- 505 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAL EHLİ, YOL EHLİ
Sivas’ta 4 Eylül 1919 senesinde temeli atılan Cumhuriyetin 97. Yıl dönümü anısına. Kutlu olsun. Amacı ve felsefesi doğrultusunda nice 97 senelere “Yurtta barış, dünyada barış” olsun ve dünya halkları daha çok özgür olsunlar, daha çok mutlu olsunlar.
Misafirleri nasıl memnun edeceğini bilemez halde donatılmış sofranın konukları hatırlı kişilerdi.
Ev sahibinin, eşi, gelini, kızı ve genç oğlu hata yapmamaya özen göstererek fır dönüyorlardı misafirlerin etrafında.
Ailenin büyük oğlu ise, telefonda biriyle konuşuyordu. Konuştuğu kişinin kim olduğunu kimse bilmiyordu. O kadar bariz bir ses tonuyla konuşuyordu ki, sofranın çatal-kaşık seslerini bastırıyordu.
Üniversite bitirmiş ve mimar olmuş delikanlı, sokak bankerlerinden farklı tavır sergilemiyordu. Cebindekilerle değil, görünmeyen trilyonlardan bahsediyor ve her rakam telaffuzunda, misafirler, iğreti kelimelerin adeta tutsağı oluyorlardı.
Ev sahibinin bir arazi davası için keşfe gelen heyet reisi Hâkimin yanı sıra yardımcı memurlarda bulunuyordu. Kasabanın Kaymakamı, Belediye Başkanı ve Yüksek Teknik Okulu hocalarından Profesörde yemeğe davet edilmişlerdi. Profesör, böylesi cemaat-ı erkân içinde bulunması ve güzel sözlerden nasiplensin diye kızını beraberinde götürmeyi ihmal etmemişti. Nede olsa davayı kazanan ev sahibiydi ve oldukça memnundu ve sofra yaymak ise işin küçük bir ikramıydı. Devlet erkânını evinde ağırlamak ise ona daha bir haz veriyordu. Neme lazım, bir söz açılırda, mahcup olurum düşüncesiyle yakın akrabası şairi de davet etmeyi ihmal etmemişti.
Evin büyük oğlu, önüne konulan yemeği yemek yerine, babasının fakirliğinin müsebbibi misafirlermiş gibi, onları ezercesine paradan, puldan, arazilerden, konuşuyor, alıyor-satıyordu. Kızarıp-bozaran babası gibi şairde dolup taşıyordu. Ev halkı gibi şairde biliyordu ki, genç mimar meteliksizdi. Aslında böyle bir kişiliğe sahip olmadığını biliyorlardı ve neden böyle bir sahte kişiliğe büründüğüne anlam veremiyorlardı.
Birkaç kaşık aldıktan sonra yemeği yarım bırakan şair, kendi suskunluğuna isyan edercesine sofranın çatal-kaşık sesini bastıran, evin genç oğlu mimarın telefonu kapatmasını işaret ettikten sonra “evladım” diye söze girince yemeği yarım bırakan misafirlerde şairi dinlemeye başladılar.
“Babamın çok güzel davranışları ve sözleri vardı. Ben onlardan çok ders çıkartmışımdır kendime. Evimize bir misafir geldiğinde sofra kurulur veya benzer ikramlarda bulunulurdu. Sofraya davet edilen misafir ya da misafirlerden birisi tok olduğunu söylediğinde, babam, “arkadaş tok olsan da, yemesen de buyur bizimle sofraya otur; yok oturmayacaksan bize müsaade et ki, yemeğimizi rahat yiyelim” derdi. Misafir, sofraya oturmazsa kalkar giderdi.
Bu, menakıpname hakikati, benim kadar senin babanda görmüş, duymuş ve o da benim babamdan öğrendiğim gibi, kendi babasından öğrenmiştir. Burada ki saygın misafirlerimizin de bildiklerinden eminim.
