- 1058 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
Buz Tutan Ateş
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
BUZ TUTAN ATEŞ
"Belki okuduğunuzda ateş gerçekten buz tutmayacak. Fakat üzgünüm... Birebir yaşanmışlık olan bu anı-öyküyü okurken kanınızın donmasına engel olamayacağım değerli dostlarım..."
***
Zahide ebe akça pakça, tombul, tatlı bir nineydi. Epeyce yaşlanmıştı ama cami yıkılsa da mihrap yerindeydi hala. Beyaz teni, iri yeşil gözleri, hülyalı bakışları gençliğinde ne yürekler hoplattığını ele veriyordu... Bir kürklüyü o beğenmemiş, iki kürklü de onu bulamamış, biraz geç evlenmişti aslında. Olsun. Garip anacığı ölmeden mürüvvetini görmüştü yine de Zahide’ nin.
Bahçe içinde küçük, şirin bir evde yaşardı. Babadan kalma evi onarıp aşiyana çevirmişti adeta. Fazla büyük değildi ama yeter giderdi ona iki göz ev. Ne kalabalık başı vardı ki... Önce eşini kaybetmiş, ardından da çocuklarını evlendirmiş, yapayalnız kalmıştı. O bir ebe anneydi. Öyle çok manevi çocuğu vardı ki... Sayısını bilmesi olanaksızdı.
Zifir karanlık bir geceydi. Bahçedeki zeytin ağaçlarının yaprakları saçlarını savurarak inleyen bir kadın gibi feryat ediyordu adeta fırtınanın etkisiyle. Niobe’ nin çığlıkları yankılanıyordu rüzgarın uğultusunda... Sobaya odun atmak için yerinden kalktı sızlana sızlana. Dizleri ona ihanet ediyordu artık... Tek eliyle sobanın büyük sac kapağını açtı, elindeki odun bir anda canlandı sanki. Atıverdi elinden, korkuyla. Her kış, ama her kış bu azabı çekiyordu Zahide ebe. Odunlar ateşe giderken ağlıyorlardı bir bebek gibi...INGAA.......
Babasını kaybettiğinde henüz ilkokula gidiyordu küçük Zahide. İki kardeşi daha vardı evde. Biri kız biri erkekti kardeşlerinin. Halide ile Ferit. Ablalarına hayrandılar... Zor yıllar başlamıştı. Hem de çok zor... Nasıl da özlüyordu babasını, nazını, gücünü, sevgisini, güvenini... Annesi çok çabalıyor ama asla onun yerini tutamıyordu. Kokusunu özlemişti babasının. Kendisi gülmeden gözlerinin içinin gülüşünü...
Ege çocuğuydu o. Denize âşıktı. Zeytin ve tütün tarlalarında geçmişti çocukluğu. Annesi tütüne, zeytine gidince o evde kalır, kardeşlerine bakardı gücü yeter, yetmez. Annelik yapardı onlara. Masallar okur, oyunlar oynardı kardeşleriyle. O yatılı okula giderse annesi ne yapardı bir başına? Annesi işe gidince kardeşlerine kim bakardı? Fakat koymuştu aklına bir kere, gitmeliydi... Okumalıydı... Eğer o okula gitmezse okul hayatı burada biterdi. Başka seçeneği yoktu...
Öğretmen olmak istiyordu aslında. Ama o, Devlet Parasız Yatılı Ebe-Hemşire Okulu sınavlarını kazanmıştı. Okula girebilmesi için yaşını büyütmeleri gerekiyordu. Annesi o sabah bayramlık elbisesini giydirdi Zahide’ ye. Saçlarını iki örgü yaptı sıkıca. Kurdele takmadı küçük görünmesin diye. Komşu teyzesini de yanlarına alıp düştüler şehrin yoluna... Hükümet binasını ilk defa görüyordu Zahide. Ne kadar büyüktü öyle! ... Mahkeme salonuna girince korktu önce. Ya yüzüne bakınca yaşını anlarsa hâkim? Ya inanmazsa Fatma teyzesinin yalanlarına... Cübbesinin yakasında sırmaları olan genç ve güzel bir hâkime hanımdı davaya bakan. Aslında anlamıştı elbet... Ya da Zahide öyle sanıyordu ona attığı sevecen fakat manalı bakışından. Fakat konu okul olunca hiç itiraz etmedi. O güzel ve gülen yüzüyle yaz kızım; dedi kâtibeye... Şahidin de beyanına göre........ Kızı Zahide Güçlü’ nün yaşının....... tarihine göre düzeltilmesine, ilamın 15 gün sonra kendilerine tebliğine karar verilmiştir... Tık tık tık tık tık... daktilo sesleri...
