Gümnâm
Kapım gürültüyle yumruklandığında kahvaltımı yeni yapmış Cuma’ya hazırlanıyordum. Gelen Halil ağaydı.
-Hala uyur musun be oğul? Kalk Cuma geçecek şimdi.
-Yok Halil ağa kahvaltı ediyordum.
-Hani bakayım. O kuru mısır ekmeğiyle ayrana kahvaltı mı diyorsun sen bre? Yürü takıl peşime sana diyeceklerim var. Hele sana iş buldum gibi.
-Peki ağam az bekle geliyorum.
Halil acımayla karışık gülümsüyordu. Mısır ekmeğiyle ayranı iki gün önce o getirmişti. İki gündür onları katık edip idare ediyordum. Aslında Halil ağa her gün yiyecek getiriyordu ama yaklaşık bir senedir artık gurur yapıyor, "Getirme, ben buluyorum bir şeyler diyordum". Halbuki onun getirdiklerinden başka bulabildiğim bir şey yoktu. Kırım savaşından sonra buralarda kıtlık başlamıştı. Zaten bulunduğum köyün imkanları belliyken, ekip biçenler de savaştan dönmeyince işler kadınlara kalmıştı. Babam da dönmeyenlerdendi. Annem doğumumda ölünce, babam askerlik görevini bırakarak köyüne dönmüş, bana hem analık babalık yapmıştı. Seferberlik ilan edilince de mecburen beni Halil ağaya emanet edip gitmişti.
Halil ağa devamlı "Gelecek baban, bak ağam dediydi dersin" diye beni ümitlendirmeye çalışsa da onun da artık dönmeyeceğini kabullendiğini hissetmeye başlamıştım. Artık çocuk değildim ve kimseye muhtaç olmamalıydım. Ama köydeki imkanlar da belliydi. Ya birinin tarlasında ırgat olacaktım, yahut karın tokluğuna sağda solda günü kurtaracaktım. Benim hayalimse İstanbul’a gitmek, bahriyeli olup Moskofla savaşma fırsatı bulmaktı. Tabi İstanbul’a gitmek için de para lazımdı. Halil ağaya fikrimi anlattığımda baştan karşı çıksa da, sonradan asker olmamın iyi olacağını düşünmüş olacak ki bana iş aramaya, sağa sola soruşturmaya başlamıştı.
Caminin avlusundaki çınarın altına oturup namazı beklerken Halil ağa anlatmaya başladı:
-Bizim Miha’yı bildin mi?
-Miha mı?
-Yahu Romen tüccar var ya kazıkçı Miha, en son geldiğinde heybe aldıydım ondan ceylan derisi dediydi, hınzır derisi çıktıydı.
-He bildim. Yakaladın mı bu sefer?
-Yakaladım gavuru. Yemin etti "Vallahi bana da ceylan derisi dediler" diye. Tam aldıydım elime meşeyi "Sen müslüman mahallesinde salyangoz mu satarsın" diye sopa çekecektim. "Dur sana bir haberim var" dedi aman diledi.
-Sopalamadın mı?
-Sopalamaz mıyım? Ama az sopaladım çünkü güzel bir haber verdi. Şabla köyünü bilir misin?
-Bilirim de, hiç gitmişliğim yoktur.
-Bahr-i Siyah’ın kıyısı. Yıllar evvel gitmiştim küçük bir balıkçı köyüydü. Savaştan sonra nasıldır bilemem. Ama Devlet-i Âliye savaşta oraya deniz feneri yapmış kocaman. Miha’nın dediğine göre fenerci bırakmış gitmiş. Yeni fenerci arıyorlarmış. Hemi de aylık beş mecidiye maaş.
-Beş mecidiye mi?
-Kalacak yerin de hazır.
-Ne..ne zaman başlarım ki?
-Miha gitti sabah. O söyleyecek Hacıoğlu Pazarcık köyünden buldum birini diye. Biz de yarın sabah koyuluruz yola olmaz mı? Rüstem ağanın atlarını isterim, bir günde varırız.
