- 667 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Takdirname Bir Başka Bahara Kaldı (b.ö.r.-31-)
Varoş mahallesindeki okulumda üçüncü yılındayım. “Yaş otuz beş yolun yarısı eder.” Durağına henüz gelmedim. Lakin neredeyse meslek yaşantımın ortalarındayım. Öğretmenliğin manevi hazzı ve artistik yönü beni işime iyice ısındırıyor. İçimde zapt edilmez bir öğrenme-öğretme ateşi sürekli harlanarak yanıyor. Uzak, unutulmuş, senede bir kez arayıp soranımın çoğu kez olmadığı köylerde vicdanımla baş başa çalışırken de kendime şaşmaz bir ilke edinmiştim. Mesleğimi en iyi bir biçimde icra etmek. Bu uğurda olanakları sonuna kadar zorlamak. Hemen hemen her yıl şaşmadan uyguladığım kendime has yöntemlerim var. İlkokul yıllarından beri sürekli takip ettiğim müzminleşen davranışımı devam bağlamında roman, öykü ve şiir kitaplarından ayrı kalmamak. Özellikle her yeni ders yılı başında mesleki yayınları gözden geçirmek. Yeni yeni öğretim yöntemlerini irdelemek. Ayrıca ziyaret ettiğim okullardaki meslektaşlarımın sınıflarını ziyaret edip onların panolarında sergiledikleri çalışmaları gözlemlemek. Bu çalışmalardan beğendiğim yenilikleri kendi sınıfımda uygulamak. Nihayet okulumdaki öğretmen arkadaşlarla çeşitli zamanlarda çalışmalarımız hakkında söyleşiler yapmak. Onların başarılı oldukları alanlardaki deneyimlerinden yararlanarak kendime bir çalışma yöntemi seçtim yıllarca. Böylesi yaklaşımlarla ses getirici ve başarılı çalışmalara imza atıyordum.
Öğrencilerimin de benim gibi okumayı seven birer kitap kurdu olmalarını istiyordum. Türkçe derslerinde aksatmadan kısa süreli kitap okuma seansları düzenleyip çocuk kitaplarından kısa kısa pasajlar okuyordum. Sınıfı, öğrencilerin, “Öğretmenim o kitabı bana ver, bana ver…” çığlıkları dolduruyordu. Böylelikle de öğrencilerime okuma alışkanlığı kazandırma, kitapları sevmelerinde hayli yol kat etmiş oluyordum.
Bay-bayan öğretmen velilerimin kızları da benim öğrencim. Karlı, bir yeni yıl akşamında, ıssız bir dağ evinde çamlara yağan kar manzaralarını izleyen birisinin duygularını anlatan bir anlatı yazmalarını istiyorum öğrencilerimden. Bir ders süresi içinde yazılar yazılıyor. Bu yazıları akşamleyin evlerinde de okumalarını söylüyorum. Ertesi gün bay-bayan öğretmen velilerim, kesinlikle kızlarının anlatısını kendisinin yazmadığını söylüyorlar. Üçüncü sınıf bir öğrencisinin akşam okudukları yazıdaki özgün ve etkili cümleleri kuramayacağını iddia ediyorlardı. Onlara, sınıfımda aynı düzeyde başarılı yazılar yazan başka öğrencilerimin de olduğunu söyleyerek duruma açıklık getirdim. Sevgili velilerim, nihayet ikna oldular kızlarının başarılı yazılar yazdığına. İkisinin de gözleri ışıl ışıl parladı. Ayrı ayrı teşekkür ettiler.
Kitap okuma alışkanlığım hiç terk etmediğim bir alışkanlığım. Sürekli elimin altında bir kitap var. Okumayı seven arkadaşlarla sürekli kitap değiş-tokuşu yapıyorum. Böylece ödünç aldığım kitabı bir an önce okuyup geri iade etmek gerekiyor. Bu arada da kitapsever yeni dostlar ediniyorum. 12 Eylül askeri yönetiminin öğretmenlere bir hediyesi oldu: Öğretmenler Günü. 24 Kasım 1928 günü Atatürk’e başöğretmenlik payesinin verildiği günün anısına 24 Kasım günü bizim günümüz olarak kabul edildi. Ve de öğretmen evlerinin açılması da yine askeri hükümetlerin öğretmenlere bir hediyesi oldu.