Ohh ... Nihayet bu iş de hallolmuştu ama Zahide’ nin de dizlerinin bağı çözülmüştü deyim yerindeyse hani... Çok sevmişti hâkime hanımı. Sırf o okusun diye yalanlarını yüzlerine vurmamıştı. Ne kadar isterdi o da hâkim olsun. Öyle sırmalı yakalı cüppeler giysin. Suçlulara cezalarını verip mazlumun hakkını korusun... Ama ne çare? O yetim çocuktu. ’Dul karı çocuğu’dediklerini duymuştu kendisi için, ne demekse? Söyleyenlerin ifadesinden hiç de hoş bir şey olmadığını sezinlemişti yine de... Şehirde evleri de yoktu. Nasıl okuyacaktı? Çaresiz ebe-hemşire okuluna gitti. Fakat zaman zaman rüyalarında kendini cübbesi sırtında, mahkeme kürsüsünde gördü gecelerce...
Bir valiz hazırlandı, konu komşunun da yardımlarıyla. Okulu Konya’ daydı. Konya nereeee İzmir nere? Uzun bir tren yolculuğu. Trenin geceyi yırtan acı düdüğü, kara geceye sanki içindeki acıları savurur gibi gönderdiği kara dumanlar... Azıklar yenildi. İçecekler tükendi. Çuf çuf çuf... Ne bitmez gece, ne uzun yolculuk bu böyle?... Oh... Nihayet Konya.... Oooo... Ne büyük bir şehir bu böyle... Bıraksalar kaybolur Zahide... Bir korku kapladı içini inceden.Ve okula teslimat. ’Eti sizin-kemiği benim’ muhabbeti... Annesi onu bırakıp geri dönerken tuttu kendini ağlamamk için Zahide. Bir damla yaş akıtmadı gözlerinden. Annesi gözden kaybolunca kapandı tuvalete, açtı barajlarının kapaklarını... Ağladı, ağladı ağladı... Üç koca yıl nasıl geçecekti böyle? Trenle dönerken annesinin halini bilemezdi. Oysa annesi sanki yüreğinden bir parça kopmuş gibiydi. Bir yeraltı nehriydi sanki, için için çağlayan... Ya da bir yaraydı, sessizce kanayan...
Dershanenin penceresinden bakarken dalar giderdi bazen... Dağların ardında deniz var diye düşlerdi. Ve dağların eteklerinde Zeytin, incir bahçeleri... Ölüme bile alışılıyor da okula mı alışılmaz? Alıştı o da sonunda. İple çekerdi yaz tatillerini. Etütleri, stajları, uygulamaları, okul müsamereleri... Ve bir gün baktı ki üzerinde beyaz üniforması ve kepi ile mezuniyet töreninde. Acısıyla, tatlısıyla nasıl da geçivermişti koskoca üç yıl...
Tayini doğunun ücra bir köyüne çıkmıştı, hem de Kuş uçmaaaz, kervan geçmez bir köyüne. Gidecekti çaresiz. Gitmeme gibi bir lüksü yoktu. Kardeşlerini okutacaktı çalışıp. Gitti de... Annesi, köyün muhtarına teslim etti Zahide’ yi. O artık alımlı, genç, güzel bir ebe hanımdı. Bahçelerinde tek göz bir sundurmaları vardı muhtarın. Oraya yerleşti istemese de. Seçme şansı yoktu ki...
Günler su gibi akıp gidiyordu. Ev ev geziyor, hamile kadınları saptıyor, not ediyor, ziyaretlerine gidiyor, muayenelerini yapıyordu. Köy kadınlarını eğitmeye çalışıyordu mesleğiyle ilgili. Doğum kontrolleri v.s. Pansumanlar, iğneler ve aşılar da cabası. Geldiğinden beri sıkılmaya hiç vakti olmamıştı. Muhtarın hanımı da çok iyi birisiydi... Candandı. Yöresel yemekler pişirdiğinde ya onu çağırır ya da bir kap alıp yanına gelirdi. Genç ve güzeldi. Biri beş yaşında biri kucağında iki çocuğu vardı. Diğeri de yoldaydı, karnında... Üçüncü karısıydı muhtarın... Pek dillerini anlamasa da anlaşıyorlardı bir şekilde. Birbirlerine dillerini öğretiyorlardı. Bu alışverişten ikisi de hoşnuttu...
