un birçok arkadaşının eşi ya öğretmen ya da doktor, hemşire, ya da karı koca subay… Hacer de kendisinin yapacağı en kolay işin bir imam hatipli olarak ilahiyat fakültesini bitirip öğretmen olmayı kafaya koyması olmuş. Tabi durum bu olunca eşi de rahatsızlığını ortaya koymuş. Çocuklarını unutmuş bir anneye dönüştüğünden söz ediliyordu.
Hayat akıp gidiyordu. Hikmet Bey iyice sessizleşmişti. Artık ne oğullar ne de kızı ve damadından söz ediyordu. Hatta oğullarından çok sevdiği torunlarından bile söz etmiyordu. Bense hiç merak etmiyordum… Uzun süre görüşemiyorduk. Karşılaştığımızda hal hatırdan sonra ne var yok diyip sohbete girmek istedim. Hiç yanıt vermedi. Hayrola bir durum mu var? Dedim. “Abdurrahman’ı da everdik” dedi. “İyi onunda Mürvet’ini görmüş oldun” Dedim. Yüzü yine gülmedi.
Abdullah’la aramız iyi değil. “Niye ki” dedim. Bir süre düşündü. Anlatıp anlatmama konusunda ikilikliydi. Sonra sıkıntılı bir şekilde anlattı. “Beni anam yaşındaki kadınla evlendirdin”. Diye kavga ediyormuş. Bende “Biraz öyle olmuş.” Demek zorunda kaldım.”Ama üç tane peş beşe çocuk yaptı.” Derken hala düşünceliydi. “Olsun çocuk yapmak, evliliği kurtarmaz” dedim. “Asıl bu evliliğe eşi ne diyor.” Benimkisi de laf kadının boyun eğmekten başka çaresi mi var? Bir yanıt alamadım. Sonra Hikmet Bey bana bir şeyi itiraf etti. Geldikleri yıl komşu delikanlıyla, Besi birbirini sevmişler. Tam komşu delikanlı istemeye gelecek. Hikmet Bey, Bir kurnazlık yapıyor. Kız bana babasından annesinde emanet diye. Ve küçük oğlan biraz daha haşarı belki adam eder diyerek çocuğun başını yakmış. Gerçekten de geçenlerde gördüm ana oğul gibiler…
Hacer nasıl dedim. Bir offf çekti. Asıl derdinin Hacer olduğunu anladım. “Kocası ile evlendi” dedi gibime geldi. “Nasıl yani boşandı da yeniden mi evlendi” Dedim. “Ne kocası ya hocası ile evlendi” Beni iyice meraklandırdı. “Ya Hikmet Bey şu konuyu bir aç ben pek anlayamadım.” Başladı anlatmaya. Önce kimseye söyleyememeğime dair söz istedi. Sonra kızının üç çocuklu ilahiyattan hocası olan bir öğretim üyesiyle evlendiğini anlattı. Yani üç çocuklu bir yuvayı yıkmıştı. Sadece hocanın değil kendi yuvasını dağıtmıştı. Çocukları Hikmet Bey’in üstüne atmıştı.
Düşünüyorum da annemin sözü geliyor aklıma “Oğlum bu kız birçok kişiyi yakar, ardından da kendisini yakar” demişti. Bir Anadolu bilgesiydi annem. Şimdi olsa “Verdiğimiz sadaka rast geldi” derdi…
Arayışlarım meyve verdi. Sinema sektörüne kapağı attım. Bir film şirketinde çalışacaktım. Sinemaya çocukluğumdan beri bir ilgim vardı. Zaman zaman krize girse de özellikle özel televizyonlarla birlikte sektör canlanmıştı. Bakalım isteklerimi gerçekleştirebilecek miyim?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.