- 686 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HAL VE GİDİŞ PEKİYİ
HAL VE GİDİŞ PEKİYİ
Okullar açıldıktan ve öğretim yılı hazırlıkları tamamlandıktan sonra naklen gelen öğrenciler gözümü korkuturdu. Hele ikinci dönem olursa bu geçiş, özellikle veli karabasan gibi düşer gündeme.
Çocuk birinci dönem sonunda karneyi alır, eve gelir. Anne baba bir gün olsun okula gitmez, veli toplantılarına katılmaz, sonra da karnede baştan aşağı davranış notlarını, hatta bütün dersleri beş olarak görmezse hayal kırıklığı yaşar. Yakın komşu, akraba çocuklarıyla kıyaslanır, karneler karşılaştırılır, çocuğunun elinden çekiştiren veli soluğu okulda alır.
Sonuç değişmedi mi? Okuldaki diğer öğretmenler düşünülür, nasılsa okulda başka şubeler de vardır. O da olmadı yakın çevrede bir başka okula çocuğunu naklettirmek ister büyükleri; zararını yararını tartmadan, düşünmeden. Ne öğretmen, ne arkadaş, ne çevre, ne de okul beğendirmek olasıdır bu velilere. Çocuklar her gittiği sınıfta yeni arkadaşlar edinip, öğretmenini sevse de, çevreye uyum sağlayıp okulu benimsemiş olsa da bu kaprisli büyüklerinin ellerinde sonbahar yaprakları gibi savrulur durur. En kötüsü de öğretmenleri çocuğun yanında çekiştirilir, bire bin katarak kötülenir, yerden yere vurulur.
İncir çekirdeğini doldurmayan bir nedenle başlar tartışmalar. Yok, arka sıraya oturtmuş, bayramlarda, kutlama törenlerinde şiir okutmamış, sınıf başkanlığına seçmemiş, oyunlarda hep ebe olurmuş. Daha neler… Bir de öğrencinin karnesinde bütün notları (5 ) pekiyi değilse, vay haline o öğretmenin.
Tayin ve ev taşıma zamanı olmadığından, yıl ortasında, ikinci dönem başında okula nakil gelen öğrencinin durumu, velinin genel görünümü üç aşağı beş yukarı budur.
O yıllar karnede davranışlar bölümü “hal ve gidiş, temizlik, intizam, diş koruma” gibi kısa, az, öz başlıklarla adlandırılırdı. Sonraları “başkalarıyla birlikte çalışabilme, grup içinde sorumluluk alma, aldığı görevi yerine getirebilme” gibi uzun, okumaya üşenilen sözcükler öbeği görünümünde olunca, başarı ortalamasını da etkilemediğinden, dikkate alınmaz olmuştu bu notlar.
Suat, ikinci dönemin ilk haftası geldi sınıfa. Annesi, babası ve kendinden en az on beş yaş büyük ablasıyla. Büyük ağabey bahçede kalmıştı. İşte, gözünün içine bakılan, şımartılan, böyle davrandıkları için huyu değişen, başarısı olumsuz etkilenen, sorunlu bir öğrenci diye düşündüm. Yanılmamışım.
Baba iri yarı, esmer, çatık kaşlı, sert bakışlı bir adam. Velilerimin büyük çoğunluğu gibi bu da Siteler’de mobilyacı. Kendi atölyesi değilmiş, aylıkla çalışıyormuş. Atölye işini batırdığını, önceleri maddi durumları çok iyiyken el kapılarında çalışmaya başladıklarını; evlerini satıp kiraya düştüklerini öğrendim, görüşüp konuştukça. Senetle, çekle çalışırlarmış. Senedin biri karşılıksız çıkmış; hapse girmeler, şanssızlıklar, hastalıklar hep peş peşe gelmiş.
Düşünceler, bakışlar tekerleme olup yapışmış dillerine. Her gecenin sabahı, her tünelin sonunda bir ışık olduğu. Denizler dalgalanmadan durulmaz, her işte bir hayır var deseler de bir bir kapanmış kapılar; sıkıntı çöreklenmiş eşiğe, gün göstermemiş aileye. Umutlarla birlikte sabır, güler yüz, hoşgörü de eksilmiş yaşamlarından.
“Anne babamın bir kızıydım, konaklarda büyüdüm, kaçarım diye korkusundan verdiler beni kocama” diye anlatmıştı bir gelişinde Suat’ın annesi. Sonradan, tanıdıkça etkilenmiş, sevmiştim aileyi.
