- 693 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇIRAK ARANIYOR
1971 yılında yayımlanan ’Kuş Tufanı’ adlı kitap, yetişmekte, yolunu aramakta olan, kendinden önceki şiir birikimini özümlemeğe , onu aşmağa çalışan bir şairi haber veriyordu bize, toplumcu şair Refik Durbaş’ı. Üç yıl sonra piyasaya çıkan ’Hücremde Ay Işığı’nda ise 12 Mart 1971’le başlayan korkunç baskı döneminin akıllarda ve yüreklerde bütün ağırlığı ile duran, henüz bastırılmamış, düşünce süzgecinden geömemiş acısı, kini, hüznü vardı. ’Her sabah merhaba diyen ölüm’, ’adresi olmayan zulüm’, ’kin bağlamış yürek’, ’fırtınası çalınmış umut’, ’ölüme adanmış kalp’,’zincirleri tutuklu rüzgar’ gibi imgeler örüyordu ’Hücremde Ay Işığı’ndaki şiirlerin dokusunu. İşte kitaba da adını veren o güzel şiir:
Sesimi sesinin üstüne koyma
kara gecede,karanlıkta, acılı
yüreğimde yeşerdiyse de alevi ölümün
kan boğmadı daha korkuyu
kırılmadı kin ve öfkenin fidanı
Sesini sesimin üstüne koyma
ağzımda prangası tutuklu rüzgar
Yanlış arama ölümden başka
kurşuna dizilen resimlerde
acıyla örülmüş cesetler
ve ağlıyorsa hücremde ayışıği
üzgün değilim, hüzünlü asla
Yanlış arama ölümden başka
sırtımda falakası tutuklu rüzgar
Yüreğimde mezarlar açma artık
kazıdım hücremin duvarına çünkü
zamanı kucaklayan öfkemi
acıdan üretilen sesimi
gençliği damıtılmış günlerimi
Yüreğimde mezarlar açma artık
elinde kırbaçları tutuklu rüzgar
Çıplak taş, demir kapı, sessizlik
korkuyu mu bekliyor o nöbetçi
niçin hiç konuşmuyor yıldızlar
şafak söktüyse nerde kar filizleri
uyusam uyansam her yerde bahar
Çıplak taş, demir kapı, sessizlik
sesimde zincirleri tutuklu rüzgar
Tek değilim artık, çoğaldım ölüme
deli rüzgâr, çıplak suyun rahminde
artık ne hücrem, ne yalnızlık
eskisinden düşmanım karanlığa
ama hâlâ yanıyor yüreğimde işkence
Tek değilim artık, çoğaldım ölüme
yüzümde kelepçesi tutuklu rüzgâr
-Söyle kim hak kazandı ölüme
1978 yılında piyasaya çıkan kitabı ’Çırak Aranıyor’ daysa artık kendi sesini, kendi yolunu, kendi şiirini bulmuş bir şairin yanında, tarihi, coğrafyası, insanı, türküsü, şiiri, günlük yaşamı, zorunlu gurbetleri, sevdası ile Anadolu var baştan aşağı. Somuta ulaşmış, artık insanlarının acılarına eliyle dokunuyor olmanın güvenini duyan, bunun tadını çıkaran bir şair var. İmgeyi, dili ve anlatımı somut yaşamın potasında eritmesini başarmış bir şair. İmgenin, dilin ve anlatımın birbirinden ayrı şeyler olmadığı, tersine birbiri içinde erimiş bir halde şiirsel bir yapıyı oluşturduğu şiirler.
Durbaş’ın şiir dilini yapan ögelerden biri, onu eski şiirin rüzgarına bağlayan, tarihle,Osmanlı şiir dili geleneğiyle birleştiren sözcüklerdir.