Bir kış gecesi, idare lambasının ışığında kitap okurken kapı yumruklandı acı acı. Korkuyla açtı. Kapıda kafası gözü kardan gözükmeyen iki adam: ’doğum var ebe hanım acildir! ’Dediler. ’Hemen gel bizimle. ’ Doğum bu, bekler mi? Üstelik yemin etmişti mezun olurken. Gökten taş yağsa gidecekti, çare yok... Sobanın kapağını kapadı. Kalınca giyindi. Kaşkolünü kafasına doladı. Düştü adamların peşine. Tipiden göz gözü görmüyordu. Birkaç kez yuvarlandı. Tutup kaldırdılar. Adeta sürüklüyorlardı Zahide ebeyi.
Köyden çıktılar. Orada bekleyen bir ata bindirmeden önce gözlerini ve ağzını sıkıca bağladılar. ’Sıkı tutun eyere! ’Dediler. Dizginler adamın birinin elindeydi... Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi Zahide’ nin. Çakal ve kurt ulumaları geliyordu uzaklardan... Ne kadar gittiklerini bilemiyordu. Zaman kavramını yitirmişti artık. Parmaklarını hissetmiyordu. Korku acıyla karışınca tarifi tanımsız bir şey çöreklenmişti sanki yüreğine... Duman ve tezek kokularından bir başka köye geldiklerini anlamıştı. Köpekler havlıyordu acı acı.
’İn aşağı!’ dedi sertçe ve kabaca pos bıyıklı olanı. İndi. Titriyordu. Hem soğuktan hem korkudan... Ahırdaki hayvanlar bu vakitsiz misafirden huylanıp homurdandılar. Kerpiç, kiremitsiz evin kapısı aralandı. Ortada yanan koca bir varil sobaya takıldı gözü hemen. Ohh... Nihayet ısınacaktı. Kadınlar vardı odada. Suskun... Yüzlerinden düşen bin parçaydı her birinin sanki. İsli idare lambasının ışığında köşedeki yer yatağına takıldı gözü. Çocuk denecek yaşta bir genç kız tortop olmuş, sancılar içinde kıvranıyordu... Çektiği acı, yüzünden okunuyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Alnında terler boncuk boncuktu... Fakat gıkı çıkmıyordu. ’Aha bu!’ Dedi adam. Gözden kayboldular birden. Silkindi birden Zahide ebe. Buyurgan bir sesle: ’Sıcak su, leğen, bez hazırlayın’ dedi. Şehir ne kadar uzak bilemezdi. Doğum anı gelip çatmıştı zaten. Dua etti çocuğun ters gelmemesi için. Ellerini dezenfekte edip içinden: ’Ya Allah!... Yardım et şu gencecik anneye’ diyerek muayeneye yeltendi. O da ne?... Bebek geliyordu. ’ Ikın’ dedi çocuk anneye, yakaladı çocuğun başını... Çekip aldı anneden bebeği. Kesti göbek bağını besmeleyle. Şimdi minicik can avuçlarındaydı. Kalbi bir serçeninki gibi çırpınıyordu. Ayaklarından sıkıca tutup baş aşağı etti yavruyu. Kapkara saçları ensesine kadardı. Kara uzun kirpikleri kaşlarına değen ne güzel bir erkek bebekti Allahım... Cılız bir ’ ıngaaa ’ sesi doldurdu odayı. Kimseden çıt çıkmadı. Sinek uçsa kanat sesi duyulurdu. Usulca aldılar elinden. Anneden bebeğin eşini ayırıyordu şimdi Zahide ebe süratle. Bebeği yıkamak için odadaki yaşlı neneye tam uzanmıştı ki, biri o koca varil sobanın kapağını açtı, suratsız nene bebeği ateşe atıverdi aniden... Şok oldu Zahide ebe. Gözleri yuvalarından fırlayacaktı sanki. Şaşkına döndü bir anda. Dili tutuldu. Midesine kramplar girdi. Kusası geldi, kusamadı... Yataktaki az önce doğum yapan çocuk yaştaki anneye dönüp baktı gayri ihtiyari. Gözlerinden iri yağmur damlaları gibi akıyordu yaşlar sabinin... Acıdan mı, hüzünden mi?... Dokuz ay karnında taşıdığı bebek şimdi sobanın içinde cayır cayır yanıyordu.Onun gıkı çıkmıyordu. Yoksa dilsiz miydi?... Bu nasıl bir vahşetti? Odada iğrenç bir yanık et kokusu, ölüm sessizliği ve büyük bir suç vardı...
