- 1276 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
ÖLÜ YAZ
Ölüler dolaşır mı bilmem ama aylardır bir ölü gibi dolanıyorum. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Tatilde Sartre’nin Varlık ve Hiçlik’i dâhil okumayı tasarladığım birçok kitap vardı. Neredeyse hiç birini okuyamadım. Okusaydım da herhalde anlamazdım. Öyle bir yılgınlık ki dışarı çıkınca çay evinde oturup çay içmekten ve sigara tüttürmekten başka yaptığım hiçbir iş yok. Denizin ve yeşil alanların olmadığı güneydoğunun bu sıcak ilçesinde kendini dışarı atan herkes bir ağacın gölgesine doluşan koyun sürüsü gibi biraz serinlemek için birkaç çamın olduğu çay bahçesinde toplanıyor. Her gün elime okurum diye “Madam Bovary” romanını alarak çay bahçesinde saatlerce oturuyorum. İki ay boyunca tek bir sayfasını okumadığım bu kitabı yanımda taşıma garabetini yaşadım. Hala Emma pencerede, genç Leon’u perde ardına saklanarak izliyor. Ayraç bile yerinden sıkıldığı halde nasıl oluyorsa oturur oturmaz ellerim telefona varıyor. Haber sitelerinde Allah’ın belası Fetö’nün yeni bir pisliğini ve diğer teröristlerin tonlarca bombayla katlettiği asker ve polis haberlerini okuyorum. Güzel ülkemin merhametini ve sağduyusunu kaybeden insanlarının bizi soktukları şu hale kahroluyorum. Yüzümün donuk bir hal aldığını hissedip biraz kafa dağıtayım diye sudoku çözmeye başlıyorum. O da sıkkınlık verince tekrar haberleri okumaya dönüyorum. Bunu yapmamın bir sebebi de kardeşimin haksız yere öğretmenlikten atılması. Sırf onların bankasında hesabı olduğu için hesapta para olmadığı halde savunması bile alınmadan mesleğinden oldu. Dua ve ümitten başka yapılabilecek hemen hemen hiçbir şey yok. Kardeşimin ağlamaklı ve yılgın hali sürekli gözümün önünde canlanıyor. Her gün ona teselli ve moral verdiğimiz halde yine de intihar etmesinden korkuyorum. İntihar etmese bile ömür boyu sürecek psikolojik bir hastalığa yakalanması an meselesi. Aynı durumun ondan başka on binlerce insanın başına geldiğini, sabretmesini ve güçlü olmasını telkin ettiğimiz halde depresif duygulardan bir türlü çıkamadı. Öğretmenlikten başka bir becerisi olmadığını benim bildiğim gibi o da biliyor. Gidip geliyor “Niye bizimle uğraşıyorlar?” diyor. Bilmiyorum ve de anlayamıyorum.
Artık televizyonlara İnsanın içini ferahlatacak neredeyse hiçbir haber yansımıyor. Neredeyse kelimesi bile fazla. Sürekli aynı olumsuz habere maruz kalmak darbeli matkap sesini saatlerce dinlemek gibi insanın beynini allak bullak ederek huzurunu kaçırıp umudunu bulandırıyor. Sıradan cinayet haberlerini bile özlemiş olmanın saçmalığının farkındayım. Cinayetler hiç işlenmesin tabii ki. Ama Türkiye’nin eskisi gibi nispeten sıradan gündeme sahip olmasını temenni ediyorum. Birden sıcakların gözkapaklarıma yüklediği uyku bastırıyor. Uykuyu kovmak için bir çay daha istiyorum. Çaycı “Açık çay getiriyorum abi!” diyor. Bu sözler pek hoşuma gitmiyor aslında. İnsan sıradanlaştığının farkına varıyor. Tıpkı parkta dolaşan yaşlı deli gibi söyleyeceğim her şeyi başkasının kestirmesi kolay. Sanırım onun da gidecek başka yeri yok. 42 dereceyi geçen sıcağa rağmen ceketini ve kasketini hiç çıkarmıyor. Altmış yaşlarında ve sürekli sırıtıyor. Oralardaysa masama ağır ağır yaklaşıp Zeki Müren’e benzediğimi söylüyor, sonra Bülent Ersoy’dan ve Hülya Avşar ‘dan da bahsediyor. En son Banu Alkan’ın kendi deyişiyle banyodaki bacak omza hareketinden bahsedip bir sigara istiyor. Sigarasını alınca sallanarak gidiyor. Gözlüklüleri Zeki Müren’e, esmerleri Bülent Ersoy’a, sarışınları Hülya Avşar’a benzetiyor. Her gün aynı muhabbet, kafasındaki işlek olan bütün kelimeler bu kadar. Onun eskiden devlet demiryollarında memur olduğunu söylüyorlar. Geçen kafayı nasıl yemiş olabileceği konusunda tahmin yürüttüm. Eğer bir tren çarpmamışsa ya da trene binip bir daha