AĞABEYİM ŞİZOFRENDİ adlı romanımdan kısa bir alıntı
Dizlerim titriyor, ellerimse buzul ülkesinde yolunu kaybetmiş bir meçhulün buz kesmiş katılığını sahiplenmiş… Tahta kapının ince mandalını çekip bırakıyorum. Metalik bir ses, insana hiç de güven vermeyen karanlık boşlukta önce ince bir yankıyla dalgalanıyor, ardından sanki hiç var olmamışçasına sonsuzluğa karışarak yitip gidiyor. Göğsüme hapsettiğim nefesim, bana tıpkı boğuluyormuşum hissini veriyor. Gözlerim karanlıktaki nesneleri seçmeye çalışan küçük bir atmaca gibi fır fır… Kapı, içimi çizen ince bir gıcırtıyla ağır ağır açılıyor. Esrarengiz bir dünyanın koca kara deliği dev kollarını üzerime dolayıp, beni de sonsuzluğun içine hapsedebilir. Karanlığın ürkütücü bilinmezliğine esir düşen bedenim, neyle karşılaşacağından emin olamamanın verdiği bir endişeyle olduğu yerde titreyerek sarsılıyor. İnsana kaybolmuşluk hissi veren boşluktan yayılan keskin bir sirke kokusu, boğazımdan içeri hızla hücum ederek genizlerimi yakıyor. Sağ ayağımı sessizce yukarı kaldırarak yüksek eşikten geçiyorum. Bu hassasiyet, içerde üzüntü ve yorgunluktan bitap düşmüş, sağa sola kıvrılarak nihayet bir gıdım uyku bulan ev halkını uyandırmamak için gösterilen büyük bir çaba…
Göz ferimin önünde ateş böceğine benzer birkaç ışıklı nokta oynaşarak hareket ediyor. Bunlar karanlığın hayalet yıldızları olmalı… Görünmezliği yaran ince parmaklarım, kerpiç duvarlar üzerinde bir süre dolaştıktan sonra nihayet ışığa dokunuyor. Uzun bir süre zifiriliğe alışmış olan gözlerim, önce ani bir tepkiyle kısılıyor, ardından limon yiyen birinin buruşuk yüzünü sahipleniyorum. Gözümü az da olsa aralayabilir miyim diye düşünüyorum bir an, ama hayır, bunu başaramıyorum. Neyse ki fazla uzun sürmüyor bu körlük durumu ve korkunun ardına sığınmış kederli bir çift kahverengilik nihayet ışığa alışıyor. Şimdi kapıyı aynı hassasiyette örtmeliyim, ancak tüm çabama rağmen kapı mandalı, bana inat olabildiğince takırdıyor. Bu dehşet sessizlikte, korkunç bir patlama olmuş gibime geliyor. Kulaklarımı kapıya dayayarak dikkat kesiliyorum, umarım birini uyandırmamışımdır. Çıt yok. Yalnızca ufak bir hışırtı… Kulağımı dayadığım kapıdan çekip doğruluyorum. Bir heykel gibi hareketsiz, sesin geldiği yönü bulmaya çalışıyorum. Oynayan tek yerim büyüyen gözbebeklerim. Kendimi henüz keşfedilmemiş bir kâşif gibi hissetmeme neden oluyor bu. Gözlerimi yummaya cesaret edemediğim için, etrafın ben de oluşturduğu suskun tedirginliği de bastırmaya çalışarak düşünüyorum. Bu ses her neyse, küçük tahta pencerenin gerisinden gelmiş olmalı… Evet der gibi bilgiçlikle kafa sallıyorum. Şimdi çok daha eminim: Evet, kesin oradan…
Bu dar odaya nerdeyse tıkıştırıldıkları izlemini veren eski birkaç eşya, sanki tüm gün ev halkının ayakaltından çekileceği anı sabırsızlıkla beklemişler, o an geldiğinde de sahiplerinin aralarından ani ayrılışına hep birlikte gürültülü ağıtlar yakmışlar ve onlara yarı yabancı olan genç bir kadının, odalarına bir yılan kıvraklığıyla kayarak girmesinden ürküp birden sessizleşmişlerdi. Cilası yıllardır hiç bozulmamış ve bu nedenle de bir mucize gibi duran ahşap sehpanın sağ ön bacağının, her zaman ki bulunduğu yerden birazcık öne kaymış olması, kıpırtıların bittiği andan itibaren bir araya gelerek toplandıkları yerden, yanan ışığın emriyle eyleme döktükleri kaçış planının henüz tam olarak başarıya ulaşmadığını gösteriyor. Işığın yanmasıyla aniden bozuluveren bir sihir, onların eski hallerine dönmesine bile izin vermeden aralarındaki anlaşmayı fes etmiş gibi…
Bu hareketsiz nesnelerin doğma bedellerinin pazarlıklı bir sözleşmesiymiş gibi, insanlarla konuşmalarını yasak eden ilahi güç, bir anlık izin verse, dilleri çözülse ve şu bitap, biçare genç kadının geçmişinde unuttuğu parçaları hatırlatarak nerede yanlış yaptığını anlatabilseler…
Bilmem, ne arıyorum burada? Bir bebek gibi her gün yeniden doğan acılarımı mı, geleceğimi kanlı bir kıskaç altına alan hatalarımı mı? Zor geçen onca uzun zamandan sonra vicdanımı sükûna erdirecek çok eskilerden kalan birkaç huzurlu iz arıyorum belki de… Yoksa acı duymaktan zevk alır hale gelen çilekeş ruhumun, güzel anıların geri gelme imkânsızlığında, daha fazla can çekiştiğini görmek için mi buradayım?
