- 591 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Öğretmenlikte Kitap Yakma Yılları (b.ö.r.-26-)
Bu öykümüzde, apoletli, kocaman şapkalı generaller, kişisel egolarını yenememiş beceriksiz siyasetçiler, yakılan kitaplarla karşılaşacağız. Yer neresi, güzelim ülkemiz Türkiye, zaman bin dokuz yüz yetmişlerin sonları ve seksenlerin başları.
Derler ki, Atatürk zamanında daha yirmili yıllarda, cumhuriyet henüz ilan edilmiş. Bütçe olanakları çok kısıtlı. Öğretmen maaşlarının tespit çalışmaları yapılmakta bakanlığın ilgili birimi tarafından. Bir türlü sağlıklı bir karara karara ulaşılamaz. Konu Atatürk’e götürülür. Genç kuşakları emanet ettiği öğretmenler için Atatürk, “Öğretmen maaşları en az milletvekili maaşları kadar olmalıdır.” diyerek görüş bildirir.
Öğretmen okulunda okuduğum bin dokuz yüz altmışlı yılların sonlarında öğretmen maaşlarının çok yetersiz olduğundan bahsedildiğini duyardım. Yine aynı yıllarda yeni bir personel kanunu çıkarılıp memur maaşlarının beklenildiğinden daha da fazla yükseltilecek diye çeşitli renkte balonlar uçurulurdu. Gerçi mesleğimin ilk yılında beklenen kanun çıktı. Maaşlarda göreceli bir iyileştirme yaşandı. Aldığım bir aylık maaş altı pille çalışan bir radyo almaya yetmedi. Gerisini siz düşünün.
Enflasyon kelimesiyle ilk kez öğretmen okulu son sınıfta sosyoloji dersinde tanıştım. Giderayak bu uğursuz kelimeyi sık sık bakkalda, manavda, pazarda… duymayan kalmadı... Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, hepimizin, kelime dağarcığında bu kelime kendisine yer edinmiştir. Küçük-büyük, köylü-kentli bilir bu kelimeyi. Nedir enflasyon peki? Hükümetlerin, bütçelerinin en önemli gelir kaynağı olan vergilerinin dar gelirli yurttaşlardan devşirmelerinin adıdır enflasyon. Mesleğe başlamadan, okulda, son sınıfta duyduğum bu kelimenin içeriğinin uygulamalarını yıl yıl yaşadık halk olarak. Ücretler, mobilyalara musallat olup onları kemirip kullanılamaz hale getiren küçük kurtlar örneği enflasyon denen canavar tarafından yenilir yutulur oldu. İktidar partilerinin kelli-felli bakanlarının, dar gelirli yurttaşlarımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz vaatleri hep bir başka baharlara kaldı. Özellikle maaşlarıyla geçinen yurttaşlarımız, geçen zaman içinde maddi açıdan kayıplara uğradılar. Her yıl oluşan ve de oranı yıl yıl yükselen enflasyon maaşları törpüledi adeta. Halkın yerleşik gelenek ve göreneklerine de olumsuz etkileri oldu. Toplumu bir arada tutan yazılı kanunlardan daha da geçerli olan güzel hasletler de büyük zararlar gördü. Ahlaki değerler erozyona uğradı. Köşe dönmecilik, kolaycılık, yatırım yapmadan, faizle para kazanma gibi hoş olmayan yollara sapmalar aldı başını yürüdü benim güzel ülkemde.
Mevcut hükümetler, Atatürklü yıllar ve bin dokuz yüz kırklardaki gibi öğretmeni maddi, manevi yolda destekleme uygulamalarına gerekli özeni göstermez oldu. Ne acıdır, geleceğimizin güvencesi, çocuklarımızın emanet edildiği en önemli meslek kabul edilen öğretmenlik mesleğinin okulları kapatıldı. Öğretmenlik kurumuna gösterilen ilgisizlik aynı biçimde eğitim-öğrenim çalışmalarına da yansıdı. Özellikle kentlerden uzak kırsal kesim köylerinde yapılan ve hizmete açıldıktan kısa süre sonra kullanılamaz hale gelen okul ve öğretmen lojman konutlarını gözlemlemekle geçti meslek yıllarım. Plansız-programsız yapılan derme çatma, duvarları çatlamış, çatısından su sızdıran nice okul binaları gördüm özellikle köylerimizde.
