- 579 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİZ DE NE SERBESTTİK AMA...
İlköğrenim öğrencilerimizin giysilerinin,“Serbest Kıyafet” veya “Tek Kıyafet” olması seçenekleri günlerce tartışılma konusu edilmesi, beni yarım asırdan fazla gerilere götürdü. İlkokula başladığım Ekim 1950 yılı ve sonrası gözlerim önünden bir film şeridi gibi akıp geçti. Ardanuç-Yolağzı Köyümde geçen o senelerin giysisi ile okul anılarımı anımsadıklarım kadarı ile yeni kuşaklara aktarmayı uygun buldum.
Okulumuz köyümüzün alt tarafında kurulmuş iki sınıflı beyaz badanalı, önünde uzun bayrak direği olan bir bina idi. Bizleri Cilavuz Öğretmen Okuluna hazırlayacağı, evlerimizin ahşap ve o yapıdan daha küçük olması nedenleri ile içimizde ayrı bir yeri vardı. Eğitmen kadrolu idi. Eğitmenimiz köyümüzden merhum Gülpaşa Özkan Hocamızdı. Öğrenciler 3 yıllık öğrenimden sonra mezun edilir, tekrar öğrenci kayıtları yapılırdı. Fehime Ablamın başladığı yıl, uygun olmadığım için gidememiş, ancak mezuniyetinden sonra 9 yaşımda okula başlayabilmiştim.
Okulun açılış günü sabahı yıllarca güttüğüm, koyunlarımı Rahmi Yüksel’e kattıktan sonra evde hazırlığa başladım. Sırtımdaki günlük giysilerim dışında başka elbisem yoktu. Annem giysimdeki kurumuş çamurları temizledi, yırtık çoraplarımı onarmaya başladı. Çarıklarımı onarması için babama uzatırken de:
-Oğlana bir çift çorap tohiyacam,sen da çaruhlari yenila haa!..Andır koyarım başan!..Diye çıkıştı.”Andır koymak ne demekse.” Giyinerek sevinç içinde okulun yolunu tuttum. Eğitmenimiz yönetiminde sıralarımıza oturduk. Tüm arkadaşlarımız günlük elbiseleri ile gelmişti. Aile durumlarına göre benim giysilerimden iyi olanlar da daha kötü, yırtık pırtık olanlar da hatta tam bir Zilanli/hırpani kılıklı olanlarımız bile vardı. Bir kısmımız yalın ayak, başı açıktık. Kızların üzerinde, çeşitli renk ve desenden oluşan birer kaftan, yün çorap ve çarık vardı. Bizlerde de; şaldan veya düz renkli bezden kilot pantolon, ceket veya mintan yahut kazak, paçalar üzerine geçirilmiş yün çoraplar, ayakta çarık ve başlarda şapka ile giyim tamamlıyordu. Soğuk karlı günlerde de büyüklerimizin eski ceketleri bizlere paltoluk görevini görürlerdi. Aklıma geldikçe “Biz de, ne serbestmişiz ama..” demekten kendim alamıyorum.