Işığı örtüyorum. Sanki eşyalar, yalnızca karanlıkta nefes alabiliyorlar, değişen ışık huzmelerinin yardımıyla daha rahat hareket edip, daha fazla sır öğrenebilmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Belki de, yıllardır kendime bile söylemekten dehşetle kaçındığım dışlanmış itiraflarımı duyup, en yeni ve onlara göre en taze sırlara sahip olabilme ihtimalinin heyecanıyla yanıp tutuşuyorlar bu gece, kim bilir…
Karanlığın az ışık gören nesneler üzerinde oluşturduğu koyu şekilli gölgeler, görünmeyen hayali canlıların varlığını hatırlatıyorlar bana. Ağzımın içinde zonklayarak atan şey, yüreğim olmalı… Bu şekilsiz kımıltılar eşyaların hareketinden çok, etrafta karaltılar halinde dolaşan isimsiz yaratıklara benziyorlar. Sanki ensemde birileri tarafından sinsice üfürülen ılık soluklar hissediyorum.
Bu alışılmadık korku da neyin nesi? Arkama bile dönüp bakmadan buradan uzaklaşmak, en iyisi belki… Ama hayır! Bu kez kaçmayacağım!
İki adım öne yaklaşıyorum, pencerenin tam önündeyim. Zaten soğuk olan ayaklarımın altında ezilen kerpiç zemin, buz kesmiş. Sıcak tutması için üzerine serilen bir hayli yaşlı ve ince halı, belli ki amacını yerine getirememiş. Gelecekten hiçbir beklentisi olmayan, benliğini çoktandır kaybetmiş umutsuz bir hali var. Üzerine yapışan saman kırıntılarıyla özdeşleşmiş solgun yüzü ise, yılların yorgunluğunu gönülsüz sahiplenmiş.
Bu küçük pencereyi örten derme çatma, güneşten yer yer solmuş, perde vazifesini gören çaput bezi hafifçe aralıyorum. Bu ne cesaret! Yaralı yüreğimde deminden beri bastırmaya çalıştığım korku, neredeyse dehşete dönüşmek üzere. Ayhan ağabeyimin ana rahmindeki savunmasız bir bebek gibi duvar kenarına büzülüşü ve ürkek gözlerle bu pencere hakkında söylediği inanılmaz şeyler geliyor aklıma: ‘‘Orada korkunç yüzlüler var. Bazen maskelerini takıp bir melek kadar saf görünebiliyorlar. Ama sakın aldanma! Ardından hemen canavarlaşıyorlar. Ellerindeki silahları göstererek beni almaya geldiklerini söylüyorlar. Ah kardeşim… Ne kadar dirensem de bir gün beni alıp götürecekler, çiğ çiğ yiyip, kemiklerimi köpeklere atacaklar. Ve buna kimse engel olamayacak…’’
Perdeyi hızla örterek bir adım geriliyorum. Oldum olası nefret ettiğim birkaç kara böceğin tenimin çıplak yerlerinde bir süre dolaşmış olmalarına benzer, korkuyla karışık bir tiksinti duyuyorum içimde. Vücudum kaskatı... Damarlarımdaki sıvı kan, büyük bir hızla buz kalıbına dönüşüyor. Ağabeyimin sesi bir zil çıngıraklığıyla kulaklarımda çınlıyor: ‘‘Bak işte gördün mü? O canavarlar hareket etmene bile izin vermiyorlar. Şimdi bana inandın mı?’’
Ya gerçekse… Ya sahiden orada korkunç yüzlüler varsa?
Hani korku filmlerinin sonunda olur, kahraman ölür, ancak kötü güçler onun en yakınına geçer ve bu korkunç film asla son bulmaz.
Neler diyorum ben ya? İyiden iyiye saçmalıyorum. Yok böyle bir şey, onlar ancak filmlerde olur...
Bu avuntu ancak birkaç saniye fayda sağlıyor gerilen sinirlerime, sonra yine soluğum duruyor. Gözlerim çakmak çakmak: Hayat da bir film değil mi?
Sıska vücudumu sarmalayan tüm tüycükler hızla dikeliyorlar. Ayakucumdan başıma doğru yayılan bir uyuşma hali, tüm bedenimi kilitliyor. Evet, bu doğru, hayat da bir film… Bir anda tüm korku filmleri, hayatın birer gerçeği oluveriyorlar gözümde.
Yok, yok kesin saçmalıyorum ben…
Bir hışırtı daha… Alt dudağımı ısırarak içimdeki hezeyanı bastırmaya çalışıyorum. Ama yok… Bu kez kararlıyım. Korkunun ecele faydası yok. Tüm cesaretimi toplayıp, ne olursa olsun gerçekleri görmeliyim artık.
Ayhan ağabeyimin büzüşen bedeninde tek başına görünürlük kazanan, büyük bir kahramanlıkla mı yoksa korkuyla mı gerildiği belli olmayan silik yüzü, camın hemen altında belli belirsiz bir hayale bürünerek beynimin içine yerleşiyor. Midemden boğularak çıkan kederli bir ses, meraklı birçok soruyu da peşinden sürüklüyor: Kim bilir kaç kez şu pencerenin ardına gizlenip, o korkunç yüzlü canavarlara kafa tutmayı denedi? Korkuya her esir olduğunda içinde hapsettiği yarım kalan cesareti alevlendirmek için kim bilir kaç kez elini uzattı şu çaput beze? Peki ya ben şimdi, bilinmezlikleriyle daha da korkunçlaşan bu hayalet canavarlara sırtımı dönüp kaçmadan, aslanlar gibi karşılarında dimdik durabilecek miyim gerçekten?