Örneğin. ’Sayısız hamd ve minnet bir avuç topğrağı / can ışığıyla süsleyen halka yaraşır’der o. Halktan söz ederken, ’Bin ölür yüz bin dirilir / Rahmeti tükenmez’der. Şairin en sevdiği sözcükler, hüzün, hicran, zulüm, mülk, sultan gibi onu Türk şiir geleneğinin bir koluna bağlayan sözcüklerdir.
İşte Kitabe adlı o güzel şiiri:
Sayısız hamd ve minnet bir avuç toprağı
can ışığıyla süsleyen halka yaraşır. Çeliğin
bedenindeki ateşi üfleyen, suyun pamuğunu
dokuyan, kömürü karanlıkta avlayan odur.
Zulmün kahrıyla boğup şafağın kandilini yalnız
o yakar.
Acı ve hüzünle yazılmıştır tarihi
Hıyanetin akları ulaşmaz alınyazısına.
Dağlardan zemheriyi, denizlerden rızk ve eceli,
uzun gurbetlerden bereketi çalandır o. Onun
ellerinde yumuşar sonsuz göklerin ve kudretli
çağlayanların ölümsüz mermeri.
Kıyım ve hicranla yazılmıştır tarihi
başka azığı yoktur, sadaka
kabul etmez. Ama hükümranıdır zamanın
boyun eğse de sabaha, kölesi olsa da akşamın.
Tevekkül ve acıyı kendine, kendini kadere
bağışlar diye bilinir taş baskısı hüzünlerde.
Zulüm ve isyanla yazılmıştır tarihi
Bir gün düşkünlük tandırında kordur yüreği,
bir gün atlas sofralarda katığı çürümüş somun.
Can süzülmüş diye bilinir hasretinden,
gurbet sılasına karışsa da, söz çalınmıştır ağzından.
Sessizliğiyle sarsar cihanın bedenini.
Sevda ve kaderle yazılmıştır tarihi
Toprağın harcındadır,
suyun rahminde
ateşin soluğunda.
Yıldızla da konuşur,
bulutla, rüzgarla da.
Bin ölür yüz bin dirilir
Rahmeti tükenmez
Umut ve sevgiyle yazılmıştır tarihi
Emeğin, onurun, inancın hazinesi onun
mülkündedir; yalnız odur aşkın, acının
ve sevginin sultanı
Şairin şiir dilinin özelliklerinden biri, doğrudan halk dilinden kaynaklanan sözcük ve deyimlerdir: ’garibin şoförler’, ’zula’, ’iş gani’, ’parada bereket’, ’gibi kullanımlar, ’meğer ne çok hisli sevmişim ben seni’ gibi bir dolmuş şarkısında dile gelmiş bir halk duygulanımını anımsatan dizeler, onu halkın günlük diline bağlar. Böyle olunca, bir çırağın futbol merakını; ’gözbebeğimde Cemil kalecilerin korkulu rüyası, her maçta üç çeken’ dizesinde; ya da sevdasını ’Akşam sekizde, otobüs durağında ama ablamı ekersem’ dizesinde dile gelmiş görünce yadırgamayız. Hemen arkasından gelen ’ve patlıyor birden ağzındaki ciklet’ dizesi kız görünümünü daha bir somutlaştırır gözümüzde.’Kampana’
adlı şiiri bu söylediklerimin güzel bir örneğidir:
Gün doğmadan açıyorum dükkanı
kuşlar uykuda daha, ağaçlar uykuda, yüreğim uykuda
ağzımda akşamdan kalma kıyak bir cigara
kulağımda elektrik zilleri, sirenler
– Usta çayı demledim, bakır tavında
Bingöl’den geleli dört yıl
fincan kadar bir dükkan
işliği giy
ortalığı süpür
tezgahı düzenle
En tiz çan bakır, kalay ve fosfattan dökülür
fil kadar çanlar dökmüş ustam
biri Galata’daki büyük kilisenin avlusunda
biri bizim orda Güllübağ istasyonunda kampana
biri Fatih-Harbiye tramvayında
biri solgun bir fesleğen gibi duruyor
ustamın çocukluk anılarında
(En çok bu canı seviyorum nedense)
Her gün öğle paydosunda bu canı anlatıyor ustam
askerden daha yeni gelmiş o zaman
bileğinde bir döğme ki hala durur
bir mavi ejderha, sular içinde, kolları arasında bir kadın
gövdesi ejderha, başı aynı insan sureti
askerliğinden kalan tek hatıra
