ORDU'LU BİR KIZ SEVDİM!.. (CENNETTE AŞK!..) (1)
Havada en ufak bir esinti bile yok! Ülkenin bir çok şehirleri yaz sıcaklarının esaretine girmiş durumda iken rahat nefes alınacak, tenlere serin nefesini üfleyecek rüzgar esintilerinin kırıltılarına bile hasret insanlar. Boncuk boncuk terlerin döküldüğü, sokak kedilerinin, köpeklerin gölgelik yerler bulabilmek için arabaların altlarına geçici, dakikalık ilticalar ettiği Temmuz cehennemi hüküm sürerken, tavan arasına iliştirilmiş iki odalı evinin salonuna geceden kalma uykusunu açabilmek için iki elinin avuçları ile gözlerini oğuştura oğuştura kanepeden usulca doğrulurken, dışarıyı isteksiz uykulu bakışlarsa söyle bir süzdü. Başını hafifçe eğerek pencerenin yukarı kısmından bulutların sürgüne yollandığı masmavi gökyüzüne baktı kaldı. Dudaklarını iştahsız tavırlarlarla büktü. Bugünde sıcaklara boyun bükülecek bir günün başlayacağını tasdik edercesine başını salladı. Kanepe üzerindeki bir kaç ince örtüleri sol eliyle toplayıp fırlattı ta kirli çamaşırlarını koyduğu naylon sepetine doğru. Ayağa doğrulup aynı oda içerisindeki laobaya yöneldi yüzünü yıkmak için. Musluğu açıp, avuçlarına doldurduğu suyu yüzüne şap diye çırpıştırdı. ’ Vay be! Sabahın erken saati olmasına rağmen hala suda en ufak bir serinlik yok. Sanki hamadan yollamışlar’ diye içinden söylene söylene yıkadı yüzünü. Omuzuna doladığı sarıkırmızılı havlu ile bastıra bastıra ıslak yüzünü kuruladı.
Dışarı çıkmadan mütavazi kahvaltı masasını hazırlayıp, ocağa da çay suyunu koyarak kanepeye oturdu. Çay suyunun kaynamasını beklerken bir şeyler okumayı canı çekti. Gece uykusu gelinceye kadar isteksiz okuduğu şiir kitabını yatarken masa üzerine bırakmıştı. Göz ucuyla kitaba baktı; ’ Gel seni yeniden bi karıştırayım, Canımın sevdiği iyi bir şiir çıkar karşıma’ diyerek uzanıp aldı eline. Şiir okumasını sevdiğinden, şiir yazan arkadaşlarının eserlerini okurdu. Kitap satış noktalarında roman, hikaye kitapları alırken mutlaka şiir kitabı da alırdı. Bu şiir kitabınıda geçen hafta Sultanahmet’teki kitap satış mağazasından almıştı. Derin bir nefes alarak ’Haydi bismillah, güzel bir şiir rast gele’ deyerek kahverengi çerçeveli okuma gözlüğünü takarak kitabın orta sayfasından bir yeri açtı. Gözlerini kısarak şiirin ismine baktı. Yürekten bir aşkı, kor sevdanın dile getirildiği şiire odaklandı. Bazen şiirlere kısa aralıklara bakıp geçerdi yıldırım hızıyla. Lakin bu şiire takılıp kaldığı bir derinlik bulmuştu onda. Yürekten sevmenin ilmik ilmik işlendiğini gördü mısralarda. Oda da sesini hafifçe yükselterek tok sesi ile okumaya başladı şiiri.
’Hakikâtli bir mühür gibisin sol yanımın kuytusunda..
Haşmetli,
Naif,
Dağ gibi..
Yaralarım her sızladığında,
Varlığını sürüyorum ruhuma merhem misali..
İyileşiyorum sevda sözcüklerinin gölgesinde..
Yasemen kokulu tohumlar ekiyorum
Yaralı gülüşüme..
Şehr-i İstanbul’un sevdana tutsak nöbeti kuşatıyor arka sokakları..
Bir bir teslim oluyor hasret,
Sen kirpiklerini serince gözlerime..
Gel bu gece konuşmayalım
Sükûttan geceyi örtelim üzerimize
Lâl kesilsin yıldızlar,
Bir sen.....Bir de ben
Yok olalım özlemin deli mavisinde...
Ecmir ÖZTÜRK
’
’Kısa şiirdi ama yüreği onikiden vuran!’ derken içinden, kitabın arka yüzünü çevirdi. Arka kapağın yarısını kaplayacak büyüklükteki vesikalık fotoğrafına baktı şairin. Sarı saçları, masmavi gözleri, dolunay endamına tebessümler yolladı; ’ Bu kadar büyülü güzelliğinin karşısında, kalbinin büyüklüğünü, naifliğini ve o kalbin kelimeleri mücevher gibi işleyişini, dans ettirişini gördüm deniz gözlerinizde bayan şairim. Şu kehribar dudaklarından şiirleri sevdiğinin kulağına kimbilir nasıl fısıldarsın? Allah sevdiğinden ayırmasın seni! Beni hiç sorma! Öksüz yalnızlığıma beni hapseden sevdamında güzel şiirler fısıldamasını arzulardım mehtaplı gecelerde.’ diye mırıldandı küskün yüreğiyle. Şiirlere tutkuluydu. Çok istemişti şiirler yazmayı ama becerememişti. Ergenlik çağına geldiği onaltı yaşında bir kıza sevdalandığında uzunca bir şiir yazmıştı ona. Yazdığı şiiri kıza verip ertesinde şiirinin değerlendirmesini istediğinde sevdalısı Ayşe, kocamanca kahkahalar attığında anlamıştı ki berbat şiir yazdığını. O tarihten sonra şiire kalemi kırılmıştı...