Uyuşan parmaklarımla yeniden uzanıyorum pencereye. Karşıma ne çıkacak bilmiyorum ancak kalbim her an durabilir. Nefesim mi? O beni çoktan bırakıp gitmiş bile. Uzun süredir hissiyatını kaybetmiş olan parmak uçlarım, çaput bezinin sertliğini ufak karıncalanmalarla hissedebiliyor artık. Zaten eğreti duran bez, küçük bir dokunuşla her an yerinden çıkıp yere yığılacakmış gibi titriyor. Aman Allah’ım! O örtünün benim için bir kalkan olduğu düşünülürse, onun yerinden çıkarak yere düşmesi beni korkunç bir kâbusun eşiğine getirebilir. Hayali bile berbat…
Hadi diyorum kendi kendime. Aç şu perdeyi artık… Ne olacaksa olsun… Hayat dediğin, bir ucu boklu değnek…
Boğulurcasına ciğerimde tuttuğum nefesi, bir çırpıda dışarı veriyorum. Gözlerimi kuvvetlice yumarsam, belki her şey daha kolay olur. Bırak artık şu korkaklığı diyor içimdeki ses. Gözlerimi araladığımda parmaklarımın kararlı bir şekilde sert kumaşa uzandığını fark ediyorum, perde usul usul aralanıyor. Bunu ben mi yoksa odadaki varlıkları belli olmayan başka birileri mi yapıyor, bilmiyorum. İçimde savrukça dolaşan korkuları bastırabilmek için, gerçek yaşamın normal bir parçasıymışım gibi davranmaya çalışıyorum. Tüm benliğimi, korku filmlerinin o dehşetli stresinden temizlemeliyim. Aksi takdirde yılların kırgınlığını ve kırıklığını taşıyan narin kalbim buna daha fazla dayanamayacak.
Gökyüzünün açık alacalığını kara bir bulut gölgelemiş. Anlaşılan o ki, güneş yüzünü göstermeden önce bir gelin edasıyla nazlanarak yüz görümlüğü istiyor. Yutkunuyorum. İçimdeki mayına dokunmamaya gayret ederek kendimi manzaranın gizemli huzuruna teslim etmeye çalışıyorum. Bunun, belki biraz daha güç kazanmama yardımı dokunurmuş gibime geliyor. Görüş alanımı parmaklarımın yardımıyla az daha aralayarak genişletmeye çalışıyorum. Sağ taraftan eğik çatının yere desteklenmiş nemli tahtaları görünüyor. Sanki biri gelip kuvvetlice bir yumrukla üzerine ağır bir darbe indirmiş, kiremitler yere yuvarlanmamak için son güçlerini kullanıyorlar. Korkunç yüzlüler görünürde yoklar ancak soldaki karaltıdan her an fırlayacaklarmış hissine kapılıyorum.
O da ne? Ani bir refleksle kendimi geri atıyorum. Kan beynimin içinde hızla hareket ediyor. Koca koca yıldızlar geçiyor gözümün önünden. Korku ve dehşet, iri bir yumru halinde gelip boğazımın en üst köşesine lap diye yapışıyor. Koca bir karaltıdan çıkan dev bir yaratık bu… Kaderi kurban edilmek olan zavallı birinin hastalıklı çaresizliği, tüm benliğimi çepeçevre kuşatıyor. Bedenimin her zerresi, korkunç titreyişlerle sarsılıyor. Çığlık atmak istiyorum o an. Her zaman bunu yapmaktan nefret etmişimdir, (sanırım sırf bu nedenle) ne olacaksa olsun diyerek, olduğum yere yapışıp kalıyorum sessizce. Gözlerim pencerede… O dev yaratıkla ve yıllardır ağabeyime yaşattığı korkusuyla başa çıkmam gerektiğini biliyorum. Nefes alışlarım hızlanıyor. Karaltı daha da büyüyerek bana doğru yaklaşıyor. Ağzımda tek bir tükürük zerresi yok. Kupkuru… Sanırım eriyorum…
Perdenin açık kalan aralığından kocaman, parlak bir çift göz değiyor, kasılarak büzüşen bedenime. Tüylü bir uzantı, alacakaranlığın arasında kayıp gidiyor. Beynimin içinde ikamet eden tüm işe yarar canlı hücreleri bir araya toplamaya çalışıyorum. Zihnim ağır ağır berraklaşıyor. Bu evin yaşlı kedisi olmalı… Evet, kesin o. Buraya ilk ayak bastığımda bacaklarıma dolanarak sırnaşan, ben gözyaşı dökerken, etrafta olup bitenleri pek de umursamadan salına salına dolaşıp caka satan o uyuz kedi işte. Yüreğimi ağzıma getiren o dev karaltıysa, kerpiçten yapılma fırının duvarına yansıyan kedi gölgesinden başka bir şey değil. Nasıl da korkuttu beni!
Bu kez perdeyi sonuna dek açıyorum. İçimde korku yok mu? Elbette var. Ama korkunç yüzlüler yok! Evet, gerçekten yoklar… Bir soluk daha almam için buna inanmam şart. Nefesimi özgür bırakarak, kalbimi rahatlatmaya çalışıyorum. Gökyüzü, ele geçirdiği tüm gizli güçleri içinde barındıran bir yutak gibi öylece tam karşımda duruyor. Ürperiyorum. Ufukla aynı hizadayız. Görünürde kimsecikler yok. E şimdi ben kime kafa tutacağım? Gökyüzüne mi? Üzerini örten şu kara bulutları şöyle bir sağa sola savurtsam, ardında gizlediği o korkunç gerçekleri görebilir miyim? Peki ya ağabeyimin korkunç yüzlülerini?