Her yıl Öğretmenler Gününü coşku ile kutluyoruz. Yirmi beş şube, otuzun üzerindeki öğretmen kadrosuyla bir 24 Kasım Öğretmenler Gününü için okulun önündeyiz. Ellerinde çiçeklerle öğrencilerimiz, veliler, tüm kadro bir aradayız. Kış mevsimine girmemize karşın sonbaharın ılık havalarını aratmayacak güzel bir gün başlıyor. Güneş, ufuktan altın ışıklarını cömertçe gönderiyor şirin Esentepe’mize. Törende konuşmalar yapılıyor. Sıra bende. Ceyhun Atuf Kansu’nun, Yurdumun Bütün Çiçekleri şiirini okuyacağım. Ses düzeni kusursuz çalışıyor.
“Bana çiçek getirin, öğrencilerimi getirin buraya,
Son bir ders vereceğim onlara, son şarkımı söyleyeceğim.
Sonra öleceğim, nasıl yaşadığını bir tek onlara söyledim,
Bilir bunu köyler, kırlar bilir…” Şiiri salt okumuyor, şairin betimlediği duyguları yeniden yaşıyorum. Abartısız tüm arkadaşlarım ayrı ayrı beğenilerini belirtip, teşekkür ettiler bu özgün şiiri güzel okuduğum için…
Böylesi hoş duygular yaşayarak eğitim-öğretim çalışmalarımı devam ettiriyorum. Birinci dönemin sonları yaklaştı. Düzgün takım elbiseli, kendine güvenli duruşuyla bir ziyaretçim var. Gelen müfettiş. Teftiş yaşayacağım. Sınıfım tertemiz. Panolarım gerekli biçimde işlenmiş. Öğrencilerimin kıyafetleri düzgün, kitap-defterler kaplı. Teftiş yarım saat sürdü. Önce kısa bir dikte çalışması ile öğrencilerimin yazıları gözlemlendi. Birkaç öğrencime kısa pasajlar okutuldu. Daha sonra öğrencilerimin anlatım düzeylerini görmek adına sınıfta bir beyin jimnastiği uygulandı. Çeşitli sorularla öğrencilerim konuşturuldu. Müfettişin bu etkinlik üzerine söylediği şu sözler sınıfımın düzeyini belirtmek açısından ilginçti:
“Öğrencilerin anlatımları; hele söze başlarken giriş cümleleri ne kadar düzgün…” Teftiş sonucum bu yılda geçen yılki gibi “çok iyi” derece ile değerlendirildi. Okul müdürümüz, raporumdaki yazılanlar hakkında bayrak töreni öncesi okulun önünde tüm arkadaşlara kısa bir söylev sundu:
“ 3-A Sınıfının başarıları diğer zümre sınıflarına göre çok farklı durumda. Öğrencilerin akademik başarıları değil üçüncü sınıf beşinci sınıf düzeyinde. Müfettiş öğretmenimiz hakkında çok güzel ve övücü cümleler yazmış…” Bu sözler üzerine çok sevdiğim zümre arkadaşım Akın öğretmen, “……, çok çalışıp bizi mahcup ediyorsun!” Türünden birazcık sitem etti bana. Hiçbir arkadaşımı mahcup etmek gibi bir olumsuz düşüncem hiç olmadı ve olamazdı. Tek dileğim, ülkemin ve insanımın aydınlanması ve yükselmesi. Biliyorum: Yer karasında kalkınmış, dünya siyasetine yön veren ülkeler nitelikli eğitimle bulundukları yerlere gelmişlerdir. Çalışmalarımla öğrencilerimi yarınlara başarıyla yetiştirebiliyorsam bu işin manevi zevki bana yeter de artar bile.