-Aman Halil ağa nasıl öderim hakkını?
-Sus bre, hocayı kızdırmayalım Cuma geçiyor.
...
Ertesi sabah horozlar öterken Halil ağa çoktan atları hazırlamış, kapıma dayanmıştı.
-Kalk bre tembel oğlan, hadi çalışmazsın ne zamandır, namaza da mı kalkmazsın bînamaz oğlan, kalk dedim, kıracağım şimdi şu çürük kapını da!!
-Bağırma Halil ağa heyecandan uyku tutmadıydı. Daha yenice daldıydım.
-Sus gavur oğlan. Halil ağan her bir şeyi halletsin, sen keyif yap bre utanmaz seni.
-Aman ağam deme öyle..
-Dur bakayım. Azarı yiyince nasıl da açıldı uykun.. ehhehhee... Hayy de kalk bakalım çıkalım yola.
-Atlar da pek diri maşallah.
-Rüstem iyi bakar bunlara, yemlerini hususi getirtir. Davran bakalım yarışalım Dmitri’nin değirmenine kadar...
...
Dmitri’nin değirmenine vardığımızda güneş de epey yükselmişti. Karnımız aç olmasına rağmen çok susamıştık. Atların da su içmesi gerekiyordu. Attan atladığım gibi çeşmeye dayanıp kana kana içmeye başladım. Birden Halil ağanın arkamdan asılıp çekmesiyle yere düştüm. Biraz şaşkın biraz kızgın çekiştim:
-Ağam ne yaparsın, su içene yapılır mı bu?
-Asıl sen ne yaparsın ahmak oğlan?
-Ne yapmışım, su içerim kendi halimde.
Halil ağa sakalımdan bir tel koparıp suya attı. Ardından kendi sakalından ve atların kıllarından da birer tel koparıp aynı şeyi yaptı ve bağırdı: "-Sana yağlık, bize sağlık atam!". Etrafına tedirgin bir şekilde bakındı. Sonra atları yalağa yaklaştırdı. Ben yapılana bir anlam veremeden oturduğum yerden izliyordum. Elimden tutup kaldırdı. Sessizce kulağıma eğildi.
-İye hakkı nedir bilmez misin?
-İye hakkı mı?
-Şşş...Belli oldu senin neden iflah olmadığın. Baban da mı öğretmedi gitmeden evvel. Ah ulan Ali, sen Kırım’dan bir dön de sorarım sana. Hadi babanı bırak benden de mi görmedin hiç.
-Ne görecektim ağam?
-Hey gidi ben bir de bu oğlanı tek başına oralarda nasıl bırakırım?
-Bak oğlum, böyle dereden çeşmeden su içmeden evvel o suyun iyesinin hakkı verilir. Yola çıkmadan evvel yere bir çember çizdim üç kere tükürdüm onu da mı görmedin?
-Görmedim ağam.
-Be hey saf oğlan. Nasıl yaşadın bunca sene. Atalar, analar uğramamış Allah’tan sana.
Biraz sinirlendim. Koskoca adam bana peri masalları anlatıp beni çocuk gibi azarlıyordu. Dayanamadım çekiştim:
-Kim derdi ki koskoca Halil ağa perilerden korkar.
Lafımı bitirmemle tokadın suratıma inmesi bir oldu. Sonra biraz mahcup bir edayla başını eğdi. Çeşmeden biraz su alıp yüzüme sürdü:
-Suç senin değil. Kusura bakma oğlum. Ama söylediklerine dikkat et. Suyunu iç ben de şuraya sofra kurayım bir kaç lokma yiyelim. Hem de konuşalım.
...