Bilgehan ne zaman duygulu sevda şiirleri okursa, gönlünden fışkıran coşkuları içine sığdıramaz, sevdasının özlemlerine yudumladığı rakının etkisiyle sokaklara kendini atar, loş ışıkların altında oturup gözyaşlarını boşaltırdı. Gelip geçenler ’Meczup, deli’ gözü ile bakıp giderlerdi anlamsız anlamsız. Hele halden anlamayanlara rast geldiğinde onların halden anlamaz yobaz tavırlarına maruz kalırdı. Yağmurlu bir Nisan gecesinde efkarlanıp kendinden geçtiğinde, sokak lambasının dibinde sızıp kalmış, ona eşlik etmek isteyen sokak kedisi utangaç tavırları ile yanına süklüm büklüm gelerek yanıbaşına kıvrılıp yatmıştı üşümesini onun sıcaklığında giderebilmesini umut ederek... Gecenin siyahını giyinmiş siyah kedi, ondan kendisine zarar gelmeyeceğini sezinlemiş, güven duymuştu. Koltuğuna kadar sokulmuştu. Vucüduna yumuşacık bir şeyin değdiğini anlayan Bilgehan, hafifçe boynunu çevirip koltuğuna sığınan siyah bir sokak kedisi olduğunu görünce ona ’hoş geldin’ dercesine gözlerini kırparak, rahat etmesini istemiş ve ikiside yorgun ve bitkin halleri ile rüyalar alemini dolaşırken sertçe gelen tekme ile ne olduğunu şaşırmaya fırsat bulamadan, tekme tokat dövülmüştü kedi ile birlikte şehir magandası iki serseri tarafından... Bu ülkede efkarlanmak yasakmışcasına uğradığı hakaretlere dayanamayarak bir daha geceleri efsunkar, dertlere ortak geceye çıkmamaya başlamıştı... Köşe bucak magandalar yurdu olmuştu memleketi. Güneşin batımından sonrası sokaklara hakimdi eşkıyalar, dolandırıcılar, namussuzlar, arsızlar! Çok kere dualar yollamıştı Allah’a magandalara kurban gitmediğine. Yaşam sırat köprüsünden geçer gibiydi. Güzel insanlar, güzel atlara binip binip gidiyorlardı bu ülkeden. Kimisi balkonuna çıkıp ılık rüzgarın eşliğinde çayını yudumlarken kör kurşunla canını veriyor, kimileri kaldırımda yürüken bir arabanın tekerlekleri altında ezilerek can veriyor, ya da evine ekmek almaya giderken bir çocuk kurşunlanabiliyordu ülkesinde... Devleti işgal etmiş imansızlar bile vatan evlatlarını katletmişlerdi. Mustafa Pehlivanoğlu gibi masum yiğitler devlet eliyle idam edilmemiş miydi gecenin kahpeliğinde? Artık cesareti tükenmiş, sokakları kendine haram etmişti geceleri...
Artık acılarını, kahırlarını, unutulmuşluklarını çatı arasına sıkıştırılmış odasında paylaşıyordu kitaplarıyla, sevdasının portresini çerçeveledip astığı duvardaki cansız hayaliyle, ruhu kaybolmuş eşyalarıyla. Orta masına her cuma akşama doğru aldığı bir demet mor menekşelerin kokularını içine çekerek, yapraklarını, çiçeklerini öpüp okşayarak teselli buluyordu. Hayatına girmek isteyen kadınları elinin tersi ile iterek, yüreğine kazıdığı ölümsüz aşkını yaşatıyordu her saniye. Nerede bir çift görse el ele tutuşmuş, için için erir, hıçkırıklarını gömerdi yürek mezarına. Nice bayramlar gelip geçmiş, özlemleri ölümle burun buruna gelmişti. Ayrılık; alın yazısına yazılmış kaderinden kaçamıyordu. Yıllarca sevişip koklaştığı yârini kaybetmenin dayanılmaz sabırın taşları çatladıkça sona gelindiğinin farkındaydı. Aşkına kavuşamadan ölüp gidecekti belkide. Ve sevdadan yana garibanlar merzarlığına defnedilecek, kimsecikler onu tanımayacaktı, neden öldüğünün farkına varamayacaklardı. Yılanların, çıyanların saldırısında etleri lime lime edilirken sevdasının vicdanı sızlamayacaktı bile...