Bir ülkenin en önemi zenginlik kaynağı iyi yetiştirilmiş, nitelikli insan gücü olduğu gerçeği yadsınamaz. Günümüzde kalkınmış, halkını belli bir refah düzeyine yükseltmiş devletler en büyük yatırımı ülkelerindeki eğitim-öğrenim çalışmalarına yapıyorlar. Çağlar ötesinden ne diyor Çinli ozan Kuan-Tzu. Kulak verelim:
“Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek.
Ağaç dik on yıl sonrası ise tasarladığın.
Ama yüz yıl sonrası ise düşündüğün halkı eğit. “ Halkı eğitme işinde en birincil görev üstlenen öğretmenleri önce iyi yetiştirmek ve onları maddi ve manevi yönden desteklemek mutlu bir toplum yetiştirme açısından gerekli değil mi? Okul binalarını geniş, ferah, kullanılışlı yapmak gerekmez mi?
Bin dokuz yüz kırk altı Köy Enstitüsü mezunu dayım anlatıyor: “Hepiniz birkaç yıl önce mezun genç öğretmenleriz. Murgul Bakır Fabrikası’nı ziyaret edeceğiz. Fabrika müdürünün öğretmenler ziyaretimize gelecekler diye bozuk olan asansörü tamir ettirdiğini duyduk. Mesleğimizin ilk yıllarında hükümetimizin ve halkın bizlere gösterdiği ilgi ve ihtimam nedeniyle kendimizi daha çok çalışmak zorunda hissederdik. Çalıştığım okullardaki bina ve lojmanlar o yılların koşullarına göre sağlıklı yapılmıştı…”
Bin dokuz yüz yetmişlerde başladığım öğretmenlik yıllarımda ay ay, yıl yıl mevcut hükümetlerin ülkede eğitim-öğretim çalışmalarına olan ilgisizliğini gözlemledim ve yaşadım. Giderek mesleğe olan ilgi ve saygı azaldı. Bu ilgisizlik ve adil olmayan atama çalışmalarından en çok ağzı yananlardan biri olarak böylesi öyküler yazıyorum. Geri dönüp baktığımda vicdanen son derece huzurluyum. Karşılaştığım haksızlıklar karşısındaki tinsel yaralanmalarımı hiçbir zaman sevgili öğrencilerime yansıtmadım. Onlar benim güzel yurdumun adsız çiçekleri oldular. Öğrencilerimin kalplerindeki sıcaklıkla ısındım. Gözlerindeki ışık ruhumda ara ara oluşan karanlıkları aydınlattı.
En çok dar lojman konutu beni rahatsız etti. Yeterince kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde çalıştım. İkinci çalıştığım köyde her olanaktan yoksun. Ailece, birazcık dahi olsa rahat edeceğim bir konut bulabileceğim köy okullarına tayin istiyorum. Yerime atanacak öğretmen bulamaması nedeniyle birkaç yıl atanma hayalim hüsranla sonuçlandı. Yetmişlerin son yılları. Şair başbakan Ecevit hükümet ediyor. Yılmak yok, tayin istemişim. Mevsim sonbahar, eylülün ilk günleri. Heyecanla daireye gidiyorum. Bu kez istemim olumlu sonuçlanmıştır umuyorum. Yine aynı terane, atanmam yapılmamış. Biliyorum. Önceki yıllarda tayinlerde söz sahibi en önemli merci mevcut hükümetlerin çeşitli kademeleri olurdu. Bu uygulamanın yıllarca tatbik edildiğini zamanla yaşayarak gözlemledim. Aynı uygulamanın Ecevit hükümeti zamanında da yaşandığını gördüm üzülerek. Hayli yıl mahrumiyet bölgesi sayılan yerlerde çalıştım. Hakkım olan bir durumun niçin yerine getirilmediğini öğrenmek için ilk kez iktidar partisi merkezine gittim. Niçin atanmamın yapılmadığımı soracak oluyorum. Aldığım cevap, “Öğretmenim, Atatürk ilkelerine bağlı bir öğretmen olarak bir köy okulunun öğretmensiz kalmasını ister misin?” oldu. Bu cevap önceki yıllarda atama dilekçeme verilen yerinize adam bulunamadığı için tayininiz yapılamadı yanıtının bir yeni sürümüydü.