o zaman elektrik nerde, sirenler nerde
iş gani, parada bereket, gücü kuvveti yerinde
körüğe bastıkça, örse vurdukça genişliyor dükkan
sanki Kızılırmak’tır, tarihi şanlı Toroslar, sanki Haymana ovası
sınırsız boşluğunda bir güz sabahının
Bir günde dökermiş fil kadar çanı derler
Şimdiyse küsmüş bakıra, kalaya, fosfata, kömüre
çekice, eğeye, tuza, keskiye, örse, ekmeğe
ışıl ışıl bir sevince, alınterindeki rüzgara
seste yansıyan cevhere
öfkeye
Şimdiyse yırtık bir resim gibi rafların rutubetli kokusunda
Bingöl’den geleli dört yıl
çekicin sapı kırık
ustanın gönlü
sanırsın çan değil döktüğü bir küskünlüğün izdüşümü
Tuvalet penceresinin karşısı koca bir han
çoğu terzi, konfeksiyoncu, ütücü bir sürü kız
ne zaman pencereden baksam saçlarını tarıyor biri
hafifçe dizleri açılmış birinin, yüzünde bir dalgınlık esintisi
bana mı bakıyor içimdeki suya mı düşüyor ağzının gölgesi
biri sürfüle mi, teğel mi ne, elinde iğneler, iplikler, yüksükler
soluk bir çay bardağına damlıyor alınteri
usulca bir cigara yakıyorum
gözbebeğimde Cemil, kalecilerin korkulu rüyası, her maçta üç çeken
gözbebeğinde Türkan Şoray, Fatma Girik, Arzu Okey
en çok da Gökben bir şarkıda:
“Ben dün gece bir rüyada
Yaşıyordum sanki
Dansettim kollarında
Genç kızlar dolandı
Sağında solunda
Sen ise beni seçtin
Cennete döndü dünya”
Bir cigara, bir cigara daha
zülfünü okşayıp işareti çakıyor hemen
“Akşam sekizde, otobüs durağında ama ablamı ekersem”
ve patlıyor birden ağzındaki ciklet
Ustam çok kızıyor böyle sık sık tuvalete gitmeme
bu yaşta cigara, ciğerlerin zift tutacak, ben askerken
öksürüğü geliyor derinlerden
Bingöl’den geleli dört yıl
dişleri aşınmış eğenin, tutmuyor kerpeten
aşınmış yüreğimdeki uluzgar
sanırsın çan değil döktüğüm bir özlemin izdüşümü
En tiz çan bakır, kalay ve fosfattan dökülür
fil kadar çanlar dökmek istiyorum
hiç olmazsa bizim orda Güllübağ istasyonunda kampana kadar
ama hep aynı kömür yanıyor ocakta
hep aynı öksürük, aynı ses ustamın puslu anılarında
sanki hiç Fener – Beşiktaş maçına gitmemiş
hiç film görmemiş Türkan Şoray’lı, Ayhan Işık’lı, Arzu Okey’li
hiç ağlamamış Orhan Gencebay’ı, Selahattin Cesur’u dinlerken
(Akşam Orhan Gencebay’ın “Dertler Benim Olsun”
pilağını alayım
bir de resmini aynanın kenarına asmak için)
Hiç sevgilisi de olmamış galiba bir otobüs durağında bekleyen
En tiz çan bakır, kalay ve fosfattan dökülür
davara tak dağlardan dağlara ulaşsın sesi
paytona tak şeneltsin yolları sesi
arabaya tak hele bir de yanında mavi boncuklar olursa
trene tak bir gurbetten bir gurbete dolaşsın sesi
ama hep aynı cevher süzülüyor alınterimden
aynı uluzgar çekicin suyunda, alevin yalazında, pazularımda
Fincan kadar bir dükkan
ocağı yak
madeni hazırla
ateşi körükle
bağlanmış bir kez nasibim, zor zanaat
vuruyorum vuruyorum vurdukça büyüyor avuçlarımda nasır
daha yeni terlemiş bıyıklarım
büyüyor kollarımda sapına sevgilimin adını kazıdığım çekiç
vurdukça büyüyor sabır ve küçülüyor nedense sefertasımda lokma
Bingöl’den geleli dört yıl
-Usta çayı demledim, kalay tavında
Bingöl’den geleli dört yıl
telsiz duvaksız bir külüstür ocak
körüğü pas tutmuş bir usta
sanırsın çan değil döktüğü bir yangının izdüşümü
Gün batarken kapıyorum dükkanı.