Kız arkadaşlar başlarını açmışlar, yalnız Tütünlü Nahiyemizde çalışmakta olan Kalaycı Niyazi Demirci Ağabey’in kızının başı kapalıydı. Niçin başını açmadığı sorulunca cevap veremedi. O’nun yerine sıra arkadaşı Medine Özkan:
-Baba!..Saçları şehir usulü kesilmiş,alay edilir,diye açmıyor.diye söyledi Eğitmen de yüksek sesle ve sertçe:
-Kim alay edecekmiş? Gebertirim onu, diye bağırdı. Sonra da yumuşak sesle:
-Sen başını aç kızım, alay eden olursa bana söyle, dedi. Sonra Medine’ye dönerek:
-Medine, sınıfta baba yok, eğitmen var, bir daha duymayayım diye çıkıştı. Bu durumları anlamaya çalışırken Eğitmenimiz bizleri konuşturmak için tanışma faslına geçti. Yanımıza geliyor, önce baba adını, sonra kendi adımızı soruyordu. Arkadaşlar bilhassa kız arkadaşlarımız utanmaktan yüzleri kıpkırmızı kesiliyor, cevap veremiyorlar veya çok sessiz bir şekilde cevaplıyorlardı. Bu duruma sinirlenen Eğitmenimiz benim yanıma gelince tüm sınıfa:
-Çocuklar, babanızın ve sizin adınızı soruyorum, bunda utanacak bir şey yok, ayağa kalkacak, babanızın ve kendi isminizi yüksek sesle söyleyeceksiniz. Hepsi bu kadar, dedi. Daha sonra bana dönerek:
-Adın nedir? Diye sormuş, ben ise o heyecan ve yönlendirme ile ayağa kalktım ve yüksek sesle:
-İskender!.. Diye bağırdım. Tüm sınıf, birden gülme krizine kapıldı, bana gelinceye kadar önce babamızın adını sorduğu için babamın adını söylemiştim. Sona hatamı düzeltiysem de arkadaşlarım arasında bu olay, uzun süre eğlence konusu oldu.
İlerleyen günlerde Alfabe kitabını, defter ve tek kurşun kalemimizi Irmaklar Köyündeki dükkândan veya bazı tanıdıklardan temin ettik. İlk haftalarda çizgi çizmeye, daha sonra harfleri ve kelimeleri yazmaya başladık. Bir şeyler öğrenmenin mutluluğu içindeydik. Okulda nöbet tutmasını, sabah jimnastiğini, bayrak asma merasimini öğreniyorduk. Sıra ile her gün iki öğrenci nöbet tutuyordu. Nöbetçiler sabah erkenden okulu açarak sobayı yakıyor, sınıfı ve holü süpürüyor ve öğrencilerin getirdiği yakacak odun miktarını kontrol ediyor, sınıfa temiz ayakla girmeyi sağlıyor, tuvaletlere dereden su taşıyor ve eğitmene, daha sonraları da sınıf mümessiline tekmil veriyorlardı.
Günler geçtikçe çok şeyler öğreniyor, kendimize güvenimiz artıyordu. Okuma, yazmayı ilk sökenlerden biriydim. Ancak bu sevincimiz fazla uzun sürmedi. Bir gün aniden sınıfa şehir giyinikli orta yaşlı yabancı bir adam girdi. Eğitmenle el sıkıştıktan sonra bir şeyler konuştular. Eğitmen ceketinin düğmelerini ilikledi, bize dönerek:
-Çocuklar, Müfettişimiz teftişe geldi, size bazı sorular soracak dedi. Bizleri bir telaş ve bir heyecan kapladı. Müfettiş ellerimizin temizliğini, tırnaklarımızı kontrol etti. Bazı arkadaşların ellerinin kirliliğine çıkışarak kalemi ellerine batırıyordu. Okuma ve kara tahtada yazma sırasında da heyecandan çalışkan olanlarımız bile başarısız oldu, çok üzgündük. Sıra dayağına çekilmeyi hak etmiştik. Ertesi günü Eğitmen sınıfa bir hışımla girdi, kardan beyazlaşmış şapkasını ve paltosunu çıkararak masasına fırlattı. Bize doğru hızlı adımlarla yaklaşırken;
-Yazıklar olsun size, dün beni yerin dibine batırdınız. Şimdi sıra ile okuyacak, okuyamayanları, hele okumayı sökenler tökezlerse; onları ayağımın altına alıp çiğneyeceğim dedi. Hepimiz pür dikkat kesildik. Sıra bana gelinceye kadar yazıyı birkaç kez okudum. O sırada; okumayı sökememiş olan bazı arkadaşlar bile okuyabildiler, eğitmenimizin öfkesi geçmeye başladı. Biraz önce şimşekler çakan gözleri gitmiş, yerine mutluluk ışıkları saçan gözleri gelmişti. Okuma işi tamamlanınca sınıfa:
-Ulan peki, dün niye hiç biriniz okuyamadınız? Diye tekrar çıkıştı. Hepimiz kora halinde:
-Utanduh Egitmanım… Dedik.