Düşüncelerinde alabora olan Bilgehan, sabitlediği noktaya mıhladığı gözlerini aralarken;
’Vay be! Ecmir şairimin şiiri beni taaa nerelere sürükledi. Yüreğimdeki sancılar yeniden depreşti. En iyisimi ben kahvaltımı yaptıktan sonra Taksim’e, İstiklal caddesine ineyim. Kitapcıları, mağazaları dolaşıp sonra Galata Kulesine geçeyim. Altında soluklanayım kahvemi yudumlarken’ diye mırıldandı.
Ocağa koyduğu çaydanlıktaki suyun fokurdadığını duyunca hemen oraya yöneldi elindeki çay paketi ile. Gazın altını tamamen kısarak yarım çay bardağı kadar çayı saldı kaynamış suya. Kapağını kapatarak mini buzdolabında muhafaza ettiği kahvaltılıkları alarak basaya koydu. Kahvaltı tabağına biraz siyah, biraz da yeşil salamura zeytin koydu. Kalıp beyaz beynirin ucundan bir dilim kesip tost ekmeğinin arasına yerleştirdi. Tost makinasını fişe takarak ısınasına kadar akşam içip öylece bıraktığı çay bardağını lavoboya götürüp yıkadı. Masaya koyduktan sonra çay suyunun buharı ile daha da sıcaklaşan odaya sabahın hissedilmesi imkansız esentinin içeriye girmesi için pencerenin iki kanadını ardına kadar açtı. Kolları açık açık vaziyette öğüs kafesini gerdirerek ’ Oh be!’ dedi...
Kahvaltısını yapar yapmaz telefonuna sarıldı. Otamatik tuşuna basarak bir numarayı aratıyordu telefonuna. Beş on sanıye bekledikten sonra aradığı kişi;
’ Bilgehan günaydın! Hayrola? Rüyanda beni mi gördün de sabah sabah arıyorsun?’
Bilgehan gülümsemeyle;
’ Yok be! Taksime iniyorum, oradan da İstiklal caddesine geçeceğim Alparslan. Şayet zamanın varsa laflarız bugün. Zaten canım sıkkın şu günlerde... Dertleşiriz!’
’ Bugün pek işim yok sayılır. Evin su parasını yatırıp Galatasaray lisesinin önünde saat onbir’de buluşalım mı?
’Tamam bana uyar Alparslan, görüşürüz.’
Telefonu cebine korken merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Ev dört katlı olduğundan uzunca basamakları nefes nefese inecekti. tavan arasına sıkıştırılmış odasından ta sokak kapısına kadar nerdeyse yüzon basamak vardı. Cebindeki parasına göre kiraladığı bu evden yeterli parası olduğunda bir saniye bile beklemeksizin taşınmayı düşünüyordu. Aldığı emekli maaşı neyine yetecekti ki? Sömürünün, soygunun, adaletsizliğin olduğu bir ülkede geçinmenin kolay olmadığını biliyordu ama başka bir işde bulamamıştı. İş aramaya gittiğinde kapılar kibarca suratına kapanmıştı. Yapabileceği en güzel işi kafasında tasarlıyor ama çıkış yolu bulmakta zorlanıyordu. Zar zor geçinmenin derdi ile sokak kapısından dışarı attı kendini soluk soluğa. Etrafına şöyle bir bakındı. Sola doğru yönelip Takim tarafını adımlamaya başladı. Yol güzergahındaki tanıdık esnafları selamlayıp, hayırlı işler dileyerek hedefsiz yoluna devam ediyordu ömrünü doldurmuş belediye otobüslerinin homurtuları arasında...
Gürültülü şehrin gizemi onu bu şehre öylesine aşkla bağlamıştı ki, başka bir şehre gitmeyi hiç düşünmemişti. İstanbul onun için paha biçilmez güzellikleri ve sırları içinde barındıran müthiş şehirdi...
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
27 Temmuz 2016 Çarşamba 02.40 Akşehir
YORUMLAR
Cennette aşk,
Gürültülü şehrin gizemi onu bu şehre öylesine aşkla bağlamıştı ki, başka bir şehre gitmeyi hiç düşünmemişti. İstanbul onun için paha biçilmez güzellikleri ve sırları içinde barındıran müthiş şehirdi...
Ordulu kızın aşkı İstanbul'da devam edecek sanırım.İstanbulu'um sen aşklara ne sevdalara, ne şairlere, ne yazarlara, ne ressamlara kılavuz olmuşsun. Güzel bir seri ,diğerlerini okumak dileğimle.Zafer bey...
Selam ve Saygımla...
direniş
Aşk ORDU'nun ÇAMAŞ kazasındaki KANYONLARIN o büyüleyici atmosferinde başlayacak.. 3 bölüm yazdım, inşallah bu gece 4. bölüm yazılacak ve AŞK aşk başlayacak :) )
Vefalı dost, manevi desteğine şükranlarımı sunarım, var olasın..
Selam ve saygılarımla efendim...