Ama ilk görüşte gözüm korkmadı desem yalan olur. Bu tür çocuklar sürekli sorun yaratır; kimseyle anlaşamaz, arkadaş edinemez, içine kapanır, ani tepkiler verir, çabuk öfkelenir; ulaşmak mümkün olmaz, kabuğunu kırıp dokunamazsın yüreğine. Ailesinin söylediğinden, yönlendirmesinden, doğrularından başkasını bilmez, dinlemez kimseyi.
Suat’ı da böyle gördüm ilk gün. Tıpkı babası gibi kalın çatık kaşlarıyla süzdü beni uzun, suskun bakışlarla, gözlerini kaçırarak. Anne; babanın aksine ufak tefek, kumral saçları çiçekli, renkli, iğne oyalı yazmasının kenarlarından görünen, buğday rengi teninde belli belirsiz çilleri olan, bal rengi gözlü, ölçülü yüz hatlarıyla güzelce bir kadın. Büyük kız ve oğlan baskın baba benzeri; gür sesli, her söze sazan gibi atlayan, tetikte bekleyen, tepki vermeye hazır, gözlerime dimdik bakarak konuşan esmer güzeli gençler.
Suat anne ve babanın karışımı. Her iki tarafın başat genlerini taşıyor denebilir, hatta daha da fazlası. Okul değiştirme nedenini doğrudan söylemeseler de belli, karneyi beğenmemişler. Bütün derslerin notu iyi, beden eğitimi dışında. Sadece o pekiyi. Bilirim o derse daha düşük not versek, veli okul kapısına dayanır; “Benim çocuk hoplayıp zıplayamıyor mu hoca, özürlü mü yoksa?” diyerek. Köy okullarında, kenar mahallelerde, küçük kasabalarda bu tür durumlar hemen hiç yaşanmaz, “Eti senin kemiği benim” diye getirilir çocuk; bunlar şehirlerde, anakentlerde çarpık büyümenin yan etkilerinden.
En önemlisi, davranışlar bölümünde de notlarının hepsi pekiyi değildi Suat’ın. Özellikle Temizlik notunun İyi olması, başta hastalık derecesinde temiz, titiz olan anneyi üzmüş. Komşunun pasaklı oğlu gibi ona da iyi vermesi aileyi çok üzmüş. “Elbezlerini bile her gün kaynatıp, ütüleyip öyle koyuyorum beslenme çantasına” deyip, kar beyazı havluları göstermişti geldikleri ilk gün.
Böyle evlerde yetişen çoğu çocuklar, okulda duvar tepelerinden inmez, yerlerde yuvarlanmaktan başka oyun bilmez, sırası karalanmış, yazı masasının gözleri kalem yontuları, yiyecek artıkları dolu olur. Anne baba bunu bilmez. Evde çamaşır suyu elinden düşmeyen, taş ovmaktan, cam silmekten, toz almaktan, halı kilim yıkamaktan başka gözü bir şey görmeyen anne, çocuğu dışarıda ne yapıyor aklına bile getirmez. O evin işi püsürü canına yetiyordur.
Suat ilk bakışta temiz, düzenli biri gibi görünüyor. Kardeşlerinden yıllarca sonra doğmuş, anne babanın büyük torunuyla yaşıt – hep tekne kazıntısı derler ya sinir olurum bu söze, ne demekse- en küçük çocuk olması nedeniyle oldukça şımartılmış. Bebekliğinde ateşli hastalık geçirmiş, saralıymış. Her yaramazlığına göz yummuşlar, her yaptığını yanlış da olsa hoş görmüşler. Bir dediğini ikiletmeden el bebek gül bebek büyütmüşler, söylediklerine göre.
Sadece anne baba değil, diğer yedi kardeş de evlat gözüyle bakıyorlar küçük Oğlan’a.
Bu özen ve titizlik içinde büyüse de Suat’ın en sevdiği oyunlar; futbol maçları yapmak, uzuneşek oynamak, yolda her gördüğü taşı tekmelemek, okulda su savaşı çıkarmak, ders aralarında en ufak tartışmada arkadaşlarıyla gırtlak gırtlağa gelip yerlerde yuvarlanmak; en ufak bir tepki, uyarı karşısında yüksek sesle zırlayarak, salya sümük ağlamak. Okuldan eve dönüşte ne ütülü mendil, ne kolalı beyaz yaka, ne de sağlam düğmesi kalıyordu okul giysisinin. Öğretmen, annenin ozonlarla ağarttığı mutfak karolarına bakıp temizlik notunu pekiyi yazacak değil ya!
