- 828 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KAPİTÜLASYONLARDAN DUYUN-U UMUMİYE- DUYUN- U UMUMİYEDEN TÜRKİYE VARLIK FONUNA -2-
Osmanlı Devleti’nin ekonomik bakımdan çökmesini anlatıyoruz madem o halde şu meşhur Cinci Hocadan bahsetmeden geçmek olmaz.
Şimdi sorulabilir: ‘’Hocam ! Cinci Hoca ne alaka?’’
Ben anlatayım alakayı siz kurun.
Efendim Cinci Hoca diye tarih ders kitaplarımıza bile girmiş olan bu zatın asıl adı Karabaşzade Hüseyin Efendidir. Safranbolu ilçemizde 17. Yüzyılda doğduğu biliniyor ama tam doğum tarihini bilmiyoruz.
Babası da bir şeyh olan Hüseyin efendi ilk öğrenimini babasından alır. Bu arada babasından büyü ve sihir işlerini de öğrenir. Daha sonra tahsilini tamamlamak için İstanbul’a Süleymaniye Medresesine gönderilirse de burada ilim tahsil edeceğine işi tamamen okuyup üflemeye, cin çıkarmak suretiyle hasta tedavi işlerine dökünce medreseden atılır. Medreseden atılmasına atılır ama cincilik ve muska işlerinde öylesine bir şöhret kazanır ki bu şöhreti nihayet Sultan İbrahim’in annesi Valide Kösem Sultanın kulağına kadar gider. Zaten Cinci Hocamızın gözü de kendisini saraya atmaktadır çünkü ikbal kapıları sarayda açılacaktır ona.
Valide Kösem Sultan , koyununa soktuğu en şahane cariyelere rağmen bir türlü baba edemediği evladı İbrahim’in derdine bir çare ararken işte bu Cinci Hocanın ününü duyar ve onu saraya davet eder. İşin ilginç tarafı Cinci hocanın okuyup üflemeleri, hazırladığı kuvvet macunları padişaha iyi gelir ve daha önce cariyelere pek de yüz vermeyen padişah onların üzerinden inmez olur. Dahası içlerinden Nadya ( Hatice Turhan Sultan ) hamile kalır ve bir erkek çocuk doğurarak haseki sultan olur.
Artık Osmanlı Tahtı boş kalmayacaktır. Dolayısıyla Cinci Hoca servete gark edilir adeta. Sadece servet değil bu arada medrese eğitimini tamamlamamış olan bu herif eğitimini tamamlayamadığı Süleymaniye Medresesinin başına getirilir Müderris olarak. Bu bile kesmez Cinci hocayı ve 1644 yılında Anadolu Kazaskerliğine getirilir ( Kazasker, şeyhülislamlıktan bir önceki makamdır.)
Bundan sonra Cinci hoca servetine servet katar ama öte taraftan hakkındaki rüşvet ve yolsuzluk iddiaları çığ gibi büyür. Bu sebeple bir ara İzmit’e sürgün gönderilse de servetine dokunulmaz.
Nihayet 1648 de Sultan İbrahim vefat eder. Yerine oğlu IV. Mehmet daha yedi yaşındayken tahta çıkarılır.
Yeni padişahın tahta çıkması sebebiyle askere cülus başkişi dağıtılması gerekmektedir ancak devletin ekonomik durumu çok da iyi değildir. Hatice Turhan Sultan’ın( Ya da Kösem Sultan’ın) aklı , yedi yaşındaki padişahın fermanı (!) ile Cinci Hocadan bu cülus bahşişi için 200 kese akçe istenir. Cinci Hoca bu iki yüz kese akçeyi gönderse bir türlü, göndermese bir türlü. Sonunda ayarı oldukça düşük altından 200 kese akçeyi gönderir ama bu durumu gören yeniçeri ayaklanır ve Cinci hoca yakalanarak Paşakapısında hapse atılır.
Dananın kuyruğu da işte burada kopuyor…
Cinci hoca hapse atıldıktan sonra evinde yapılan aramada sıkı durun…Yetmiş adet içi altın, mücevher ve sair dolu olan sandık , elli adet samur kürk, sayısız arsa ve mülkün tapu belgeleri bulunur.
Öylesine bir servettir ki bu, bunu anlayabilmek için şöyle bir kıyaslama yapabiliriz: O dönem Osmanlı bütçesi 28.000.000 akçe ile bağlanırken Cinci hocanın servetinin toplam değeri 24.500.000 Akçedir.
