Üsküdar İskelesi
Onu orada, tam o saatte bulacağımı adım gibi biliyordum. Tam saat 07.00 de, Üsküdar iskelesinde, elinde tüten sigarası, dalgın yeşil bakışlarını savurarak denize. Sevtap abla. Asıl adı Melike. Onun hırçın, geçimsiz yaşlı bir kadın olduğunu düşünmüştüm tanıdığımda. Bir gün hüngür hüngür ağladı yanımda. Bir şiir okudu bana titrek sesiyle:
“Aşkımın şiddetinden koptu gönlüm freni!..
Doktor beni sanıyor hâlâ şizofreni!..
Üsküdar taburculuk hasretiyle derinden
Kalbimi hoplatıyor Bakırköy’ün treni!..
Ta uzaktan Marmara aşkla çekiyor beni
Hayretle karşılarım beni deli göreni
Taburcu olmak için kullanmalı dümeni
Aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni
Doktor beni sanıyor hâlâ şizofreni...”
Çok şaşırmıştım.
“Ne güzel, kim yazdı bunu?” diye sorduğumda, “bir deli!” dedi kahkaha atarak. “her aşık aslında bir deli değil mi be zaten güz güzeli? Recep Güngör Öztolon. Deli diye yatırdılar garibi Bakırköye, Üsküdar Üsküdar diye kıvrandı hasretle. Bir gün firar etmiş şair. O bildiği İstanbul’mu kalmış yıllar sonra, Eyüp’te bir araba çarpmış garibi. Varamamış Üsküdar’a. Ölmüş oracıkta, yazılı bir mezar taşı bile yokmuş biliyor musun?” Hep hazin hikayeler anlatırdı Melike abla. Sanki o iskelede sabahtan akşama kadar oturursa hasretini dindirebilecekti şairin. Belkide o sularda uğurlamıştı sevdiğini. Hem hapisti bu iskelede hem özgür. Nedenini hiç bir zaman öğrenemeyecektim.
“Melike ablaa!” el salladım uzaktan. “Ah benim dağ papatyam! Güzelim!” kollarını açıp sımsıkı sarıldı bana. "Kız kaç kez diyeceğim sana, Sevtap abla diyeceksin, Sev-tap! Gerçi hiç kimse sevip tapmadı bize bu lanet şehirde ama sen yinede doğrusunu şöyle!”
Avuçlarımın arasına aldım yüzünü, “olur mu be abla, sen benim meleğimsin, Melika ablamsın.” sigarasını ağzına götürürken sakladı titreyen tebessümünü. Hoşuna gitsede belli etmezdi bunu. Gözlerinde hep taze sürmeler sürülüydü, ojenin boyası tırnaklarından taşmış. Ah onu sürmeyi kırk yıldır öğrenemedi bi, öğrenemedi de vazgeçmedi işte güzel olmaktan. Bir gece evine doğru yürürken kılığına bakıp bir polis durdurmuştu onu. Çok utanmıştı benden. Kimliğine baktıktan sonra ‘tamam Melike hanım, gidebilirsiniz’ demişti. Orada duydum ilk adını. ‘Melike öldü. Ben 15 yaşımdayken öldürdüler onu. Kuzenim bana tecavüz etmeye kalkınca kaçtım. Kapıda bekleyenin öz abim olduğunu öğrenince kaçacak yerimin olmadığını anladım. Allah’ın bile unutmuş olduğu bir kasabaydı yavrum, İstanbul dedim sonra. Kocam olacak o herif de beni satmaya kalkınca bıçakladım namussuzu. İşte Melike orada bir kez daha öldü. Oldum sokakların Sevtabı. Beyoğlunun kaldırım gülü, bağrı yanık, sesi güzel Sevtabı.” Bunu anlatırken kimbilir kaçıncı sigarasını söndürmüştü oracıkta. Bir zamanlar rüya gibi bakan yeşil gözleri, İstanbul’a ağzı dolu bir küfür gibi bakıyordu artık. Şiirler mırıldayan genç ve öpülmemiş dudakları artık kabadayılar gibi raconlar kesiyordu hayata. Onunla ne zaman ateşli bir sohbetin içine dalsam, havaya girip ben de onun gibi konuşmaya kalkar beceremezdim. “Aman be sus sus! Sen racon kesme gözünü seveyim! Senin lakırdın çocuklara şeker dağıtıp keloğlan masalları anlatan mafya babası misali anacım, yapma allaasen.” Samimiyeti, içtenliği beni benden alıyordu. Ne zaman bunalsam yanında buluyordum kendimi.
“Ne oldu kuzum senin ki?”
- Aman be Melika abla, ne demek benim ki..
“Yavrum o da mı fos çıktı? Ah be kuzum..”
Yere indirdim gözlerimi.
- Sevebilirdim onu. Hem de çok. Ama yapamadı, gitti.
Yeni bir sigarayı ağzına götürüp çakmakla yakarken omuz silkeleyip gayet ciddi bir tonla:
“E götü yokmuş cesur ve güzel kadın sevmeye, hepsi bu ” dedi. “seni sevmek yürek ister dağ papatyam. Üzme tatlı canını." Onun bu kısa ve mert cümlelerine bayılıyordum. Bazen aklımdaki uğultuyu basit bir cümleyle paketleyiverirdi. Bana da hiç kıyamazdı ki.
“Gel işte ablam benimle, ne yapıyorsun buralarda hala.. Yetmedi mi artık?”
Ne zaman bu konuyu açsam acı acı gülüp, zamanla bana da ezberlettiği şarkının dizelerini mırıldanırdı usulca:
“Bende bir bitmeyen İstanbul hasreti var
Aklımda İstanbul her zaman Üsküdar”
Onun suskunluğunu paylaştım. Ardarda içilen sigaralarına arkadaşlık ettim. Uzunca baktık denize. Vapur seslerinin sabahı selamlamasını dinledik. Sımsıkı sarıldım ona gitmeden önce. Gözlerinin ormanına yandığım ablam. Onu nasıl özlediğimi tahmin bile edemezdi. Giderken şarkının devamı yankılandı ruhumda. Bana Melike ablamı hatırlatan şair-i azamın muhteşem dizelerini nasıl unutabilirdim ki...
“hayatım sende geçti tam otuz senesi
seni nasıl unuturum üsküdar iskelesi”
✒T.Y.
YORUMLAR
Hayatın gerçek yüzü.
O yüzünü bazılarına böyle acımasızca gösterir.
Ömür boyunca kurtulmaya çalışır insancık bu
yüreğini sıkan gerçeklerden kurtulmak için.
İster Üsküdar iskelesinde, ister başka bir yerde
balık ağında yakalanmış balık örneğin, çırpınır durur.
tebrikler,
çok güzeldi anlatım, duygu..
sevgiler..
Bab diyarı ! Karıncaların ayak seslerinin dahi güm güm duyulduğu ;ama karıncaların değil de, aşk için sevgi için çalan kalplerin iniltisi...
O sabah 07,15 vapuru kalkmadan önce.... Sevginin rengi, aşkın bilmecesi o sabah yerden göğe kadar haklı bir sesle, vapura binmeden önceki halimiz...
Ay'ın saklandığı,güneşin ise o sabah bütün insanları sobelendiği ,ama kimsenin bunu fark etmediği leyla'sız değil; mecnun'suz değil; her insanın göğsündeki sevgi gibi...
Burası Üsküdar İskelesi.... Her sabah koşuşturmaların, her sabah yeni umutların denize açıldığı ve her sabahı kendisine şiir, yolcularını şair yapan;burası Üsküdar İskelesi