Bahar olduğundan dereler taşmış yollar batak olmuştu. Mecburen Balçık üzerinden dolaşmak zorunda kaldığımızdan yolumuz da uzadı. Ama Halil ağaya göre yolun uzaması iyi oldu. Çünkü anlatacaklarını daha rahat anlatacaktı ona göre. Bundan sonra farkettim ki Halil ağa her çeşme de aynı şeyi yapıyor, her yol ayrımında bir çember çizip üç kere tükürüyor, her ormanın kıyısında konakladığımızda bir parça ekmek bırakıyordu. Halil ağanın atalardan ve analardan bahsetmişti yol boyu. Dediğine göre insanlardan çok önce onlar varmış, insanlar eskiden birlikte yaşarlarmış, ama artık iyice gözden ırak olmuşlar. Yine de aynı ormanı, aynı köyü, hatta aynı evi paylaşırlarmış bizimle. Yediğimiz ekmekle içtiğimiz suyu bile onlara borçluyuz dedi Halil ağa. Baştan biraz ürksem de anlattıkça söylediklerinin deli saçması olduğu kanaatine vardım. İyiydi hoştu ama iyice bunamıştı Halil ağa. Onun da oğlu dönmemişti Kırım’dan. Belki de onun üzüntüsüne iyice böyle şeylere takmıştı kafayı. Sonra ağaçların arasında yaşlı bir kadın gördüm. Halil ağaya seslendim:
-Allah allaaah?
-Ne oldu bre?
-Şu ihtiyarı Dmitri’nin değirmeninin orada gördüğüme yemin edebilirim.
-Hangi ihtiyarı?
-Şuraya doğru gitti ormana.
-Na..na..nasıldı anlat bre anlat?
-Ne nasıldı ağam, buruşuk kambur yaşlı bir kadındı işte, al bir yazma vardı başında.
Halil ağanın yüzü bembeyaz oldu, elleri titremeye başladı. Yüzüme boş boş bakıyor bir şeyler düşünüyordu. Sonra bağırdı:
-Mahmuzla atını, hızlanıyoruz. Allah’ım koldaşım ol.
Balçık’ı ve Kavarna’yı dörtnala geçtik. Gece yarısını geçerken artık atlar çatlamak üzereydi ki Şabla’nın ışıklarını gördük. Yoldayken ben iki sefer daha ihtiyarı gördüğümü sandım ama Halil ağaya ses etmedim. Bir süre sonra köyün ışıklarını kaybettik. Halbuki çok yaklaşmış olmalıydık. Yanlış bir sapağa mı girdik diye Halil ağa dört beş kere geri dönüp kontrol etti. Ancak tek yol vardı. Halil bir yandan dualar okuyor. Bir yandan da çevreyi kolaçan ediyordu. Bu sıtmalı hali beni de epey germişti.
-Devam edelim ağam yolu takip edelim.
-Yolu şaşırtıyor bize. Sabaha ne kadar kaldı acep?
-Kim şaşırtıyor ağam?
-Hala soruyor musun?
O esnada ormanın içinde ağaç büyüklüğünde bir karaltının hareket ettiğini gördüm. Ayaklarımdan, saçlarımın ucuna kadar titredim. Halil ağaya parmağımla işaret ettiğimde Halil ağa olduğu yerde donakaldı. Ağzından fısıltıyla bir kelime döküldü:
-Şürele !!!
====================================================>>>>>>>
YORUMLAR
Anlatım dili de kurgu da çok başarılı. Sürükleyici. Sitede çok sık yazı okumuyorum gerçi ama denk geldiklerim arasında bence öykü dilini iyi oturtanlardan birisiniz. Keyifliydi.
Ve 2'den gelince aklım biraz orada ki sonda kalarak okudum. Devamını merak ettim.
Emeğinize sağlık.
grafspee
Ne oldu şimdi yav?
Devamı olacak herhalde...
Çok hoş ve akıcı cümlelerdi.
Hikayeyi sarıp sarmalayan gizem de gerçekten tadı tuzu olmuş olayın.
Güzeldi valla...
grafspee
:) senin bu hikayeleri filme çekseler keşke Türk Korku sineması gerçekten korkutur hale gelir