Of… Korkular yine başlıyor.
Perdeyi hızla örtüyorum. Ne olur, ne olmaz. Kendimi böyle daha emniyette hissediyorum. Yüreğimdeki kemirgen korkuları bastıracak bir bahanem de var artık. En azından şimdilik… Canım, evin uyuz mu uyuz yaşlı kedisi işte… Başka ne olacak?
Geri adım atmama izin vermeyen derme çatma divana yavaşça oturuyorum. Yayları hafif bir gıcırtı çıkarıyor. İçimden yatağa boylu boyunca uzanmak geliyor, uzanıyorum. Ellerimi başımın arasına alarak, gözlerimi boş tavana dikiyorum. Karanlık eskisi kadar ürkütmüyor beni. Kafamda hayal üstü senaryolar da üretmiyorum. Demek insan, en kötü şeylere bile hazırlayabiliyor kendisini.
Ağabeyimin kokusunu hatırlamaya çalışıyorum… Herkes gibi onun da kendine özgü bir kokusu vardı elbet. Evet, şimdi daha iyi hatırlıyorum. O, tıpkı anneannem gibi kokardı. Elini kolunu her savuruşunda, yanımdan her geçişinde saçından, giysisinden, buğday teninden havaya yayılan taze tütündü; onu O yapan, belki de o mayhoş kokusuydu… Hatta bir kez parmak aralarını bana doğru uzatarak o mayhoşlukları koklamamı istemişti benden, ardından da sigaranın zararlarını sert nutuklar halinde uzun uzun anlatmıştı. Nasıl da sıkılmıştım. Oysaki onun hayatta keyif aldığı birkaç şeyden belki de en önemlisiydi bu, yani sigarasını dudakları arasına sıkıştırıp, dumanı arasında kaybolmuşluğu yaşamak… Kaybolarak, bu dünyanın gerçek acılarından soyutlanmayı, soyutlanırken kafasında güzel dünyalar kurmayı ve o güzel dünyalarda birkaç saat vakit geçirmeyi hep çok severdi.
Usta bir av köpeği gibi burnumu havaya kaldırarak üst üste birkaç kez çekiyorum. Odadaki sirke ve ispirto kokusu, havayı öyle ağırlaştırmış ki, başka bir koku duymana asla olanak yok. Bir iki denemeden sonra bu ısrarımdan vazgeçiyorum. Ağabeyimin kokusu, ölüm-sirke kardeşliğine yenik düşmüş, tıpkı cılız bedeni gibi…
Ayaklarımı birbiri üzerine koyarak sürtüyorum… Ne zaman şu kapıdan içeri girip de onu, bir şeylerden saklanıyormuşçasına, yorganı göz hizasına kadar çekili yatıyor görsem, örtünün altından hareket eden şeyin ayakları olduğunu bilirdim. Bazen onu bu haliyle, sinsice pusuya yatmış, sabırla avını bekleyen bir aslana benzetirdim. Birden önüme fırlayarak beni parçalayacakmış gibime gelirdi. Sonra bir mucize olur, irademin dizginlerini sıkıca tutup baş kaldırmaya dünden razı olan duygularımı kırbaçlayarak itaate zorlar ve sinsi bir kurnazlıkla saydamlaşan gözlerindeki anlamı çözmeye çalışırdım. İliklerime kadar hissetmek ve delice yaşamak istediğim güven duygusunun, onun gözlerinde saklı olduğunu çok iyi bilirdim. Bazen kan çanağı içinde iki yuvarlak siyahlığın hiç hareketsiz öylece durduklarını görürdüm. Bu en kötüsüydü. O siyahlıkların, bir noktaya asılı kalmış anlamsızlığı ve donukluğu içimi ölesiye ürpertirdi. Bilirdim ki birazdan, insanın iç dünyasını karanlık bir buzul ülkesine çeviren o delici bakışlarıyla bana dönüp sen kardeşimin casus ikizi misin diye soracak ve ben de her zamanki gibi titrek bedenimdeki korkuyu olabildiğince ört bas etmeye çalışarak, güya umursamaz bir tavırla ama aslında o odadan delice kaçmak isteyecek, panikten birbirine dolaşan adımlarımı çaktırmadan hızlandıracağım.
Evet, sen kardeşimin ikizisin… Beni öldürmeye geldin…
Ayaklarımı hala sürtüyorum. Ne ilginç. Tuhaf bir sıcaklık ve güven duygusu veriyor bu bana. Ağabeyimin yıllardır aradığı şey bu olabilir miydi diye düşünüyorum: Bir gıdım güven… Etrafa her zaman ürpertici bir şüpheyle bakmak nasıl bir duygudur? İnsanın tüm iç organlarını, anında yerle bir edecek türden güçlü bir şey olmalı bu. O kadar yakıcı ve yıkıcı... Kardeşine, babasına hatta aynada gördüğü kendisinden olan yüze bile şüpheyle bakmak nasıl bir acıdır? Acı mıdır, korku mudur, nedir bunun adı? Bunu anlamaya çalışıyorum şimdi. Yüreğim daraldıkça daralıyor. Sanki aldığım nefes, nefes değil, soluduğum şeyinse oksijen olmadığından adım gibi eminim. Derin derin nefes alıyorum, kalbim kanı pompalamakta bir hayli zorlanıyor.