Arkadaşlardan bir farkım varsa; tutku düzeyinde okuma sevgimin olması. Kendimi sürekli yeniliklere açık tutmam ve her gün iyiden, doğrudan ve güzelden yana yeni bilgiler edinme çabası içinde olmam. Bunlardan daha da önemlisi öğretmenliği uçsuz, tanımsız bir sevgiyle sevmemdi. Yalan nedir bilmeyen, günah nedir tatmamış, eğitilmeye hazır; melek düzeyinde temiz ve terbiyeli öğrenciler arasında olmaktan dünyanın en ünlü sanat yapıtlarını gözlemleyen sanatçı ruhlu insanların tattığı zevke eşdeğer zevkler tadıyor olmak. Bu duyguları dolu dolu yaşamak ve içselleştirmem güzeldi elbette. Yoksulluk içinde büyüyen, bazı geceler yarı tok yatağa giden öğrencilere yararlı olmak, onları gelecek yıllarda okuyacakları okullara yönlendirmek ve hazırlamakla iyi bir iş çıkardığımın bilinciyle zamanın nasıl geçtiğini fark edemeyerek günleri tüketiyordum.
İkinci dönemin sonları yaklaşıyor. Spor kolundaki çalışmalarımızı daha da sıklaştırdık. Yakında il birinciliği için basketbol maçları başlayacak. Takımımıza güvenimiz sonsuz. Antrenmanlarımızda kemik sesleri duyuluyor. Uzun adamımızdan Öztürk’ün bir antrenman çalışmasında bir kolu pazı kemiğinden kırıldı. Gözyaşları içinde öğrencimi hastahaneye kavuşturdum. Bu öğrencimiz ancak son maçlarda takımla birlikte oldu.
Maçlarımızda salon doluyor. Bizleri izleyen özel seyircilerimiz var. Harlem takımı gibiyiz. Altmış sayı ortalamayla oynuyoruz. Maçlar sadece sahada, salonda kazanılmıyor. İşin birde masa arkası tarafı var. Burada bazı maçların nasıl sonuçlanacağı kirli entrikalarla belirlenir. İki yıl önce, taraflı tarafsız herkesin gördüğü gibi final maçımızı hakem elleriyle karşı takıma hediye etmişti. Oyun kurucu oyuncumuzun topu her eline aldığında aleyhimize hatalı yürüme kararı vererek topu rakip takıma vermişti. Bu kez rakiplerimiz, oyuncularımıza kasti fauller uygulayarak hızımızı kesmek istiyorlardı.
Maçlarımız başladı. Her rakip takımın idarecisinin elinde bir dilekçe hazır. Takımımıza itiraz ediyorlar. Nüfus cüzdan yaşından büyük öğrenci oynatıyormuşuz. Oysa lisanslarımızda kural dışı bir hatamız yoktu. Daha neler neler… Bir maçımızı oynuyoruz. Genç bir beden eğitimi arkadaş, yanında kendi okulundan üç-beş bayanla birlikte maçımızı izliyorlar. Arkadaşın takımı, hatalı oyuncu değiştirmeleri nedeniyle önemli bir maçını kaybetti ve elendi. Öğretmenimiz dikkatsizlik yüzünden kısa süre takımında altı oyuncu oynattı. Bu kural dışı uygulaması fark edilince takımı elenmiş oldu. Bu arkadaş yanındaki bayanlara çok bilmişçesine bir oyuncumuzu gösterip:
“Şu çocuğun bacaklarına bakın, ne kadar kalın. Bu okul büyük çocuklar oynatarak başarıya gidiyor…” Türünden sözler ediyordu. Maçımız kıran kırana geçiyor. Romen vatandaşların çocuklarının çoğunlukla oluşturduğu bir takımla oynuyoruz. Rakibimiz hayli dişli. Maç henüz kopmamış. Arkadaşa dönüp, “Gözlem gücün çok yüksek. Beden eğitimi öğrenimi görürken, anatomi dersine verdiğin önem kadar basketbol kaç kişi ile oynanır kuralını da bir iyi öğrenseydin takımının hatan yüzünden elenmesine neden olmazdın…” diyerek sözlerine cevap verdim. Az sonra türbine döndüğümde başarımızı küçümseyen genç bedenciyi bir daha göremedim. İş bu kadar söz atmalarla kalsa ne ala.