dönmeyen bir kıza ilk görüşte âşık olup yıllar boyunca olmayacak olanı beklememişse başarısız bir evlilik geçirmiş olmalı diye düşünüyorum. Belki karısı onu memnun etmemiştir. Sonra seksenli yılların sinemalarında çok porno izlemiş olmalı mutlaka. Evet, öyle olmalı. Karısının onu terk etmiş olması olasılıklardan en güçlü olanı. Sonra büyük hedefine varamadığı gibi elindekini de kaybedince beyninde sürekli “seni aptal” diye yankılanan sesin esiri olmuştur. Önce karısını sonra memuriyetini kaybetmiştir diye düşünüyorum. Gerçek, bundan tamamen farklı da olabilir, kim bilebilir! Fakat her olayın sonucu aynı zamanda başka bir durumun sebebi. Tarih böyle işliyor. Domino taşlarının devrilmesi gibi bir sebebin başka bir sebebi tetiklemesiyle geri alınmaz noktalara vardırıyor bizi tarih. Olumlu bir sebepten olumlu veya olumsuz sonuçlar ya da olumsuz bir durumdan da aynı şekilde olumlu veya olumsuz sonuçlar çakabiliyor gerçi. Fakat büyük hatalar büyük mağduriyetler oluşturmadan olumlu sonuçlar çıkarmıyor ne yazık ki. Bu kadar mağdur insanı görünce ne kadar çok olumsuz şey yapılmış diyorum.
Bir gün her zamanki gibi okumadığım kitabımı alıp akşama yakın eve döndüm. Apartmana giriyordum ki giriş katından bağırış sesleri geldiğini duydum. Girdiğimde abartılı bir şekilde makyaj yapmış 15-16 yaşlarındaki bir kızı iki genç kızın aralarına alıp 2 nolu daireye sokmaya çalıştıklarını gördüm. Kız direnince ağabeyi olduğunu tahmin ettiğim otuz yaşlarındaki bir genç içeriden çıktı. Kızı saçından tutup içeri çekmeye başladı. Kız bağırıp “Beni rahat bırakın, bana dokunmayın!” diye çığlıklar attı. Adam tekme tokat dövüp “Gir içeri namussuz!” diyerek kızı içeri sokmaya çalıştı. Kız kendini yere atarak uzun süre direndi. Adamın son haddine varmış sinirini gördüğüm halde müdahale edip etmemekte kararsız kaldım. Daha sonra cesaretimi toplayarak adamı kolundan tuttum, “Kardeş sakin ol” diyerek sakinleştirmeye çalıştım. Adam, sen karışma manasında ters bir bakış fırlatıp kızı koltuk altlarından tutarak zar zor içeri soktu. Kapı kapandıktan sonra bağrışmalar devam etti. Yapabileceğim hiçbir şey olmadığını biliyordum. Eve çıkıp zile bastım. Kapı önündeki yabancı ayakkabılar dikkatimi çekti. Eşim içeride misafir var, diyerek beni oturma odasına aldı. Odadaki muhabbet kuşumuz Pırpır’ın kafesinde sabırsızca döndüğünü görünce dayanamayıp kafesin kapısını açtım. Her zaman aynı şekilde açar açmaz kendini dışarı atar, uçup kafama konar. Sadece kendi aynasına ve de kafalarımıza konuyor. Saçlarla oynamayı çok seviyor. Bazen kafama pisletse de doğrusu hoşuma gidiyor. Sakalımı çekiştiriyordu ki dış kapının açılıp sonra kapandığını duydum. O esnada eşim içeri girip anlatmaya başladı. Gidenin komşumuz Bircan olduğunu, kadının dert yanmaya geldiğini söyleyip durumun ayrıntılarını anlatmaya başladı. Kocasına namussuz bir kadın dadanmışmış. İkide bir arayıp kocasının kendisiyle ilişki yaşadığını ve onunla evleneceğini söyleyip duruyormuş. Adam bunları sürekli inkâr ediyormuş tabii. Ama ne telefon numarasını değiştirmeye ve facebook hesabını da kapatmaya da yanaşmıyormuş. Karısı savcılığa şikâyet edelim deyince sürekli il merkezine gitmek gerekeceğinden bahsedip kadını vazgeçiriyormuş. Kadın devreye kardeşlerini ve babasını sokmuş, adam hepsine küfürler yağdırıp yüzlerine telefonu kapatmış. Şimdi eve de uğramıyor ve telefonu açmıyormuş… İçinde mutlaka birilerinin mağdur olduğu böyle acıklı hikâyeleri duymaktan nefret ederim. Ayrıca burada bana verilen bir mesaj olduğunu bildiğim halde hiç çaktırmadım. Kafamı sallayıp yazık, diyerek eşimi rahatlatmaya çalıştım. Telefonu açıp adamın facebook profiline göz attım. Özgürlüğün rahatlığından bahsedip İzmir’e gidiyorum diye durum paylaşmış. İşte gitmiş, diyorum. Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok.