Zoru başarmayı, karmaşık iplik çilelerini çözmeyi, insanların dertlerini dinlemeyi, çocuklarla oynamayı severim. Suat’la iyi anlaştık kısa zamanda. Yılsonu için hazırlanan tiyatro oyununda görev alması, yaptığı bir resmin sergi için seçilmesi, sınıflar arası spor karşılaşmalarına katılması işimi kolaylaştırdı. Düşüp bayılma ve sara krizleri hafifledi, azaldı.
Özünde iyi bir çocuk. Aile de ilgili; bana güvendiler, inandılar, ne zaman çağırsam koştular okula. Çok iyi günlerden bugünlere gelmişler, ev ve işyerlerini kaybetmişler; varlıktan yokluğa düşmenin boşluğunda, şaşkın, güvensiz, perişan ve mutsuzdular. Dostları, akrabaları birer ikişer uzaklaşmış, birkaç çevre değiştirmişler; alışkanlıklarını, zevklerini yitirmişler. Para her şey olmasa da yokluğu çok şeyi alıp götürmüş yaşamlarından, kişiliklerinden. Kavgacı olmuşlar, şüpheci, asık yüzlü; insanlara güvenlerini yitirmişler. Bir şeyi defalarca söylemeden ikna olmuyorlardı ilk görüşmelerde.
Sonunda ortak payda da buluştuk, güvenini kazandım ailenin. Hepimiz Suat’ın iyiliği, başarısı, mutluluğu için çalışıyorduk. Her söylediğimi dikkatle dinliyor, hemen kabul edip ellerinden gelen her katkıyı ikiletmeden yapıyorlardı. Diğer öğrenciler de kısa sürede benimsedi ve sevdiler hastalığıyla, yanlışıyla, eksiğiyle Suat’ı. İlkokulu bitirinceye kadar benim sınıfta okudu, önemli bir sorun yaşamadık.
Bahar gelince diğer sınıflarla pikniğe giderdik Golf Klubüne. Çevredeki tüm okullar için en uygun alandı. Siteler, Solfasol, Hasköy, Subayevleri, Aydınlıklevler, İçaydınlık Türk iş blokları Semtleri arasında kalmış uçsuz bucaksız çamlık, çimenlik kırsal köşe.
Öyle Ege’nin çam ormanları gibi gür, gümrah, görsel değil. Kısa boylu, gölgesi ancak kendine yeten, seyrek dikilmiş bodur çamlar; tam çocuklara göre, öğretmenleri ürkütmeyen, velilerin gözünün arkada kalmayacağı, tehlikesiz bir oyun alanı. Burada tüm öğrenciler gönlünce top koşturur, kovalamaca oynar; su birikintilerindeki kurbağa yavrularını izler, çiçek toplar, uğur böceği yakalayıp dilek dilerlerdi. En zevkli olanı, büyük küçük herkesi coşturan, neşelendiren etkinlik uçurtma uçurmaktı. Gökyüzü renk renk, irili ufaklı, türlü resimli uçurtmayla dolardı. Yenen yiyecekler de özene bezene hazırlandığından pek lezzetli olur, herkesin iştahı açılır, keyfi yerine gelirdi.
Hafta içi öğrencilerin, hafta sonu ailelerin, gece de içkicilerin, başıboş köpeklerin mekânı olan bu çamlığın tam adı Amerikan Golf Klubüydü. On iki yıl kiracı olarak oturduğum Aydınlıkevler semtinde, defalarca gittiğimiz, hemen her gün önünden geçtiğimiz bu yerde ne Amerikalı birini, ne de golf oynayan bir Allah kulunu gördüm. Ama adı Golf Klubüydü, herkes öyle söylüyordu. Bahar gelir gelmez tüm öğrencilerin dilinden düşmezdi, ne zaman piknik yapacağımızı sorup dururlardı.
Karadenizli bir öğretmen atanmıştı o yıllarda okulumuza, eşi subaydı. O kadar çok duymuştu ki Golf Klubü adını, bir hafta sonu çoluk çocuk gitmişler, piknik yapmaya. Hayal kırıklığına uğramışlar, anlatırken kendini tutamayıp kahkahalarla gülüyordu. “Bende bir şey sandım, siz Trabzon’u, Giresun’u, Rize’yi göreceksiniz, buralara dönüp bakmazsınız” demişti. Daha önce üç yıl çalıştığı İstanbul’u ise yere göğe sığdıramıyordu.
Ne yapalım burası Ankara. Ata’nın yoktan var ettiği şehir; denizi yok, dağı yok. Tepeler, çaylar, pınarlar, bağlar içinde bir ova. Anıtkabir’i, Çubuk ve Bayındır barajları; Kuğulu, Seğmenler, Botanik ve Gençlik Parklarıyla; Eymir ve Mogan gölleriyle; Kalesi, Çıkrıkçılar yokuşu, Kızılay çarşıları, Ulus sebze Hali ile o zamanlar bize yeten, mutlu eden, sessiz, sakin, huzur veren, sorunsuz bir kentti.