Spor İl Müdürü yaşı büyük sporcu oynatıyoruz diye iki uzun sporcumuzdan kemik raporu istedi. Amaç takımımızı diskalifiye etmek. Fakir mahalle çocuklarının, ilin zengin semtlerinin varsıl aile çocuklarını spor alanında bile geçmesi bir türlü hazmedilemiyordu. Hastahaneye gittim. Öğrencilerimize kemik filmi çektirdim. Okul müdürümüz bize her türlü desteği veriyor. Öğrencilerin lisansı için sadece nüfus cüzdan yaşının yeterli olup olmadığıyla ilgili ayrıca araştırma yapıldı. Spor yönetmelikleri incelendi. İlçedeki Anadolu lisesinin beden eğitimi öğretmeni yönetmeliğin lehimize olan ilgili maddesini hakkında bizi bilgilendirdi. Okul müdürümüz konuyu Milli Eğitim Müdürüne taşıdı. Beden Terbiyesi il müdürünün keyfi bir kararla bizi yaptığı haksızlık ortaya çıktı. Bu kez spor müdürü bir maç önünde yüzü asık, başı yerlere eğik, ağlamaklı bir ses tonuyla, “Hocam beni sürdürecek misiniz?” diyerek bize özür beyan etti. Sistem böyle çalışıyor ülkede. Zihniyet değişmedikten sonra bir kişinin yeri değişmiş ne fark eder. Final maçımızı da farklı kazandık. Masa arkası oyunları da zor bela bertaraf ederek şampiyonluk kupasını okulumuza, mahallemize taşıdık.
Spor kolu çalışmaları içinde olmakla da betimlenemeyecek güzellikler yaşadım. Koşular, hele de basketbol maçlarının heyecanı anlatılmaz. Oyuncu olarak maç oynamaktan öte koç olarak maçları dışardan idare etmek ve izlemenin heyecanı ve sorumluluğu çok daha fazladır. Fakir mahallenin yoksul çocuklarını daha üçüncü sınıftan alıp bir takım oyuncusu olarak yetiştirmenin hazzı bir başka hoştur. Unutulmaz. Arkadaşımla aramızdan su sızmayan iyi bir ikiliydik. Yaptığımız işin manevi değeri parayla pulla ölçülemez. Bu işten, deve de kulakta olsa ufak bir maddi gelirimiz oluyordu. Madalyanın bir de parlak olmayan arka yüzü var, haneme yazılan. Maçlarımızı bağır-çağır sesleri içinde oynuyorduk. Oyunda her saniyenin önemi var. Her an oyunu takip etmek ve gidişata müdahale etmek gerekir. Tozlu salonlarda ses tellerim hasar görmüş, boğazım ağrırmış kimin umurunda. Öksürük nöbetlerim sıklaşınca doktora gitmek zorunda kaldım. Yaptığım işten beni hiç terk etmeyen bir hediye edinmiş oldum. Müzmin, falanjist rahatsızlığı.
Bölge şampiyonluğu için Edirne seçilmişti. Güneşli bir mayıs sabahı yola çıktık. Trakya’da, yemyeşil, düz ovalarda yolculuğumuz neşeli bir havada sürüyor. Buğday tarlalarında ekinler boy atmış neredeyse başağa evirilecekler. Nadasa bırakılmış alanlarda kırmızı gelincikler hafif esen rüzgarda nazlı nazlı salınıyorlar. Geçen yıl Zonguldak’ta yaşadığımız heyecan yok artık üzerimizde. İlimizi ikinci kez temsil ediyoruz. Oldukça deneyim kazandık. Takımımıza da güveniyoruz. Biricik amacımız sportmence mücadele edip, gideceğimiz yere kadar gitmek. Ayrıca öğrencilerimize yeni bir kenti tanıtmak, onlara yaptıkları çalışmaların karşılığı farklı güzellikleri yaşatmak. Dinlenme sürelerimiz içinde bir imparatorluğa başkentlik yapmış bu serhat kentimizde geziler yapıyoruz. Ünlü Selimiye Camisinin zarif minarelerini yakından temaşa ediyoruz.