Daha fazla yatamıyorum, bir yay hızında fırlayıp doğruluyorum. Vücudumdaki tüm kan çekilmiş gibi… Hemen yanımdaki odadan babamın kesik öksürüğü duyuluyor. Bu o kadar babamdan bir parça ki onun uyanmış olabileceği ihtimalini düşünmüyorum bile. Yıllardır uykumun arasında dinlediğim, hatta daha da ileri giderek rüyalarımın birer parçası haline getirdiğim ve beni asla rahatsız etmeyen tanıdık bildik bir ses bu. Şimdi yorgunluktan bitap düşmüş olmalı… Uyanma ihtimali nerdeyse sıfır…
Ellerimi divana destek yaparak oturuyorum. Her yer ölüm kokuyor. Sirke ve ölüm… Benliğim, birbirinden tamamen ayrı bu iki şeyi özdeşleştiriyor. Sirke kokusu, ölümün soğuk ürpertisini ta iliklerime kadar taşıyor.
Annem, geldiğimizden beri bilmem kaç kez, gözyaşları içersinde yüreği cayır cayır yanarak anlatmış, her anlatışında sesi biraz daha alçalırken, hıçkırıkları daha bir güç kazanmıştı. Günlerdir elinden, bulanık renkteki plastik sirke şişesini hiç düşürmemiş, midesinin ezildiği her vakit, boğazdan aşağıya hızla indirivermişti bu ekşi içeceği... Biricik oğlu kim bilir neden yapmıştı bunu? Hiç bıkıp usanmadan, bize mi yoksa kendisine mi olduğu açıkça anlaşılamayan birçok soru sorup durdu, tüm gün. Neden yaptı? En çok da bunu… Boşa geçen çırpınışlarının arasında ne yazık ki hepsi cevapsız kaldı… Çünkü o da biliyordu, tüm cevapları, birkaç saat önce bir kefene sarıp toprağın derinliklerinde bırakıp geldiğini... Çaresizliğin en kötü halini yaşatmıştı, hayat ona… Başka seçenek tanımamıştı.
Akrabalar, konu komşu, tanıdık bildik kim varsa taziyede bulunmak için kapımızı aşındırıp durmuşlardı tüm gün. Meraklı yüzler ve bakışlar arasında geçen hararetli konuşmalara tanık olmuştum: Ayhan ağabeyimin cansız vücudu, Kütahya’nın karanlık ve soğuk tren istasyonundaki yüksek gerilim hattının hemen dibinde bulunmuştu bekçiler tarafından…
Yani ağabeyimin hayatta olduğu zamanlarda, altından bile geçmeye korktuğu o yerde, işte hemen oracıkta. Yıllardır, korkunç yüzlülerin elektrik vererek kendisini öldüreceğinden bahsedip durmuştu ve bu sebeple olmalıydı ki, hayatı boyunca gerilim hatlarının altından geçmekten hep şiddetle sakınmıştı. Peki ya şimdi, ölümünü neden orada seçmişti?
Bir gün önce, öğlen vakti: ‘‘Dolaşmaya gidiyorum, akşam dönerim’’ diyerek, üstelik vedalaşır gibi el öperek çıkmıştı, bir daha asla dönemeyeceğini bildiği bu köy evinden. Pantolonunun arka cebine iliştirdiği küçük notta, evin telefon numarası yazılıydı. Bir de kimliğini almıştı yanına. Belli ki her şeyi planlayarak çıkmıştı… Gerçi annem, sonraları, ağabeyimin dışarı çıkarken zaten hep bu şekilde çıktığını söyleyecek, bu nedenle asla şüphe duymadıklarını da ekleyecekti.
Onu şehre taşıyacak trene bindiğinde, belki son bir kez daha dönüp bakmıştı ardına ve içinde direnen son bir umutla, hayatında bir şeylerin değişebilme ihtimalini düşünmüştü, kim bilir... Ve ardından da asla değişmeyecek olan o ölümcül kararı vermişti: Buradan derhal gitmeliyim… Bırakıp gitmek istediği yalnızca bu yaşlı köy değildi elbet. Önüne geçemediği ızdırapları, onu sık sık yatağa mıhlayan korkuları, bitmek tükenmek bilmeyen şüpheleri ve çıldırma sınırına dayanarak kulağına ulaşan yalnızca kendisinin duyabildiği ürpertici sesler. Gelecekle ilgili belirsizlikler, belki de başkalarına verebileceği zararın dehşetli endişesi… Son zamanlarda sık sık, size zarar vermeden bu dünyadan göçüp gitsem demişti anneme. Kimse şüphe duymamıştı bundan, kimse sonucun bu boyutta olabileceğini tahmin edememişti. Elbette alışılmış sözlerin etkisizliğiydi bu…
Sevdiği birkaç fedakâr insana zarar verme korkusu, hele ki son zamanlarda hastalığının daha da sertleşmesi, ona ölümü daha sık düşündürmüştü…
Şehre indiğinde dolaştı durdu saatlerce. Bunu yapacak cesareti toplamaya çalıştı belki de. Belki son bir kez, en çok sevdiği köfte ekmekten yedi, yanına da bir ayran. Ne de severdi. Kasetçilerin önünden geçerken belki son bir kez, en son çıkan albümleri inceledi ya da yanından akıp giden kalabalığın arasındaki birkaç genç kıza şöyle bir göz ucuyla bakıp, normal yaşama dönebilme ihtimalinin yüzdeliğini düşünerek, tükenen umudunu, ayağına değen irili ufaklı taşların altında aradı.