Şimdi, bunu niye anlattığımı, ortaya değil de, sana hitaben söylediğimin nedenini merak ediyor olmalısın!
Ol vakit, aç kulağını dinle...
Evladım, ilim kapısından giren âlim çıkar. Bizim gibi alaylıların ilim kapısı ise, cemaatler ve meclisler olmuştur. Zamanımızda, okul olmaması yanında, okumakta olanaklar dâhilindeydi ve buda diğer işler gibi varsıl çocuklarına yaramaktaydı. Zaman zaman aramızda senin gibi yetenekli gençlerimiz şartları zorlayarak okuyup bir makam sahibi olmuştur.
Lakin... Güle konan her kuş bülbül değildir.
Önemli olan okulun demir kapısından girip duvar okumak değil, taş duvarlar arasından adam olarak çıkabilmektir.
Bak şu sofraya! Baban bu masrafı karşılayabilmek için ne zahmetler çekmiştir acep! Ya şu pervane dönen anan, bacın ve karının emeklerine ne demeli?
Sen ise, bir âlim gibi, âlimler arasındaki yerini almak yerine, sözde hava atacağım diye kendini de, babanı da rezil etmektesin...
Ya gel otur aramıza bir kelam et, ya da bize müsaade et.”
Çatal-kaşık sesleri çoktan susmuş, sofra toplanmıştı. Mimarın gözleri yere düşmüş, omuzları gövdesini zor tutuyordu. Babası lal olmuş, utancından yere girmeye hazırdı. Erkan-ı devlet temsilcileri ise amirinden talimat almışçasına sükût içindeydiler.
Çok sürmeyen sessizlik sihri, profesörün “Kızım” demesiyle çözüldü. Pürdikkat babasının gözlerine kilitlenen güzel ve genç kız, babasının dudaklarından dökülecek kelimelere odaklandı. “Ben, otuz yıldır hocalık yapmaktayım” sözün burasından itibaren, gözleriyle kendisine yönelen konuklara hitaben konuşmaya devam etti Profesör: “Ne talebeliğimde, ne asistanlığımda, doçentliğimde ne de profesörlüğüm sırasında böyle bir dersi ne aldım ne de verdim. Kütüphaneler dolusu kitap okudum, okuttum; bu denli etkili bir ders verdiğimi anımsamıyorum.” Başını sallayarak profesörü onaylayan Belediye Başkanı, kıvanç duyarcasına, az buçuk kendisine pay çıkartırcasına, “değerli hemşerimiz bizim çok kıymet verdiğimiz bir şairimizdir.” Diye profesörden söz sırası çalan Belediye Başkanı’na cevap gecikmedi. “Böyle anlamlı bir dersi ancak şairler verebilirdi” diyen Profesöre dönen şair: “Sayın hocam, benim şairliğimin temeli “alay”dır. Oysa sizin hocalığınız buradaki zevat gibi ilmidir. İlim görmüşle görmemiş bir olabilir mi? Benim ilim kapım tarikat kapısıdır. Sizin ki ise marifet kapısıdır. Benim âlimlerim Hal Ehli, Hak Eklidir; sizin âlimlerinizden farklı değiller. Lakin... Arada biri var ki, Tanrı insanı ondan uzak tutsun... Onun adı, Yal Ehli’dir. Âlim unvanı ağır bir yüktür. Âlim, tensel hamal değil ki yük taşıyabilsin. Âlimin hamallık görevi zihinsel belleğinde ki bilgileri taşımakla yükümlüdür ve yeri geldiğinde yükünü yani bilgisini birilerine aktarmasıdır. Ola ki bir âlim, Hal-Halk Ehli ve Hak Ehli olmak yerine rayından sapmış vagon misali iktidar sofrasını istasyon seçmişse, koltuk ve makam uğruna ilmine ihanet etmişse o zatın ne âlimliği âlimliktir ne de mayası mayadır. Ozanlarla âlimler arasında hiçbir fark ve sınır yoktur.