Kara paltolu adamlar yine başları ve yüzleri sarılı, odaya girdiler. ’ Hadi ’ dediler sadece. Dışarı çıktığında yüzüne çarpan tipi bile aklını başına getiremedi. Şimdi içi donuyordu. Bir şeyler kopmuştu yüreğinden. Zahide ebeyi ata bindirip aynı titizlikle gözlerini ve ağzını bağladılar, köyünün girişine getirdiler. Tipi olanca hızıyla devam ediyordu. Rüzgâr ıslık çalıyor, horozlar ötüyordu kümeslerde. Tan yeri ağarmaya başlamıştı usulca. O attan inerken: ’Sen bizi hiç görmedin, bu gece evden dışarı çıkmadın değil, ebe hanım’ dediler. ’Ağzını açarsan gerisini sen düşün gayrı... ’
Bu bir töre cinayetiydi. Olmaz olsundu böyle töre!... Belli ki bir ensest ilişki çocuğuydu bu. Suçlu kimdi?... Dünyadan bihaber bebeğin ne günahı vardı. Ya annesinin?... Küçük annenin acıları ve utancı yüzünden okunuyordu. Ama şikâyet edemezdi çocuk. Zahide ebe de. Gittiği yeri bile bilmiyordu ki... Gözleri ve ağzı bağlıydı... Hem, annesine bakacak, kardeşlerini okutacaktı o. Eğer öldürülürse, kaç hayat birden sönecekti. Ortak oldu bu suça. ’Bir kabus gördüm’dedi... Dedi demesine de... Yıllarca ne o çocuk annenin yaşlı gözleri ve solgun yüzü, ne de bebeğin feryadı silinmedi bir türlü usundan. Her kış, odunlar bebek oldu sobaya giderken... Taştan, demirden ağır olan bu yükü taşıyacaktı ömrünce.
Not: Kurgu değil olayın özü, yaşanmışlık. Çocukluğumda yaşlı bir ebe anlatmıştı. Çocuğum, anlamam diye beni odadan çıkarmamışlardı büyükler. Gerçekten de nedenini, niçinini ne anlamış, ne de sorgulamıştım. Ben oyuncak bebeğimle oynuyordum bir köşede. Tek kare kalmıştı bu anıdan zihnimde ; bebek ve soba... Bebeğin çığlıkları... INGAAAA !... Öyküdeki bebek ve soba tamamen gerçekti. Çok uzun yıllar bilinç altımda kalmıştı bu olay. Bir gün beynimin kıvrımları arasındaki derin uykusundan uyandı. Pazılın parçaları birleşti. Günlerce uykularım kaçtı. Beni huzursuz etti. Zahide ebe yıllarca susmuştu fakat odunlar isyan ediyordu işte bu suskunluğa... Ben de daha fazla susamadım, yazdım...
Naime ÖZEREN
Ve öykümün isim babası bir dostumun yorumu:
Hayır, hayır... Başka bir ad düşünemiyorum... Öykünün adı BUZ TUTAN ATEŞ... Bir ömür bir nefese sığmışsa. Bir ses dünya durdukça susmayacaksa, VİCDANLAR BU SESİ DUYMAYACAKSA. Akıl o kişilerin hangi mahlûkat olduklarını sorgulamakta. Başka bir ad düşünemiyorum...
Not : "Buz Tutan Ateş adlı" öykü kitabımdan - Tilki Kitap / Mart 2016
YORUMLAR
GÜNEŞİ UYANDIRAN
Değer kotan yorumunuz için teşekkürler Osman bey. Değerli dost. Sizinle burada karşılaşmaktan mutlu oldum... Fırsat buldukça sayfanızı ziyaret etmek isterim. Esenlikle...
Yaşadığımız zaman da da yaşanıp yaşanmadığını bilemiyoruz.
Ama çok güzel bir anlatım ile bu olaylara parmak basmak ve bir daha yaşanmaması için örnek olarak güzel bir öykü!
Dediğiniz gibi de ateşi dondurmasa da kanımızı dondurdu!
Daha da güzel öykülerde buluşmak temennisi ile.
Selam ve saygılarımla.