Belki de hiçbirini yapmadı. Uyuşan bedenini bilincin sınırında, oradan oraya sürükleyip durdu saatlerce…
Gecenin ilerleyen vakitlerinde istasyona döndüğünde, kurnazca bir plan yapıp: ‘‘Gerilim hatlarında arıza varmış. Ben elektrikçiyim.’’ diyerek inandırmıştı, görev gezisine çıkan istasyon bekçisini. Ve büyük bir hızla, belki de kararından vazgeçme ihtimalinin olabileceği korkusuyla, karanlığın o esrarlı sisinden içeriye paldır küldür dalıvermişti…
Yine aynı hızla, nefes nefese mi çıkmıştı, bir an önce ölümün soğuk ama ona göre huzurlu ellerini tutabilmek için? Onu öldürmek isteyen hayali adamlardan, çıldırtıcı seslerden ve yıllardır azılı bir katil gibi peşini bırakmayan illetinden kurtulacak olmanın sabırsızlığını mı yaşamıştı o an?
Çok acı çekiyorum demişti sık sık. Izdıraplarına bir an önce son vermek için mi alelacele koşmuştu ölüme? Yoksa tam bu cesareti bulmuşken, yine birilerinin ya da bir şeylerin pat diye karşısına çıkıp buna engel olabileceğinden mi korkmuştu? O yüzden mi ürkek ve heyecanlı bakışlarını alelacele etrafta gezdirdikten sonra merdivenin ince basamaklarını hızlı hızlı ezmişti?
Son bir kez soluklanıp hınçla elini elektrik teline uzatırken, yılların öcünü alacak olmanın rahatlığını mı hissetmişti yüreğinde? Artık bana zarar veremeyeceksiniz... Ben de kimseyi üzmeyeceğim, diyerek mi o binlerce voltluk şehir elektriğini, iyiden iyiye zayıflamış takatsiz bedeninden geçirerek, cansız vücudunun bir mekik gibi boşluğa fırlatılmasına izin vermişti?
İşte elektrik hatlarının altındaydı şimdi, hani o çok korktuğu yerde, tam oracıkta… Sesler yoktu... Adamlar yoktu… Ölümle korkutan bütün hayaller terk edip gitmişti onu… Acı veren her şey dinmişti. Yaşadığı on yıllık kâbusun sessizce ve sükûnetle son buluşuydu bu. Boynunda ve ayağının altında açılan iki koca yanık yarasından boşalan kanlar, koca yılların kırmızıya bulanmış acılarının, dehşetinin, korkularının ve kemirgen şüphelerinin nihayetlendiğini gösteriyordu. En az o şiirinde hayran olduğu balıkçı kadar hürdü şimdi…
BALIKÇININ ÖZGÜRLÜĞÜ
Neyi düşünüyorum
Biliyor musun?
Bir küçük balığım olsa,
Onu mavi derinliklere yollasam,
Bana özgür imgeler getirse,
Taş gibi gözleriyle bana baksa,
Aptal aptal dese ki:
‘‘Özgür olmak istiyorum.’’
Oltamı bir kenara atsam,
Tutup kafasını koparsam,
Sonra, ‘‘İşte bak özgürsün…’’desem…
Arkasından oturup ağlasam…
Balığımın canlı solungaçları ışıldasa,
Kuyruğu can çekişerek oynasa.
Sonra ben, sansar ruhlu adam,
Kendime dönsem,
Ve sorsam içimi çekerek:
Özgürlük yalnızlık mı?
Yoksa çoklarla birlikte olmak mı?
Atmaca palazı gibi çırpınıp uçmak mı?
Balığım… Alık yaratığım…
Balıkçılık zordur.
Hele kış günü karayelde.
Kar serpiştiren azgın bir rüzgâr,
Dalgalar omuzlamışlar takamı,
Çıkarıyorlar göğe.
Ben balıkçıyım…
Hürüm hem de…
4.Mayıs.1990
Ahmet Ayhan Demir
Ve her günleri bir güne dönüşmüştü, soğuk bir tren istasyonunun buz kesen toprak zemininde…
BİR GÜN
Bir gün yıkılacak şu taş duvar.
Kalbin duracak ansızın.
Nefesin kesilecek, soluğun susacak,
Herkes kendini yaşarken…
Her gün, bir güne dönüştüğünde,
Onurunla savunduğun değerleri bırakıp geriye
Göçe katılacaksın bir gün…
1 Temmuz 1988
Ahmet Ayhan Demir
Acılara alelacele veda eden cılız bedeni, o her günün bir güne dönüştüğü gecenin son saatlerinde bulunmuştu…
Koca on sene… Her gün ölen, her gün bu korkuyu yaşayan ürkek bedeni ise, göçe katılacağı işte o bir gün ü seçmişti…
Divanın üzerinde hareketsiz durmak belimi incitmiş olmalı. Kollarımdan güç alarak doğrulmaya çalışıyorum. Bu hareket belimi ikiye ayırıyormuşçasına büyük bir acı verse de buna pek aldırış etmiyorum doğrusu, burada yaşanan acıların yanındaki hiçliği bana komik geliyor.