Tüm bu mel’anetlerine rağmen Cinci Hoca kısa bir hapis ve işkence döneminden sonra Habeş Eyaleti İbrim Sancakbeyliğine atanarak İstanbul’dan sürülür. Ancak daha sonra Kırım Hanının araya girmesi ile ile tekrar İstanbul’a döner. İlle velakin İstanbul’da ‘’ Padişah bana haksız yere zulmetti, haksız yere mallarımı ona buna peşkeş çekti’’ gibi laflar edince idamına karar verildi ve öteki aleme postalandı.
Evet…Sanırım Osmanlı ekonomisinin çökme sebeplerini anlatırken niçin Cinci Hocadan bahsettiğim de anlaşılmıştır.
Aslında Osmanlı Devletinin gerek ekonomik gerekse ahlaki çöküntüsünü incelemek isteyenlerin ciltler dolusu kitap okumalarına çok da gerek yoktur. Çünkü şairler dönemlerini o kadar güzel anlatmışlardır ki. Mesela Fuzuli. Osmanlının en parlak dönemleri diye bildiğimiz Kanuni döneminin şairi değil midir Fuzuli? Peki ‘’Selam verdim rüşvet değüldür deyu almadılar’’ mısraları ona ait değil midir? Kanuni gibi bir padişahın döneminde bu denli yaygın olan rüşvetin Osmanlı devletinin duraklama ve çöküntü dönemlerinde ne boyutlara vardığını artık sizler tasavvur eyleyin.
Peki ‘’ Gülelim eğlenelim kâm alalım dünyadan ’’ mısraına ne dersiniz? Adeta tam on iki yıllık bir dönemin özetidir bu mısra.
Öyle ya gülelim, eğlenelim, dünyadan zevk alalım. Nasılsa 1718 de Pasarofça Antlaşması ile Avusturya ile olan savaşlara son verilmiştir. Eh başka herhangi bir tehlike de kalmadığına göre (!) gülelim eğlenelim. Hata o denli eğlenelim ki bir tek lale soğanı için Hollanda’ya 50.000 altın ödeyelim ve İstanbul’u lale bahçeleri ile donatalım. Kağıthane’de, Göksu’da, Küçüksu’da kasırlar, saraylara, bahçeler yaptıralım. Deli Petro ve varisleri harıl harıl gemi yapımı ve top dökümü ile uğraşırken, Avusturya yeni bir savaş için bahaneler ararken, İran sınırlardan içeri tecavüz ederken padişahı, sadrazamı, devlet erkanı gül babam gül.
Evet…Lale döneminden bahsediyorum. Matbaanın gelmesi, ilk kez çiçek aşının uygulanması, topçu ocağında yenilikler, ilk kez itfaiye ocağının kurulması gibi bazı kısmi yeniliklerin yanında olabildiğince israf…Bu israf sadece saray çevresi ile sınırlı da değil. Artık özellikle İstanbul başta olmak üzere ;İzmir, Bursa, Selanik gibi Osmanlının büyük şehirlerinde bir Avrupalılaşma, daha doğrusu Avrupa taklitçiliği başlamıştır ama tabii ki bu taklitçilik bilim ve medeniyeti taklit şeklinde gelişmemiştir.
III. Ahmet’in bu şaşaalı dönemi Patrona Halil Ayaklanması ile sona ermişti. Bu İsyan ile Tahta çıkan I. Mahmut’u ise Batıda Rus ve Avusturya ile, Doğuda İran ile yapılacak savaşlar bekliyordu.
Gerek İran gerekse Rusya’ya karşı başarılı savaşlar yapıldı ve 1739 Yılında Osmanlı Devleti son kazançlı antlaşması olan Belgrat Antlaşmasını imzaladı hem Avusturya hem de Rusya ile. Ancak…
Ancak sanki ekonomik yönden şahane bir durumdaymışız gibi Padişah I. Mahmut bu savaşlar sırasında Osmanlı Devletinin tarafını tutan Fransa’ya bu dostluğunun karşılı olarak kapütülasyonları süresiz hale getirerek büyük bir jest yaparken Osmanlı Devletini çok büyük bir ekonomik belanın içine attığının farkında bile değildi.
Efendim nedir Kapitülasyonların süresiz hale gelmesi?