Maçlar başladı. Sonuçlar istediğimiz gibi gelişiyor. Fakat fakir bir semtin takımı olduğumuz öğrencilerimizin ucuz spor kıyafetlerinden alenen belli oluyor. Rakip takımların öğrencileri yeni ve marka elbiseleriyle bizden çok farklılar. Bolu takımı ile oynuyoruz. Bizim uzun boylu oyuncularımıza karşın rakip takım oldukça kısa boylu öğrencilerden kurulu. Maçı ileride götürüyoruz. Ara ara iyi öğrencilerimizi kenara alıp takımı dinlendiriyoruz. Böylesi anlarda Bolulular maçta arayı kapatıp maça ortak olma safhasına yaklaşıyorlar. Bu kez uzun adamları maça koyup oyunu lehimize çeviriyoruz. Seyirci kısa boylu Bolu takımına sempati duyuyor. Aleyhimize tezahürat yapıyor. Kızdığına nadir tanık olduğum arkadaşım, yıpranmış, giyilmeyecek hale gelmiş uzun boylu öğrencimizin ayağından ayakkabısını çıkardığı gibi seyirciye fırlatmak istiyor. Ani bir refleksle dostumun koluna sarılıp oluşacak çirkin hareketi engelliyorum. Seyirci sadece salonda oynanan oyunu görüp olaya tepki koyuyordu. Bizim nasıl mali zorluklar içinde takım oluşturduğumuzu elbette bilmiyordu.
Finaldeyiz. Takımımız hayli yıprandı. Oyun kurucumuz hasta. Rakip geçen yıl bizi finalde yenen aynı takım. Bosna’dan yurdumuza göç eden ailelerin çocukları. Sürekli kapalı spor salonlarda çalıştıklarını söylüyorlar. Oyunlarını daha da geliştirmişler geçen yıla oranla. Oyun bir başladı, rakibimizi tutamıyoruz bir türlü. Üzerimize her geldiklerinde skor üretiyorlar. Biz de iyi oynuyoruz. Basketboldan anlayan bir seyircinin, sayı üreten bir oyuncumuzun hareketi üzerine söylediği şu söz takımımızın da ne denli güzel oynadığını belirtiyordu adeta. “Bu hareketi, milli takım oyuncuları yapabilir ancak…” Maçı açık ara kaybettik. Altmış sayılık maç ortalamasını skor olarak yakaladık fakat rakibimiz bize doksan sayı yaptı. İkinci olduk. Bu derece de güzeldi. Marmara ikinciliği.
Bu takımımızla ilgili iki olayı anlatmazsam eğer öyküm yalın kalır. Edirne’de maçlarımız bir haftaya yakın sürdü. Yemeklerimizi lüks lokantalarda yiyoruz. Yemekten sonra kısa bir şehir turuna çıktık. Akşamleyin oynayacağımız maç için moral depolayacağız. Aniden gözüme bir öğrencimizin eşofman cebinde sakladığı çeyrek ekmek takılıyor. Kalabalık bir ailenin çocuğu olduğunu bildiğim bu öğrencimin aç kalma, yatağa aç gitme anlarını anımsamış olmalı ki, yanına bir parça ekmek almıştı lokantadan çıkarken.
Takımın en iyi elemanlarından olan Şaban’ımız sık sık yoruluyor zaman zaman da öksürüyordu çalışmalarımız esnasında. Şaban dağılmış bir ailenin şanssız çocuğuydu. Baba Almanya’da kalmış. Anne yeniden yuva kurmuş. Çocuklar ortada kalmış. Öğrencimiz ve kardeşleri dar gelirli nine ve dedelerinin yanında kalıyordu. Yetersiz beslenme, tüm olumsuzluklar içinde yaşıyordu anne-baba ilgisinden yoksun çocuklar. Kros koşularında il birincisi, basket takımının acar oyuncusu Şaban’ımızı yakalandığı ince hastalık sonucu kaybettik. O, şimdi Esentepe’nin yukarı yamaçlarında ebedi uykusunu uyuyor. Bu öğrencimin kısa süreli yaşam öyküsünü anımsayınca gözlerim yaşarır. O’nu çocuk yaşlarda kaybetmenin hüznünü yeniden yaşarım.
Edirne’den kupa ile dönmek güzeldi. Geçen yılkı gibi müdürümüze Ankara’dan takdirname geldi. Okul sezonunun son günleri müdürümüz arkadaşıma ve bana son derste bir haber iletti: “Yarın okula takım elbise ile gelin.” Okulda koro çalışması yapan Gönül öğretmene ve bizlere teşekkür ve takdirname verilecekmiş. Ertesi gün okuldayız her zaman ki gibi. Derslere girip çıkıyoruz. Öğlen oldu. Son derse girdik. Ve de paydos zili çaldı. Ne arayıp ne soran oldu bizi! Takdirname beklentimizin bir başka bahara kaldığını bir sonraki gün yerel gazeteleri görünce anladık. Kocaeli gazetesinde, özellikle spor kolunda çalışan, maçlarda, “ Bize fazla sayı atmayın, mahcup oluyoruz…” diyen arkadaşlar sayın valimiz ve Milli Eğitim müdürümüzün yanında ellerinde takdirnameleriyle poz vermişlerdi. Üzülmedik dersem yalan olur. Bu duruma müdürümüz de üzüldü.