Sanırım hava aydınlanmak üzere. Oda karanlık havasını muhafaza etmeye çalışsa da perdenin parlak kızılımsı renkleri dışarıdaki aydınlığın arttığını gösteriyor. Başımı yukarı kaldırıyorum. Kederli ve yorgun gözlerim, nerdeyse üzerime yıkılacak gibi duran eski dolabın üzerine ilişiyor. Birkaç saat önce, ablam ve annemin bu odaya girerek ağabeyimin yıllardır yazdığı deneme ve şiirlerini, yangından mal kaçırırcasına içine tıkıştırdıkları tozlu karton koli, hızla kaldırıldığı dar ve karanlık olan şimdiki yerini pek beğenmemiş olacak ki kanatlarını iki yana açmış birinin onu almasını umut ederek bekliyor. Kendisine bundan böyle bir kez olsun dokunulmayıp, içinde savrularak dağılan bir dünyanın kaleme alınmış yazılarının belki de bir daha asla okunulmayacak olması, bugünkü yaşadıklarına bakılacak olursa yüksek bir ihtimal olarak görünüyor, bu da onda son bir çırpınış yaratmış sanırım. Yıllar önce şizofren bir yeteneğin elinde doğup, koca ömür tek bir umut olarak beslenirken, el üstünde tutulduğu bir dünyadan hızla inişe geçerek, görülmeye bile tahammül edilemeyen bir nesne konumuna düşmesi, yaralı yüreğinde kabul edilemez bir gerçeğe dönüşmüş olmalı. Şaşkınlığı, bilinmezliğin içinde büyük bir endişeyi de taşıyor. Ama ben biliyorum ki, en yakınını sonsuza dek kaybetmiş olan yüreklerin, tazelenen anılar karşısındaki dayanıksızlığıdır bu kaçış. Hafızalarımızı yok etmeyi başaramayan biz zavallı insanlar, etimize batan bu dayanılmaz hatırlatmaları, her adımda önümüze çıkarak bizi sonsuz kedere boğan anı kırıntılarını ortalık yerden kaldırarak azaltmaya çalışıyoruz belki.
Beni iteleyen bir güçle yavaşça ayağa kalkarak yukarı uzanıyorum. Oldukça ağır görünüyor… Fazla gürültü çıkarmamaya özen gösterip, yalnızca hafif bir hışırtı sesiyle durumu kurtarıyor ve nihayet yere indirmeyi başarıyorum. Işık bulan yerlerde uçuşarak dans eden toz zerrecikleri, karanlığın başladığı yerde gözden kaybolup yitiyorlar. Güya bu zerreciklerin ağzıma girişine engel olmak için elimi bir iki kez havada savuruyorum. Küçük canavarlar tepemdeki danslarını sürdürürken ağırlaşan kafamı, ışığın hafifçe üzerine düşerek aydınlattığı, bir kenarı yırtık olan koliden içeri doğru eğiyorum. Mavi plastik bir dosya içine özenle yerleştirildikleri açıkça belli olan deneme yazıları, koli içinde dağınık duran temize çekilmemiş yığınla şiir ve üzerlerine küçük notlar alınarak özensizce saklanmış birkaç sayfa…
Dilim damağım kuruyor. Yutkunmakta güçlük çekiyorum. İnce, uzun parmaklarım dosyanın ilk sayfasını çevirirken, ağırlaşmış yüreğim, yitip giden bir hayatın basit bir kâğıda aktarılmış duygularını paylaşabilmek için sabırsızca titriyor…
2
Borazan gibi uzun bir çığlık sesiyle, yarı delinmiş uykudan ansızın sıçrayarak uyanmak… Nerde olduğunu çözememenin verdiği çıldırtıcı korkunun, yabancısı olduğun bulanık görüntü ve atmosferle bir kat daha artması…
Burası neresi?
Soğuk sarı duvarlar, canlı canlı üzerine yığılan taş duvarlar gibi soluksuz bırakıyor insanı. Tuhaf bir uğultu çıkarıyorlar. Daha çok uykuyla uyanıklık arasında bir yerlerde çırpınıp duruyorsun. Ne uyanabiliyorsun, ne de uyuyabiliyorsun. Bu da en kötüsü.
Sonra güven verici tanıdık yüz yaklaşıyor… Gelip yatağımın kıyıcığına oturuyor, korkma diyor yatıştırıcı bir sesle. Alnımı, yüzümü sıvazlıyor.
‘‘Anne, hasta mı bağıran?’’
‘‘Yok oğlum. Kötü kadın içmiş, komaya girmiş. İki polis getirdi.’’
‘‘Allah belasını versin’’ diyorum.
‘‘Yat uyu hadi. Hiçbir şey düşünme.’’ diye fısıldıyor.
