BİR RÜYA MIYDI ÇOCUKLUĞUM? 1. BÖLÜM -8-
SÜNNET OLMAK ZOR İŞ
Yaz başlangıcında yaylacılarla birlikte Çukurova’nın sıcağından kaçan meslek erbabı arasında sünnetçiler de vardı. Sünnetçi dedimse bugünkü manada değildi elbet. Elinde usturası ve yara tozu bulunan ve bu işi daha öne yapmış olan kimselerdi bunlar. Babam yanında bir adamla eve geldiğine bir şeyler olacağını anlamıştım. Adam bez torbasından usturayı çıkarınca durum anlaşılmıştı. Önce ağabeyimi yakalayıp operasyonu başlattıklarında ben var gücümle koşup çalıların arasına gizlendim. Beni bulamazlar sanıyordum ama yanılmışım. Bağırıp çağırmanın da faydası yoktu. Bir defasında dişimin ağrıdığını babama söylediğimde; “haydi gidip Berber Ali’ye çektirelim” dediğinde, korkudan dişimin ağrısının birden kesildiği deneyimine sahip olduğumdan, yani ani korku anında endorfin salgılandığından olsa gerek ağlamadan işin bittiğini hatırlıyorum. Adamın tecrübeli olduğu işini seri yapmasından belliydi. Sünnetçiye Bir Lira ve İki kalıp sabun verdiğini gördüm babamın. Adam memnun ayrıldı biz de kese kâğıdın içinden çıkan halka şeklinde boyalı şekerleri görünce çok mutlu olmuştuk. Allah koruyordu ki bir enfeksiyon olmaksızın sünneti de atlatmıştık.
EŞEK EVE GELMEZSE
O yıllarda genellikle ulaşım ve hizmet aracı görevini eşek, katır ve atlar yerine getirirdi. Kış mevsiminde keçilerin yeşil yaprak ihtiyacını ve evin kışlık odun ihtiyacını taşımak için yararlandığımız bir eşeğimiz vardı. Eşek her sabah evden çıkar, dilediğince karnını doyurur ve akşam eve dönerdi. Yani onun bir çobana ihtiyacı yoktu. O Nisan akşamı hava yağmur bulutlarıyla erken kararmaya başlamıştı ama bizim eşek ortalarda görünmüyordu. Babam eve geldiğinde hava tamamen kararmış, yağmur atıştırmaya başlamış ve yakınlara birkaç dakik ara ile düşmeye başlayan yıldırımların bir anda göz alan parlaklığı ardından zifiri karanlığa gömülen ve pencere camlarını zangırdatan sesler genin zor geçeceğinin işaretleriydi. Babam ağıldaki hayvanları kontrol edip eşeğin olmadığını fark edince hiddetlenmişti ve sert bir ses tonuyla “hemen gidip eşeği bulun ve getirin” komutunu vermiş ve Ağabeyimle ben korkudan hemen kapının önünde bulmuştuk kendimizi. Ama sağanağa dönüşen yağmurda, zifiri karanlıkta ve dakikada bir şimşek ve yıldırımlar çakarken nereye gidebilirdik, nerede bulabilirdik eşeği. Kapı eşiğine çömelip beklemeye başladık. Şimşek ortalığı aydınlatınca birbirimizi görebiliyor ve ağlaşıyorduk. Henüz beş dakika geçmemişti, sağanak daha da şiddetlenmiş ve düşen iri damlalar toprak avluda adeta oyuklar açıyordu ve biz de bir hayli ıslanmıştık. Kapı aralanıp babamın, “haydi girin içeri” deyişini duyunca yaşadığım sevinci unutmamız mümkün değildi.
Ertesi gün bulutlar çekilmiş, güneş parlak yüzünü göstermiş ve tatlı bir bahar günü bize gülümsüyordu. İlk işimiz eşeği aramaya çıkmaktı ve hemen yola koyulduk. Onun nerede olabileceğini tahmin ediyorduk ve tahminimizde yanılmadık. İniş dibinde bulunan karadut ağacının yanı başında öylece duruyordu ama yalnız değildi. Yanında ayakta duran sevimli mi sevimli bir yavru ile beraber. Onları görünce hem sorun çözülmüş sevincimiz katlanmıştı.
HELİKOPTER NE MENEM ŞEYDİR?