Aradan birkaç ay geçmiş, sınıfın çoğunluğu okuma yazmayı öğrenmişti. Ancak soğuk holde sabah yaptığımız jimnastik hareketlerinde üşüyorduk. Zira her tarafı insan boyu yüksekliğinde kar kaplamıştı. Okula gelirken de bir elimizde ahşap ağır bir okul çantası, diğer elimiz kucağımızda taşıdığımız yakacak odunları tutar şekilde, karla kaplı yolda belimize kadar bata çıka yürümeye çalışırdık. Demirciler Mahallemizden gelen arkadaşlarımızın durumları ise daha içler acısıydı. Hem yolları çok daha uzun hem de iki dereden geçme zorunlulukları vardı. Dereden geçmeye çalışırken taşlara basarken veya iki cerekten/iki ince tomruktan meydana gelmiş köprüden geçerlerken dengelerini kaybedip sulara düştükleri günler dahi olmuştu. Bu bakımdan sınıfta başarı oranları daha düşüktü. Okula giderken yakacaklarının taşıma külfetinden torunları Sediye ve Fehmettin arkadaşlarımızı kurtarmak için Âdem Önür amcamız, bir kızak dolusu odunu okula getirmiş, ancak komşularının:
-Ola Baba!..Torunlari okula bari tahtarivalla goturaydın;sözleri ile bu olay ,uzun süre alay konusu edilmişti.
İkinci sınıfa geçmiştik. Giysilerimiz yine günlük elbiselerimizden ibaretti. Köyümüzden Nuri Yasal, Şavşat Orta Okulunda, Bahattin Pehlevan Karaağaç Köyünde 5.sınıfındaydı. Bu arkadaşlarımıza ve bilhassa Irmaklar Köyünden Cilavuz Öğretmen Okulunda okuyanlara özeniyor, okuma arzumuz daha da artıyordu. Kıyafetimize aldırmayıp daha çok bir şeyler öğrenmenin çabası içindeydik. Ama bu durumum, Tütünlü Nahiyesine gitmemle değişti. Nahiyede sıcak demircilik yapan Ali Rıza Pehlevan Ağabeyimiz, atölyesini köye nakletmekte kendisine yardımcı olmam için mörbet olarak beni de götürmüştü. Kızağa yüklediğimiz takımları iki çift öküzle taşıyorduk. Kızağı ve arka öküzleri Ali Rıza Ağabey, öndeki öküzleri de boyunduruklarına binerek ben yönetiyor, düz şosede köye doğru ilerliyorduk. Yaşıtım çocukların seslerini duyunca o tarafa baktım. Bir okul bahçesi, siyah önlüklü, beyaz yakalı pırıl pırıl çocuklar ile doluydu. Bizim gibi aşırı yaramaz halleri yoktu, sohbet ediyor, yan yana geziyor, bir kısmı da bizim geçişimizi izliyordu. Ben de onlara bakıyor, tek tip tertemiz giysiler içindeki bu uslu, pırıl pırıl yaşıtlarıma gıpta ediyor, onların da bana acıyarak baktıklarını hissediyordum. Ertesi günü Eğitmene durumu anlattım, biz de aynı şekilde giyinemez miyiz? Diye sorduğum da:
-Orası şehir, burası köy, olmasını ben de isterim, ama olmaz. Bir de baş aza babana sor bakalım, ne der, olursa ben de memnun olurum, dedi. Babamın kabul edeceğinden kesinlikle emindim, sevinç içinde eve gelir gelmez babama durumu açtım. Biraz düşündü, sonra:
-Haydi, yemiyah, içmiyah sana bir onluk alah. Sen o kız kaftanıyla nasıl gezacahsın, erkek olarah heç utan miyacahsın? Dedi. Bu durum hiç aklıma gelmemişti, şaştım kaldım. Bir daha da ses çıkarmadım.