Kanuni zamanında Fransa’ya bir lütuf olarak tanınmış olan ticari ve siyasi ayrıcalıklar aslında sadece Kanuni dönemi ile sınırlıydı. Yani antlaşmada böyle bir şart vardı. Ancak kanuniden sonra gelen padişahlar zamanında , her padişah değişikliğinde Fransa ( Daha sonra diğer Avrupa Devletleri de) Osmanlı devletine elçi göndererek kapütülasyonların devam ettirilmesi konusunda rica ediyor, adeta yalvarıyorlardı. Osmanlı Padişahları da ‘’ madem atalarım münasip görmüş, ben dahi münasip görürüm’’ Diyerek ( Sanırım) kapitülasyonları devam ettiriyorlardı. Kısaca aslında istesek yeni bir padişahın tahta geçmesi ile son verebilirdik. Fakat I. Mahmuttan sonra artık buna da imkan kalmıyordu. Osmanlı Devleti var olduğu müddetçe kapitülasyonlar da var olacaktı.
I. Mahmut her ne kadar sadece Fransa için böyle bir ayrıcalık tanıdı ise de elbette ki diğer Avrupa Devletleri ileriki yıllarda ‘’ bizim başımız kel mi arkadaş. Biz de isteriz’’ demeyi ihmal etmediler.
****************
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Osmanlı Devleti 1776 yılına kadar dış borç almayı aklının ucundan dahi geçirmemiştir. İlk kez de bu tarihte Fas’tan dış borç almayı planlamış ama bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Peki neden 1776?
Osmanlı Devleti 1768 de Rusya ile savaşa tutuşmuş ve bu savaşın sonunda 1774 de tarihinin en büyük yenilgisi sonrası Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamıştı.
Küçük Kaynarca Antlaşmasının şartlarını tek tek saymayacağım ama konu ile ilgili çok önemli olan ikisi şuydu:
1- Ruslar da kapitülasyonlardan diğer Avrupa Devletleri gibi yararlanabileceklerdi
2- Osmanlı Devleti, savaş tazminatı olarak, üç senede ve üç taksitte, Rusya’ya on beş bin kese akça verecektir.
Yazdığım ikinci madde önemlidir. Çünkü Osmanlı Devleti, tarihinde ilk kez savaş tazminatı ödemiştir bu antlaşma ile.
1770 de Çeşme’de donanması yakılmış Osmanlı Devleti çok ağır bir ekonomik bunalımla karşı karşıya kalmıştır. İşte bu sebeple de bir dış devletten borç almayı düşünmüştür 1776 yılında. Çünkü 1774 ün yaralarını daha sarmadan 1776 da İran ile savaş başlamıştır. Ancak dikkat edilirse dış borç alınması düşünülen devlet bir Müslüman devlettir. Osmanlı Devleti Gayri Müslim bir devletten borç istemeyi zül saymıştır. ( Zül saydı da niçin aldı daha sonra? Oraya geleceğiz )
Hemen peşinden 1787 - 1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşlarında da Cezayir’den bir milyon kuruş. borç almayı düşünmüş, girişimlerde bulunulmuş ama yine bu girişimden de sonuç alınamamıştır.
Şimdi isterseniz gelin Osmanlı Devletinde 19. Yüzyıla doğru giderken artık iyice kendini hissttiren ekonomik bunalımın başlıca sebeplerini tekrar ve düzenli bir şekilde ele alalım ki hem ilk dış borçlanma, hem devletin iflası hem de Genel Borçlar idaresini daha iyi anlayabilelim.
Tarihi süreç incelendiğinde Osmanlı ekonomisinin temelinin fetihlere dayandığı görülmektedir. Avrupa içlerine kadar ilerleyen Osmanlı orduları, durdurulunca yeni fetihler gerçekleştirilememiş ve savaşlar artık bir gelir kaynağı olmaktan çıkmıştır. Fetihlerin optimum yapısı aşıldığında savaşların karlılığından bahsetmek güçtür. Dolayısıyla bu dönemde başlayan yeni savaşlar Osmanlı için gelir kaynağı olmaktan uzak, ağır bir yük olarak kendini hissettirmiştir.
Özellikle 15. yüzyıl sonlarından itibaren büyük denizlerin keşifleri, Akdeniz çevresinde yoğunlaşan ticaretin okyanuslara açılmasına neden olmuştur. Dolayısıyla Akdeniz ekonomisine hakim olan Osmanlı Devleti bu durumdan olumsuz bir şekilde etkilenmiştir. Her ne kadar ticaret hadleri 1680-1730 döneminde Osmanlı ekonomisi lehine gözükse de Avrupa bu dönemde özellikle dokuma alanında hammadde olarak aldığı ürünleri geliştirip mamül olarak ihraç etme dönüşümü içindedir. Bu gelişmelerin yanısıra savaş dönemlerinde ticari faaliyetler gerileme ivmesi kazanmakta ve başka devletler arasında ortaya çıkan savaşlar bile Osmanlı ekonomisini olumsuz etkilemekteydi. Bu olumsuz etkiler ticaretin aksamasının yanında gümrük gelirlerinin de düşmesine neden olmaktadır.