Pırpır’ı kafamdan indirip işaret parmağımın üstüne almaya çalışıyorum. Beş yaşındaki oğlum kuşun tırnakları batıyor diye kafasında şapkayla yanımıza geliyor. Pırpır şapkaya konup kendince bazı kelimeler geveledikten sonra soluğu pencerenin sinekliğinde alıyor, tülün üstünde gagasıyla küçük küçük delikler açıyor. Kaşıkla tünel kazan tutsaklar gibi kaçmaya çalışıyormuşçasına her gün biraz daha delik açıyor veya önceden açtığı deliği genişletiyor. Ben de onun konduğu yerin biraz üstünde kalan, kemirmeyi kafaya koyduğu bölümlere koli bantı yapıştırıyorum. Dışarıda yaşayabileceğini bilseydim onu çoktan dışarı salmıştım. Şimdi İzmir yolunda olan komşumuz öyle yapmış. Doğaya salalım da özgür olsun deyip kafesi açıp kuşun apartmanlar arasında kayboluşunu izlemiş. Bilmiyor ki ne doğa var ne de özgürlük. Zavallı kuş, Allah bilir hangi kedinin midesine inmiştir! Şüphesiz insan bir yılan kadar bile doğaya yakışmıyor. Ama özgürlük en çok insana yakışıyor. Belki de bu soyut kavramı insan bulduğu için bize öyle geliyor. Neyse, Pırpır omuzuma konup sakallarımı çekiştiriyor. Körleşmeye yüz tutmuş dudaklarımın çevresindeki bazı kasların canlanma isteğini seziyorum. Hangi hormonlar salgılanıyorsa bir sıvı bütün gergin kaslarımı dolanıp yumuşatıyor. Oğlum da gelip üstüme atlıyor, kuş bir kafadan başka kafaya uçup duruyor. Kafasını aşağı-yukarı sallayarak duyduğu bazı kelimeleri telaffuz etmeye çalışıyor. “Canım” deyince bize çok komik geliyor. Birden hanım sesleniyor “Sabah suyuna ilaç damlattın değil mi?” “Evet” diyorum. Bu kuş sanki üçüncü çocuğumuz oldu. Bu şirin varlıklar insanın içinde anne merhametine benzer bir duygunun tomurcuklanmasına sebep oluyor. Bazen düşünüyorum da başta teröristlere, cani ruhlulara, vicdansızlara, tek benim söylediğim doğrudur diyen cahillere, adaletten sapmış insanlara, sonra herkese kuş ya da herhangi bir evcil hayvan besleme zorunluluğu getirilirse huzurun bütün çarkları yerine oturacakmış gibi geliyor. Çünkü merhamet oldu mu adaletsizlik olmaz, olmamalı. Toplumsal huzurun harcı ise adaletten başka bir şey değil. Adalet huzura, huzur ise barış ve mutluluğa götürdüğüne göre diyorum ki “Daha iyi insan olmak için haydi kuş besleyelim!”
YORUMLAR
yıllar önce bizim de Şeker'imiz vardı. tatlı, şımarık ve evlattı. yaz tatilinde annemlere götürüp bir akşam kafesini balkonda unutuşumu asla affedemiyorum. insan evladını nasıl unutur? her hatırladığımda göğsüm daralıyor. ondan sonra başka Şeker'ler edinmeye çalıştık. sanıyorsun ki kuştur tutar diğerinin yerini. olmadığını anlıyorsun.
yaz üstümüze ölü toprağı serpti sanki. bir silkinsek...
Yahya Oğuz
Ebedi yaşamak için ölmek gerek, ister bedenli dünya yaşamında, tefekkür edip, varlığının denizinden dalgalar gibi olduğunu, dalga boyu ve derinliği kadar anlam ifade ettiğini,
ya da ruhun bedeni ölümle terkedince latif boyutta yaşama gecince anlarsın,
Hayat an an dalgalar şeklinde akmaktadır, ister dalganı geç ister dalgalan geç, tebrik eder, mutlu bayramlar dilerim.