O yılda da müfettişler geldi, gitti. Temizlik dışında sınıfın ortalaması iyiydi. Ellerin kirliliğine, çarıkların çamurlu olmasından çok azar işitirdik. Sanki okul yolu çamur değildi veya okul girişinde ayaklarımızı silecek bir düzenek veya girişte bir çeşme vardı da biz temizliğimizi yapmıyor, sadece suçlanıyorduk. Evlerimizde bile sabun yoktu, kil denen bir çamuru sabun yerine kullanırdık. Amerika yardımı ile gelen ve bana kibrit kutusu büyüklüğünde verilen bir beyaz nesneyle, sabunla ilk tanışmamız olmuştu.
Üçüncü sınıfa geçtiğimiz yaz aylarında okulumuza bir öğretmenin atandığını,1.ve 4.sınıfların da açılacağını duyduk.5.sınıfı köyümüzde okuyacağımıza sevinirken bir taraftan da yabancı bir kişi tasasına düştük. Hâlbuki gelen Öğretmen ilçemize bağlı Havt Köyünden Hasan Tekin idi.Birinci sınıfları Eğitmen,biz üçüncü sınıflar ile dördüncü sınıfları aynı sınıfta Öğretmenimiz okutmaya başladılar.Ancak 4.sınıf kızları yabancı bir erkek karşısında olmanın aykırılığı nedeni ile okula gelmediler.Fehime Ablam da onların arasındaydı.Öğretmen velilere,bilhassa bana baskı yapıyor,kanuni zorunluluğu hatırlatıyor,ama kimsenin umurunda olmuyordu.Baskılara fazla dayanamayan bizimkiler, ablamı daha çocuk yaşta evlendirmekle sorunu çözdüler!..Diğer arkadaşları da daha sonraları başları kapalı olarak ara sıra sınıfta görülmeye başladılar.Okulun ilk hafta sonu, Bayrak Asma Töreni için Bayrak Direği önünde çift sıra halinde dizildik.Yönetmek için karşımıza Eğitmen geldi,Öğretmen sınıftaydı.Hazır ol komutu verdikten sonra Eğitmenimiz:
-Marşı bu seferlik yalnız 3.sınıflar okuyacak. Dedi ve sonra durdu ve yumuşak sesle “Hadi, göreyim sizi” diye ekledi. Biz durumu anlamış, anlaşmış gibi bu törende yılladır okunan “Çırpınırdı Karadeniz” Marşımızı uygun, düzgün ve yüksek sesle okuduk, kendimiz de memnun kaldık, Ancak tören bitiminde Öğretmen bize taraf gelirken yüzü asık, esmerliği daha da artmıştı, bizi tebrik edeceğini beklerken Eğitmen ile bir şeyler tartıştı. İlerleyen günlerde İstiklal Marşımızı öğretti, O’nu söylemeye başladık. İlk günlerde ise okul kıyafeti alınması için velilerimizi ikna etmeye çalışsa da birlik sağlanamadı, giysilerimiz aynı tas aynı hamam devam etti.
Şimdiye kadar hiç duymadığımız konular işleniyor, tarih, coğrafya dersleri ile tanışıyorduk. Sınıfın iki duvarını aşan uzunluktaki “Tarih Şeridini” hayranlıkla izliyorduk. Matematik ve Türkçe derslerine çok önem veriliyor, konular, tekrar tekrar anlatılıyordu. Buna rağmen anlamayan arkadaşlarımız yine oluyor, öğretmen sinirden küplere biniyordu. Sınıfta çalışkanlar arasındaydım, anlatılanları derhal kavrıyor, tekrar edilmesine rağmen anlamayan arkadaşlara sinirleniyordum. Öğretmenimizin sabrına hayret ediyor, öğretmenlik yapacak kabiliyeti kendimde göremiyordum. Birçok arkadaşımız Öğretmen olmayı isterken ben sağlık memuru olmayı düşünüyordum.