Bundan ötürü, haksızlık karşısında susan âlim ve ozan şeytanın hizmetkârıdır.
Kökeni binlerce seneye dayanan ceddimiz, çok cefalar çekmiş, çok eziyetler görmüş; bir an olsun rahat yüzü görmemiştir. Nice sonra, çekilen acılar nihayet olsun ve üstüne ödül olsun diyerek bir halk lideri çıkartmıştır bu topraklar. Ve bu bereketli toprakların yetiştirdiği âlimler öğretisiyle yetişen bu nadide şahsiyet, Mustafa Kemal’dir. Kendisini ümmetlikten kurtarıp, millet olmakla özgürleştiren liderine saygı ifadesi anlamıyla ona Atatürk unvanını layık görmüştür bu halk.
Dünyada, eşine ender rastlanılabilecek devrimler arasında sayılan Cumhuriyetin temel değerlerinden sayılan “Kültür Devrimi” ne yazıktır ki; kendisini ispat edemeden karşısında duranların eline geçti; törpülene törpülene altı-üstü tarumar edildi. Oysa... Cumhuriyet, Ne Saddam’ın, ne Kaddafi’nin ne de benzerlerinin Cumhuriyeti gibi tarikatlar, şeyler, meczuplar Cumhuriyeti değildir. Bizim Cumhuriyetimiz, aydınlanmacı, ilim ve bilim sistemidir. Arada bir darbelerle kesintiye uğratılmasına rağmen, aydınlanmanın ruhunu almış bir damar var ya! İşte o damar halen yaşamakta ve yaşatmaktadır. İhanet her daim içeriden gelir. Hainin kökü dışarıda olsa da haini yanı başınız da aramalısınız.
Bakınız Atatürk ne demiş: “Yurtta sulh, cihanda sulh” Peki bu yol hiç izlenildi mi? ...Atatürk’ün kendi zamanı da dâhil, hiç bir zaman gerçekleşmedi. Çünkü günümüzün küresel sermayedarlarının ana-atababaları, bu günün planlarını başlatmışlardı ve o günde, bu toprakları ve enerjiyi ele geçirme amacı gütmekteydiler. Oysa “sulh”un yegâne karşılığı “Barış” demektir. “Saygı” ve “sevgi” demektir. Herkes herkesin; diline, dinine, rengine saygı ile hukuk ile yaklaşırsa, onun adı demokrasi olur. Aksi hali ise “Derebeylik” olur.
Demem o ki: (Misafirler sözün sonuna gelindiği anlamıyla bacak değiştirdiler, boyunlarını çevirdiler, kısa öksürdüler; derin nefeslendiler ve şairin konuşmasına geri döndüler.) “Sayın ve saygın hocalarım da bilmelidir ki; bizim başımıza gelen “yol bilmezleri” ve “yal ehli” olanları şımartanlar koltuk ve makam aşkına düşen (sözde) âlimler olmuştur. Bir iş veya bir makam, liyakatli bir “Hak Ehli” yerine “Yal Ehli” ne teslim edilmişse; âlimler ve ozanlar buna ses çıkartmıyorlarsa, tepkisini göstermiyorsa, halkı aydınlatmıyorsa, “ Haksızlık karşısında suskun kalan şeytandır” diye ifade edilen sözün sahibidir.
Kısacası: Ben, halk meclislerinde bulunmuş, ozanlardan feyzlenmiş, erenlerden nefeslenmiş, toplum yapısının görmüş, yaşamış ve incelemiş sıradan bir halk şairiyim. Oysa siz ilim kapısında eğitilmiş bir âlimsiniz. Şu sofranın hatırına da olsa benim iki kelam sözümü alkışlayarak ilminizi küçümserseniz, Cumhuriyetimizin kültürel devrim ruhuna ihanet etmiş olursunuz.
Turan Karatepe
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.