Ne diyebilirdim. Ağzımdan bir anda şu sözler dökülü verdi. Atatürk ilkelerime bağlılığımın iktidar partisince ne kadar takdire şayan bir biçimde öğrenildiğini duymakla mutlu olduğumu söyledim. Benim bu hasletlerimi çalıştığım köyde yeterince sergilediğimi belirttim. Halka ak günler vaat eden, hakça bir düzen kuracağından sıkça dem vuran partinizin anlatılarına pek uygun olmamış hakkımdaki düşünceleriniz. Çalıştığım köye benden daha donanımlı bir öğretmen atamalıydınız. Köyüm, idealist fikirlerinizle donanımlı yeni atanacak bir öğretmenden mahrum kaldı diyerek parti binasını terk ettim. Adamlar benimle resmen dalga geçiyorlardı!
Zaman ilerliyor. Yer karası güneş etrafında dönmeye devam ediyor. Devir hızla değişiyor ülkede. Bu kez iktidar değişmiş, yeni bir hükümet gelmiş iktidara. Merkezden hayli uzak en azından ulaşımı sorunu olmayan bir köy okuluna atamamın yapıldığını öğreniyorum. Listeler hazırlanmış, vali beyin imzasını bekliyormuş. Mevsim yine sonbahar, aylardan eylül. Daha dersler başlamamış. Yavaş yavaş atanacağımı öğrendiğim köye gitme hazırlığı içindeyim.
12 Eylül 1980 sabahı, elim radyoya uzanıyor. Günaydın programını ve de müzik dinlemek günlük mutat alışkanlığım. Özellikle Kıbrıs Barış harekâtı süresince tok sesini dinlediğim halk müziği sanatçısından türküler duyuyorum. Hemen arkasından Kenan Evren paşanın ünlü askeri bildirilerini sayamaya başlıyor. “Türk Silahlı Kuvvetleri emir ve kumanda zinciri altında yönetime el koymuştur…” Apar topar akülü televizyonları izleyebildiğimiz merkez köye gittim. Öğretmen arkadaşlarla buluştuk. O gün akşam oluncaya kadar televizyonlardan Kenan Evren’in ağzından bildiriler dinledik. Askeri darbe olacağı belliydi.
Ülkedeki siyasi durum hiç iyi değildi. Hemen her gün çeşitli kentlerimizde cinayetler işleniyordu. Yurdun bazı bölgelerinde uygulanan sıkıyönetimlere karşın meydana gelen acı olayların önü alınamıyordu. Sorunlara çözüm üretmesi gereken iktidar ve muhalefet partileri demokrasinin gereği olan bir araya gelme, sorunları görüşme, demokrasinin yaşaması için parti çıkarlarından öte ülkenin geleceği için ortak çözümler üretme iradesini bir türlü gösteremedi. Doksanlı yıllarda Kenan Evren’in anılarını okudum. Evren, darbe koşullarının iyice oluşması için arkadaşlarıyla bir yıl beklediklerini anlatıyordu. Beklenen bir yıl içinde nice can kayıpları yaşandı. Evet, ihtilal olduğunda, siyasi patilerin kapatılmasını, demokrasinin rafa kalkmasını ülkede sağlanan göreceli sakin ortam nedeniyle halkın büyük çoğunluğu ihtilalci generalleri kurtarıcı olarak karşıladı. Ne hikmetse aynı sıkıyönetim komutanları görev yapmalarına karşın on bir eylülde devam eden olaylar on üç eylülde aniden sona erdi. Anlı-şanlı bu büyük darbeyi Sam Amca’nın ağzından, “Bizim çocuklar darbe yapmış…” sözleriyle de duyduk geçen zaman içinde…
12 Eylül askeri rejimi ülkedeki sol kesimin, Atatürk çizgisinde ki kadroların üzerinden bir silindir gibi geçti. Bütün ilerici kadrolar devletin çeşitli kurumlarından tasfiye edildi. Hele solun uç kısmında olan guruplar işkencelere tabi tutuldu, hapishanelere atıldı. Sağ kesim, ülkücüler de bu kıyım ve işkencelerden payına düşeni aldı. Askeri darbe ile yönetime el koyanlar; özellikle Latin Amerika darbeci generallerinin ülkelerinde uyguladığı baskı yöntemleri benim güzel ülkemde de aynen uyguladı. Hemi de katmerli olarak. Toplu tutuklamalar yaşandı. İşkenceler uygulandı. Darağaçları kuruldu… Evlerde yapılan aramalarda özgür dünyanın kütüphanelerini süsleyen çeşitli kitaplarının çoğu ülkemizde yasak yayın kabul edilip