Zaman bu şekilde akıp gitmiş, 4.sınıfı bitirmiş yaz aylarına gelmiştik. Nuri Yasal subay olmuş, Bahattin Pehlevan Cilavuz’dan tatil için gelmiş, Server Dinçer ile Emin Yasal Cilavuz’a gitmeye hazırlanıyorlardı. Yıllardır istediğimiz olmuş biz de araziyi satarak ailece Beykoz’a yerleşmiştik. Babam bakkal dükkânında çalışırken kardeşim Kemal ile birlikte Ahmet Mithat Efendi İlkokulu’na gitmeye başladık. Okul hayli büyük ve öğrencileri kalabalıktı. Kışın kaloriferler yanıyor, okul hizmetlilerce temizleniyor, bize sadece okumak kalıyordu. Biz de önlüklerimizi giyinmiş beyaz yakalarımızı takmıştık. Yakınlarımız dışında kimse giysimizden dolayı bizimle dalga geçmiyordu.
Orta, lise öğrenimleri geride kalmış İTÜ-Makine Fakültesine gidiyordum. Bir gün eve geldiğimde babamın yanında bir misafiri vardı. İsmail Meral adında, orta yaşlı deneyimli bir ilkokul öğretmeni hemşerimizdi. Tanışıp biraz sohbet ettikten sonra bana:
-Hem köy, hem de şehir okullarında öğrenim görmüş birisin, senden iyi bunu cevabını veren olamaz. Köyde okuluna çamurlu yollarda gittin, okulu ısıttın, temizledin ve okumaya çalıştın. Şehirde temizlenmiş, ısıtılmış okullara çamursuz yollarda gittin, hatta yemek de yedin ve okudun. Okular arasındaki bu büyük fark niye? Köy ve şehirdeki okullar aynı bakanlığa bağlı değil mi? Milli Eğitim Bakanlığı tüm okullarına aynı olanakları sağlamakla yükümlü değil mi? Fırsat eşitliği bu uçurumun neresinde? Diye sorunları sorarken ben de “Haklısınız Hocam da bunu yetkililere sormanız gerekir.”Demiş anılarını deşmiştim:
-Onlara da sordum, çare aramak yerine; Kominizim propagandası yapıyor diye beni sürgünlerle ödüllendirdiler diye derin bir of çekti.
Aradan uzun yıllar geçti, köprülerin altından nice sular aktı. Ancak köy okulları ile şehir okulları arasındaki fark bir yana, ülkemizde eğitimde yörelere göre farklılıklar oluşmaya başladı. Eskiden hükümetler değiştikçe Milli Eğitim politikası değişirdi, şimdi ise bakanı değiştikçe değişiyor. Yıllardır eğitim sistemi yerli yerine oturtulamadı. Her gelen burasını babasının çiftliği gibi yönetmeye başlıyor, sistem ve yönetmenlikler sık sık değiştiriliyor. Öğrenenin de, öğretenin de kafası iyice karışıyor. Neticede bırakın uluslar arası değerler yetiştirmeyi; ulusal değerlerimize saygısız, kaygısız robotlaşmış bir nesillere doğru hızla ilerliyoruz.
Şimdi de ilkokul öğrencilerinin kıyafetler tek tip mi, yoksa serbest mi olsun tartışmaları aldı, yürüdü. Tek tip veya serbest olsa ne yazar? Bunca yıldır, eğitimi sağlam bir temele oturmayıp, her aklına gelen altını oyarsa o binada temel mi kalır? Yap, boz örneği,”kaldır kaldırımı, indir kaldırımı.”.Binanın çatısı uçmuş, bizler kapı penceresiyle meşgulüz.
Bu vesile ile tüm öğretim emekçilerimizi en derin saygılarımla selamlıyor, dünyalarını değiştirmiş öğretmenlerime Ulu Tanrı’dan rahmet, hayatta olanlara sağlık ve mutluluklar diliyorum.
Sahilköy,17.07.2013
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.