Okullar tatil olmuştu. Yaz sıcakları ortalığı kavuruyor, güneş tepede alev topu gibi buram buram terletiyor, bunaltıyordu. İki küçük kızımın aklına uyup Golf Klubüne gittik, piknik yapmaya.
Bütün çocuklar bisiklete binip dört dönüyorlardı ağaçların çevresinde, bayıltıcı sıcak havaya aldırmadan. Biraz sonra gazetecilerin geldiğini, ağaçların altında yaşayan bir aileyle konuştuklarını, resim çektiklerini söylediler.
Büyük kızım adını çıkaramadı ama benim öğrencimin ailesi olduğunu söyleyince dayanamadım, eşyaların yığılı olduğu yere gittim. Suat’ın ailesiydi. Bütün eşyalarıyla oradaydılar. Döküm saçım kap kacak, yorgan döşek, sandalyeler, masalar dolaplar üst üste yığılı, tüm aile bir kilimin kenarına oturmuş; baba yere çömelmiş gazetecilerle konuşuyor, Suat annesinin arkasına sinmiş, bakışları korkulu, şaşkın. Abla güneşten kavrulmuş yüzünün terlerini silerken, merak edip toplanan çocuklara bağırıyor: “Ne var, ne bakıyorsunuz! Ayı mı oynatıyoruz, defolun gidin başımızdan!”
Yanlarına gittim, utanır gibi oldular beni görünce; elleri, dudakları titriyor, gözleri seğiriyordu konuşurken annenin. Kirayı ödeyememişler bu ay, ev sahibi kapıya gelip bağırmış, küfretmiş. Gururları kırılmış, konu komşunun yüzüne bakamayız deyip buraya taşımışlar eşyalarını. “Bir haftadır ev arıyoruz, borç harç kafamızı sokacak bir yer bulursak gireceğiz. Kiralar yüksek, bir de çok çocuklu aileye vermek istemiyorlar evlerini” dedi susuzluktan kurumuş, çatlamış dudaklarıyla.
Ahşap dolaplar, masa, sandalye, kadife kaplamaları solmuş yıpranmış koltuk takımları, İtfaiye Meydanı eski eşya dükkânlarındaki ikinci el mallar gibi gelişigüzel yığılmıştı. Yenip içilenlerin artıkları bir kenarda, Mamak çöplüğü benzeri kokuşuk küçük bir tepe oluşturmuş. Kırık dökük tahta kasalarda küçük baharat poşetleri, tuz, şeker, çay kutuları. Patates, kuru soğan, ezik domatesler, buruşmuş yeşilbiberler, salatalıklar pazar artıkları gibi piknik tüplü ocağın yanına gelişigüzel atılmış. Leğen ve tepsilerde kap kacak, bardaklar, tencereler, tavalar, çaydanlıklar. Sele ve sepetlerden, bohçalardan taşan giysiler. Bir kenarda özensizce katlanmış yataklar, saten kaplamalı yorganlar, beyaz dantelli yastıklar, işlemeli kırlentler.
Çoluk çocuk, büyük küçük, gazeteciler, fotoğrafçılar sanki Çıkrıkçılar yokuşunda, sokağa taşan satılık malları inceleyen alıcılar gibi döne dolaşa dakikalarca seyretmekten kendilerini alamıyorlardı. Sanki televizyonda belgesel dizi izliyorlar; şaşkın, duygusuz, anlamsız bakışlarla.
Suat hiç konuşmadı benimle, yerinden bile kımıldamadı, sanki kimseyi görmüyordu.
Mutfak penceremden bakarken bahçedeki mavi ladin, yılbaşı ağacı, askeri bölgedeki çamlar, apartmanlar arasından görünen ODTÜ ormanı yaşattı bu anıları bana; otuz yıl öncesine gittim birden, bu güneşli kasım sabahında.
Şimdi Altın Park oldu, Golf Klubünün arsası. Spor, bilim, sergi salonları; kocaman havuzu, çiçek bahçeleri, piknik alanları, atçılık bölümleriyle; dinlenme, eğlenme, sanatsal çalışmalar ve ekonomik etkinliklerin düzenlendiği, görkemli bir yer oldu. Eski gösterişsiz, doğal, dost sıcaklığını yitirdi.
Kasım 2012/ANKARA
Şehir Dergisi Mayıs/2016