toplatıldı. Bu kitaplarla yakalananlar tutuklandı. Kitaplar yüzünden sorun yaşamak istemeyen nice sade vatandaşlar evlerindeki kitapları yakmak zorunda kaldı. Doğan Avcıoğlu’nun Devrim ve Demokrasi adlı hoş bir kitabını edinmiştim. Bu kitapta muhtemel bir üçüncü dünya savaşı irdeleniyordu. Nato ve Varşova Paktı ülkeleri savaşa tutulduğunda Nato tarafından ülkemizden beklenen görev sadece Sovyet ilerlemesini boğazlarımızı işgal etmeden bir gün durdurabilmekmiş. Bu görüşleri okuduğumda ülkem adına çok üzülmüştüm. İşte bu kitap ve Vietnamlı devrimci bir gencin yaşam öyküsünü anlatan diğer kitabımı okumak için benden alan arkadaşımdan kitaplarım dönmedi. Anılan kitaplarımı, kendi kitaplarıyla birlikte yaktığını söyledi arkadaşım…
Öğretmen okulu öğrencilik yıllarında kitap, dergi, gazete okuyan arkadaşlar aramızda şöyle bir düşünce geliştirmiştik. Bir konuda tartışırken sağlıklı ve gerçekçi bir yargıya varmak için o konu hakkında yazılan eserlerin lehte ve aleyhte olanları okumak gerekir. Tek yönlü okuyup bir fikre saplanmanın ideal bir yol olmadığı yargısına varmıştık. Bu düşünce ile farkı görüşten eserleri de duyarlılıkta okurduk. Daha öğrencilik yıllarımda edindiğim bu yargının sağlıklı bir tutum olduğu inancımı hiç değiştirmedim. Kitapsever arkadaşlarla karşılıklı kitap değiştirerek birbirimizin kitaplarını okuma eylemimi yıllarca sürdürdüm. Çeşitli görüşleri savunan çok arkadaşım olmuştur. Ölçütüm, farklı görüşlerin dostluk içinde uygarca konuşabilme olgunluğunu gösterebilme çabasını yaşam biçimi kabul etmek ve bu çabayı hayatın her yönüne uygulamak oldu yıllarca. Bilim ve akıldan yana her görüşe koşulsuz saygın nedeniyle farklı görüşler içeren nice eserler okudum.
Bir köy ebesi arkadaştan Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının ikinci ve üçüncü ciltlerini ödünç istiyorum. Arkadaşın elinin altında Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı adlı eseri de var. Genç, nazik ebe arkadaşım çok kibar bir dille, “Siz bu kitabı okumazsınız.” Diye bir cümle sarf ediyor. Nezaketle ben Huzur Sokağı’nı da istirham ediyorum.
Ülkede siyasi atmosferin her tarafı sardığı, insanların politize olduğu günleri yaşıyoruz. Elimde Mehmet Ali Birant’ın Diyet adlı kitabı ile derneğimizin mahalline uğruyorum. Arkadaşlarla selamlaşıp köyüme döneceğim. Bir öğretmen arkadaşım yanımdaki kitaba bakıp dudak bükerek, “Sen daha bunları mı okuyorsun?…” diyerek beni küçümsüyor. Cevap vermiyorum. Sağ ve sol görüşleri savunan, çocuk yaştaki lise öğrencileri, çok şeyler bildiğini sanan özellikle az okuyan kesimlerimiz iki kitap okuyup, birkaç adet de slogan öğrendiklerinde memleketi kurtarma sevdasına tutuşuyordu. Bu bağlamda büyük yanlışlıklar yapıldı. Bir aile içinde bile farklı görüşü savunan kardeşler arasında bile kavgalar yaşandı. Ülke yönetiminde söz sahibi olan siyasiler sorunlara çözüm üretmek yerine kendileri sorun oldular halkın başına. Aylarca meclisi çalıştıramadılar. Görev süresi biten cumhurbaşkanı seçme basiretini gösteremediler.
Böylece 12 Eylül sabahı kahramanlık türküleriyle uyandık köylerde. Şehirlerde oturanlar da sokaklarda yürütülen tank sesleriyle uyandı. Ülke demokrasi adına, özgürlükler adına karanlıklara büründü. Benim atanma öyküm haliyle gerçekleşmedi. Daha eylül başları. Gün ortasında soba yakmak olmaz. Gecenin ilerleyen saatlerinde tutuşturduğum sobamın dumanı yükseliyordu benim daracık lojmanımın bacasından. Sobamın yakıtını, okuyup biriktirdiğim farklı görüşler içeren kitap ve dergiler oluşturuyordu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.