Çobanlar Andırın’ın güneyinde Çatak nahiyesi civarındaki bir tepenin yamacına gökten bir cismin düştüğünü görünce, önce yanına gitmişler. Ne olduğunu bilemediklerinden hemen jandarmaya haber vermişler. Olay yerine gelen jandarmalar rasat amaçlı balonu askeri bir araçla Andırın Kaymakamlığına getirmişler. Bu olaydan babam bahsettiği için haberdar olmuştum. Babam elektronik ve elektrikli araçlar konusunda da deneyimli olduğundan dolayı karakolun telsiz, telefon, radyo ve benzeri araçlarının arızalarını giderirdi. İlçede elektrik olmadığından, güç kaynağı olarak 120Voltluk bataryalar ve 9 Voltluk katot pillerinden yararlanılırdı. Babam ıskartaya çıkan bataryaları alıp dükkâna getirir, içerisinde akımın kesilmesine neden olan arızalı pilleri çıkarır, yerine diğer bataryadaki sağlam pilleri monte ederek bir süre daha yararlanılacak yeni bataryaya dönüştürürdü. Yine, silindir şeklindeki katot pillerinin çinkodan yapılı dış kabının çürüklerini temizleyip onarır ve onlardan sulu pil (Löklanşe Pili) yapar, radyomuzu bu batarya ve pillerle çalıştırırdı. Her ne kadar evimiz gecekondu gibi olsa da ilçede çok az evde bulunan radyo, gramofon bizde mevcuttu. O yıllarda radyomuz, Kıbrıs Radyo Korporasyonu ve Kahire radyo istasyonlarını güzel çekerdi. Babam İstanbul’dan gelirken iki sandık getirmiş, birinde tamir takımları ve hurda malzemeler, diğerinde kitaplar, mecmualar, kahve takımı ve ayaklı cam bardaklar. Ayşe arkadaşları gelince onlara ayaklı cam bardakları gururla gösterirdi. Ben de fırsat buldukça mecmuaları karıştırır, resimlere bakarak bilgi sahibi olmaya çalışırdım.
Babam, “bu akşam sizi sinemaya götüreyim mi?” diye sorunca, sevinçten adeta uçuyorduk. Babam İstanbul’da yaşadığı dönemde gittiği sinema ve gördüğü bazı filmleri anlatır, biz de sanki sinemadaymış gibi heyecanla dinlerdik. Hele ‘King Kong’ filmindeki canavarı hayalimde canlandırırdım. Şimdi ilk olarak bunun gerçekleşmesine tanık olacaktık. Andırın’ın varlıklı ailelerinden biri Ankara dönüşü yanında emanet bir sinema makinesi getirmiş. Ancak, bunu çalıştıramayınca babama başvurmuş. Babam bu fırsattan bizim de yararlanmamızı istemiş. Öte mahallede avlusu duvarla çevrili bir eve geldik, yanan lüks avluyu gündüz gibi aydınlatmıştı. Bir masa üzerinde sekiz milimetrelik film oynatıcısı duruyordu. Babam makineye filmi takıp hazır hale getirdi. Şehir elektriği olmadığından akımı bir akümülatörden alıyordu. Duvara gerilmiş beyaz bir çarşafa odaklanmış bekliyorduk. Lüksün ışığı kısılınca ortalık karardı ve makinenin tırıl tısıyla birlikte topu topu on dakikalık siyah-beyaz kısa metraj hareketli ve müzik eşliğinde orman manzarasını izledik. Tadı damağımızda kalsa da ilk defa bir film izlemenin ayrıcalıklı mutluluğunu yaşamıştık.
Balon olayından birkaç gün sonrasıydı. Ben Ümmühan ve kardeşi Mehmet keçilerimizi otlattıktan sonra öğle sıcağında iniş dibindeki büyük ceviz ağacının altına yatırdıktan sonra biz de azıklarımızı açıp bir şeyler atıştırmaya başlamıştık ki! Karamağra Tepesi’nin sağ tarafında ufukta şişe görünümünde bir cisim belirdi, yaklaştıkça silueti büyüyen bu cismin ne olduğunu birlikte tahmine çalışırken, ben bunun mecmuadan görüp öğrendiğim helikopter olduğunu söyledim. Gerçekten de bu bir askeri helikopterdi. Yaklaştıkça sesi ortalığı kasıp kavuran bir canavarı andırıyordu. Ben helikopteri görmenin sevinciyle çığlık atarken Ümmühan korkudan bacaklarımın altına sığınıyordu. Ben korkmayın bu bir uçak çeşidi dediysem de bir fayda vermedi. Helikopterin cayırtısından korkan keçiler yattıkları yerden kalkıp arazide helikopterle birlikte dört dönüyorlardı. Helikopter dört-beş tur attıktan sonra inmek için uygun bir alan arıyordu. Sonunda kesile kesile ağaç kalmamış olan ve bundan dolayı ‘Kabaktepe’ adını alan tepenin uygun bir yerine iniş yaptı. Ben helikopteri yakından görmek, fırsatını bulursam içerisine binmek için arkadaşları bırakıp var gücümle hedefe seğirttim. Yokuşları tırmanmaya başladığımda onu göremiyordum ama sesini duyabiliyordum. Hedefe Yüz metre kalmıştı ki sesi giderek artan helikopter, etrafı toz duman içerisinde bırakıp havalanmaya başladı. O andaki hayal kırıklığımı, üzüntümü anlatamam ama olsun hiç değilse ona bu kadar yaklaşmıştım. Helikopterin buraya geliş nedeni anlaşılmıştı. Adamlar İncirlikten kalkıp düşen balon enkazını almaya gelmişlerdi. Şimdilerde daha iyi anlıyorum ki Amerikalılar ülkemizin her yerini karış karış rasat etmeye ta o zamanlardan başlamışlar ve hâlâ devam ediyorlar, bir farkla ki şimdi bu işi balonla değil uyduları aracılığıyla yapıyorlar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.