Şairin bir yandan geleneksel divan ve halk şiir diline, bir yandansa günlük canlı dile yaslanarak bize ilettiği öz ise, tarihi ’acı ve hüzünle hüzün ve isyanla, umut ve sevgiyle ’ yazılmış olan, ’Emeğin, onurun, inancın hazinesi onun / mülkündedir;yalnız odur aşkın, acının/ ve sevginin sultanı’ dediği halktır; ölümün anayurt olarak ’hala aradığı’ topraktır;bu toprakta ölüm, işkence, yoksulluk ve gurbet pahasına sömürüye karşı savaşım veren insanlardır. ’Bir Dağ Yamacında’ adlı şiirde ’Bedeninden elektriğin ve ihanetin ağır ağır aktığı’ işkencede bir insan olur; ’arkası kuşlu bir aynada’saçını tarayan, emeği çalınmış,’gece vardiyasında davul zurna ve halaylarla birden patlayan bir grevde’ ki işçi olur; ya da gazetelerde ölüm ilanı yayımlanan bir devrimci olur bu insanlar:
Ölüm ilgilendirmiyor artık seni, cinayet
ilgilendirmiyor
bir dağ yamacında, pınarlar kadar
berrak bir şafakta
köylüler geçiyor Zap Suyu’ndan ve
Tanıyor seni
işçiler geçiyor Eyüp’ten, Kartal’dan
ve tanıyor seni
ölüm geçiyor atardamarlarından ve
tanıyor seni
kuşların, ağaçların, toprağın sesini
dinliyorsun
ölüm ilgilendirmiyor artık seni,
işkence ilgilendirmiyor.
ışıklar içinde yüzün
yüreğinde tarifsiz bir telaş
sabah, vardiyadasın bir dokuma tezgâhında
öğle, bir yürüyüştesin pankartlar
afişlerle dalga dalga
akşam, nöbetini tutuyorsun bir grev
çadırında onurun
rüzgâr tanıyor seni
bulut tanıyor
elini uzatıyorsun bir dağ yamacında,
bir kolun kesik…
bir mermi daha sürüyorsun ve
basıyorsun tetiğe
bir dağ yamacında, yüreğinde
tarifsiz bir telaş
ölüm de tükenmiş ölümsüzlük de,
kolun kesik değil ama…
’Hep acı, hep keder, hep yalnızlık bana kalır. Dilimde bin bir küfür, yüreğimde bin bir acı ölüm gezen yollarda sarhoş dolanır dururum. Sevda ne yanda, sevgili ne yana gider. Gurbet bana kalır, hasret bana düşer. Vuslat ne yana gider. Hicran bana kalır’ diyen toplumcu şair Refik Durbaş’ı anlatmaya çalıştım sizlere. Yazımı ’Çırak Aranıyor’ adlı şiiriyle bitirirken bu büyük ustayı sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalmızlık hep bana
Bana mı düşer usta?
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.