Spor kolunda çalıştığımız üç yıl içinde il içi ve il dışı yarışlarında ses getirici başarılar kazanmıştık. Sınıf öğretmeni olarak da çalışmalarımız beğeniliyordu. Başarılarımız amir pozisyonunda olanlarca böylesine basitçe göz ardı edilmemeliydi. Bu durum kentin kenar mahallesinde merkeze uzak bir okulda olmaktan kaynaklanıyordu bir yerde. Yoksul aile çocuklarından kurulan bir takımın kentin merkezinde oturan varsıl aile çocuklarından oluşan takımları yenmesi amirlerimizce hoş karşılanmamıştı.
Başarılarımızın takdir edilmemesinin bir başka nedenini de bu işleri irdeleyince daha sonra öğreniyoruz. Yıl içinde verilecek başarı belgeleri daha önceden kimlere verileceği ayarlanıyormuş. Mevcut hükümetlerin iş başındaki yöneticileri oluşturacağı kadrolara seçecekleri kendi görüşlerine uygun elemanlara veriliyormuş başarı belgelerini. Böylelikle idareciliğe başvuran adayların başarı puanlarının hesap edilmesinde takdirname ve benzeri başarı belgesine sahip olanlar diğer adaylara üstünlük sağlıyormuş. İdareci kadroların seçilmesinde böylesi Bizans oyunlarının oynandığına hep tanık oldum.
Tipik üçüncü dünya ülkesi olmanın dayanılmaz uygulamaları. Hatır-gönül işi, ahbap-çavuş ilişkileriyle kadrolaşma uygulamaları. Nerede, bilgiye, deneyime ve liyakate değer veren dünya siyasetini yönlendiren ülkelerdeki uygulamalar? Örnek çalışmalar da bu yer karasında yaşanıyor. Ama bizlerden uzak diyarlarda!
Önemli olan niyet, dürüstlük, toplum çıkarlarını kişisel çıkarlardan önde tutma anlayışı. İnanıyorum ki, bizler de uygar dünyanın ilerleme uğrunda takip ettikleri, bilimi kılavuz edinip aklın yolunu takip ettikleri yolları takip eder; kaliteli eğitimle nitelikli kuşaklar yetiştirmeyi kendimize ilke edinirsek kısa sürede çağdaş uygarlığı yakalama çabasında emim adımlarla ilerliyor olabileceğiz…
YORUMLAR
Ceyhun Atuf Kansu’nun, Yurdumun Bütün Çiçekleri şiirini okuyacağım. Ses düzeni kusursuz çalışıyor.
“Bana çiçek getirin, öğrencilerimi getirin buraya,
Son bir ders vereceğim onlara, son şarkımı söyleyeceğim.
Sonra öleceğim, nasıl yaşadığını bir tek onlara söyledim,
Bilir bunu köyler, kırlar bilir…
(Kıymetli öğretmenimiz bu güzel şiire hayran kaldım, Ceyhun Atuf Kansu’nun yazarımızın ruhu şad olsun , sizin kaleminiz her sayfanızda bizleri bilgilendirmeniz hayranlık efendim,...
Başarılarımızın takdir edilmemesinin bir başka nedenini de bu işleri irdeleyince daha sonra öğreniyoruz. Yıl içinde verilecek başarı belgeleri daha önceden kimlere verileceği ayarlanıyormuş. İdareci kadroların seçilmesinde böylesi Bizans oyunlarının oynandığına hep tanık oldum.
(Maalesef İbrahim öğretmenimiz ne acıdır ki haksızlıklar sevgili ülkemizin kaderidir efendim...
Sizin öğretmenlik anılarını okumaya başladığımdan beri, emekleriniz gerçekten gurur ve onurdur öğretmeminiz tabi ki bence...
Sevgim ve selamlarımla...
Emeklerinize Saygımla daima...
İBRAHİM YILMAZ
selam ve saygılar iletiyorum yüce gönlünüze.