On sekizinci yüzyıldan itibaren ülkeye yerleşen yabancıların sadece toptan ticaret iznine hakkı olmasına rağmen, yabancıların yerli Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarlarla iş yapma eğilimi, zamanla Osmanlı’nın iç ticaretinin azınlıkların eline geçmesine neden olmuştur
Bu döneme ilişkin unutulmaması gereken bir diğer konjonktürel gelişme de Osmanlı Devleti aleyhine işleyen kapitülasyonlardır . Osmanlı Devleti’nin kapitülasyon politikasında mali ve politik amaçları söz konusudur. Mali amaç, Osmanlı topraklarından kapitülasyonlar sonrasında olacak yoğun ticaret akışından elde edeceği vergi ve benzeri gelirlerdir. Politik amaç ise, Osmanlılar’ın bazı ülkelere sağladığı avantajlar sonucunda, diğer ülkelere karşı kapitülasyonları siyasi koz olarak kullanma isteğidir. Ancak başlangıçta bazı mali ve siyasi amaçlarla verilen kapitülasyonlar, imparatorluğun gerileme döneminde siyasi ve ekonomik açıdan ülke aleyhine işleyen bir işlev üstlenmiştir. Kapitülasyonlar, giderek artan tavizlere dönüşmüştür
İlginç bulacağınız tahmin ettiğim bir bilgi paylaşımı ile bu bölümü noktalayalım.
Osmanlı devletinde ay yılını esas alan Hicri takvim ile güneş yılını esas alan Miladi takvim arasında bir yılda 11 günlük bir fark söz konusudur. Osmanlı Devleti’nde giderler güneş yılına, gelirler ise ay yılına göre düzenlenmektedir. Bu durum toplam 33 yılda 1 yıllık artık yılın oluşmasına yol açmaktadır. 33 yılın sonunda elde edilmeyen bu bir yıllık gelirler, toplam gelirlerin yüzde 26’sını oluşturmaktadır. Bu gelirden mahrum olma gerileme döneminde Osmanlı ekonomisine olumsuz katkıda bulunan bir iç konjonktür gelişimidir. ( Bu bir yıllık artık yıla, yani hiç bir gelirin toplanmadığı yıla Osmanlıda ‘’Sıvış Yılı’’ Adı verilmektedir. ) [ Cumhuriyet döneminde tamamen Miladi takvime geçmemizin sebeplerinden biri de bu olsa gerek.]
Devam edecek.
RESİMLER:
1-Cinci Hoca tarafından Safranbolu’da 1645 yılında Mimar Kasım Ağa’ya yaptırtılan Cinci Han.
2- Hatice Turhan Sultan’ın L. Seculin tarafından 19. yüzyılda yapılmış bir yağlı boya portresi
3-Osmanlı Devletinin Lale Devri ( minyatür)
4- Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Lale Devri.
YORUMLAR
Osmanlı'nın kendisinin kaşınmadığı tek bir satır okumadım. Kapitülasyonları süresiz hale biz getirmişiz, cinciyi kazasker biz yapmışız, ademi merkeziyetçilik yüzünden kontrolsüzlük tavan yapmış memleket bürokrasisinin her kademesi rüşvet alıyor (hatta Amin Maalouf'un Yüzüncü Ad adlı romanında dışlanmamak için rüşvet almadığı anlaşılmasın diye rüşvet alan bir asker betimlemesi vardır.) Laleye karşılık altını biz vermişiz... Savaşa dayalı bir ekonomiyle avcılık ve toplayıcılığı terk etmemişiz vs. vs. Ondan sonra tüm dünya bize düşman, bizi kazıkladılar!!! Uluslararası siyaset kara kaşına kara gözüne yapılmaz. Suriye örneğindeki gibi dün kardeşim dediğine karşı bugün kılıç kuşanmak zorunda kalırsın. Mesele bazı kafaları bu yüzden aşar. Takipteyim hocam. Meraklandığım mevzuya girişinizi dört gözle bekliyorum.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Bak şimdi! demişim, değerli hocam...
Osmanlıyı bilmemizi ve sahiplenmemizi, yani geçmişte atılan kazıkların bilincinde olmamızı istemiyor olmasınlar sakın, şu Osmanlı karşıtları!...
Herhalde, bu tür yazılardan çıkarılabilecek en akıllıca sonuç bu olsa gerek!...
Emeğinize paha biçilemez, değerli hocam...
Selam ve saygılarımla.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.