Yarın şoka gireceğim. Hiç bir şeyi umursamayacak kadar da kötüyüm. Yarı uyur yarı uyanık halde yatağın şiltesini çekiştiriyorum. Sol yanım uyuşuk, bu nedenle o tarafı dikkatle kollayarak sabahı ediyorum. Bu arada annem beni defalarca kolaçan ediyor. Her defasında geldiğini sezinleyerek, yüzümü yastığa gömüp uyuma taklidi yapıyorum. Tüm çabama rağmen ancak gün doğarken uyumayı başarabiliyorum…
Ve sabah oluyor…
Bir sedyenin üstüne boylu boyunca yatırıp, kayışlarla bağlıyorlar beni. On iki saattir açım. Vücudumda hiç bir direnme yok. Üstelik üzerimde, kendini azgın nehrin akışına bırakmış sakin bir adam hali var… E bu da normal değil…
Zaten çoktandır ölmüşüm ben… Bir daha öldürsünler, ne çıkar diye düşünüyorum. Vurdumduymazlık mı? Düpedüz tükenmişliğin çaresiz boyun eğişi bu…
Şakaklarımı ıslak bir bezle ovuyorlar. Ağzıma da bir keçe sıkıştırıp, iyice sık diyorlar. Çenelerimi kilitliyorum. Ağzım tükürük dolu ama yutkunmak imkânsız. Elektrotların soğuk teması beni irkiltiyor. Hastabakıcı anlıyor. Gözlerim irileşmiş olmalı. Bir şey yok, diyor. Bacaklarım dâhil olmak üzere, beyaz önlüklü dört kişi üzerime abanıyor. Bir kaç bin voltluk bir ark, saniyenin çok küçük bir kesitinde beynimin içinde, soldan sağa doğru ince bir acı ile birlikte akıyor. Ve bir anda karanlık olanca ağırlığıyla bastırıyor…
Üzerinden ne kadar zaman geçiyor, bilmiyorum. Uyanıyorum. Odamdayım… Bir bahar havası var dışarıda. Güneş, ipliksel ışınlarını koğuşun içine yollarken bir sevinç hali gösteriyor sanki. Akrabalar ziyarete geliyorlar…
Hemşiremiz çok sevimli bir kız. Bayılıyorum ona. Aşk mı? Bilmiyorum… Hayal kırıklığına uğramaktansa bilmemeyi tercih ediyorum şimdilik. Benim hiç gerçek aşkım olmadı, platoniklerde ise daha büyük acılar çektim. Âşık olduğum kızları, zaman içersinde ya yabancı bir kolda neşe içinde gördüm, ya da mutlu bir yuva kurmuş karnı burnunda... Onlar da haklılar, beni ne yapsınlar? Bir ömür hastanede refakatçi olarak yaşamayı kim kabul eder? Deli damgası yemiş bir adamın kaderini paylaşmak çok da kolay olmasa gerek.
Devamlı ders çalışıyor, nöbetçi öğrencilerden biri olmalı bu bıcırık. Bana avuç avuç hap getiriyor. Sabah-akşam böyle rengârenk, kokularını da bir tuhaf bularak yine de içiyorum onları. Vücudum yeni bir platonik aşkı kaldıramayabilir, bu nedenle fazlaca da düşünmemeye çalışıyorum onu.
Birçok bağlantıyı kopardım. Birden hayallerle karışık korkular, karabasanlar başlıyor gün içinde. Kendimi tuvalette buluyorum kimi zaman, kimi zaman da dayımın sarı yüzünü tanımaya çalışıyorum.
Koğuşta patates yemeği yiyormuşuz… Odasında doktorla konuşuyormuşum. Hatırlamıyorum… Her bilinç uyanışında: ‘‘Ben neredeyim? Ne işim var burada?’’ diyorum. Ardından bir deli koğuşunda yatan zavallı bir hasta olduğumu hatırlamam uzun sürmüyor neyse ki…
Her acının bir panzehiri, her kötünün bir iyi yanı da vardır. Akşam, hayat ne kadar acımasız diye düşünüyorsun ve omuzların yorgunluğunu çekmez oluyor. Sonra sabah uyandığında bir bakıyorsun, zindelik uzuvlarından taşıyor. Her şeye rağmen soluklanacak bir aralık, bir boşluk buluveriyorsun. Kime şükredeceksin? Kime şükretmelisin? Bu beni ilgilendirmez… Yeter ki mutluluğun kapıları hep bir aralık dursun… Senin için… Benim için…
12.10.1989
3
Derin bir iç çekiyorum. Perdenin gerisinden gelen hışırtılar artık beni ilgilendirmiyor. Belli ki evin yaşlı kedisi, sabahın bu seher vaktinde birkaç arkadaşını da peşine takmış, atıştıracak bir şeyler bulma ümidiyle gizli bir çete kurmuş etrafta geziniyorlar. Zira örtünün arkasındaki tüylü uzantılar bir hayli çoğalmış görünüyor.
Ağırlaşan kafamı kaldırıp etrafa bir göz atıyorum. Üzerindeki kalın toz tabakasının, yırtıcı bir hayvanın tırnak izlerini andıran uzantılarla yarıldığı gözlenen çıplak sehpa, camın hemen altındaki eğreti yerinden, bana birçok şeyin artık çok eskilerde kaldığını anımsatıyor… Geçmişin buğusunda kaybolup giden renkli ve neşeli çocukluk yıllarımın hüzün yüklü hayalleri, birkaç kıvrak tırnak iziyle yarılarak bugünün kederiyle harmanlanıyorlar. Her bir çizgi içinde özenle gizlenmiş hayatımın en güzel yılları, dağların eteklerinden tepesine doğru, döne döne kaybolan küçük patika yollar gibi kıvrım kıvrım. Nerede başlayıp nerede bitecekleri belli olmayan keskin virajlar, dağın zirvesine ulaşırken tehlikelerini de hızla artırıyorlar. Peki, şimdi ben neredeyim? O dağın hangi karanlık kuytuluğundayım ya da hangi patika yolun yokuşundan aşağı doğru yuvarlanıyorum? Yoksa aydınlık bir zirvenin unutulmuş bir çukurunda, mutlulukla kederi aynı anda yaşatan hayata karşı isyan bayrağını mı çekmek üzereyim? Düşünüyorum… En güzel yıllarım: Çocukluk yıllarım… O bile bakıldığında büyük korkuların, büyük kaosların yaşandığı birer gerilim filminden öte geçmiyor.
Sehpayı örten ince griliği, silecek vazifesi gören parmaklarımı hareket ettirerek avucumun içine topluyorum. İşte bütün hayatım, ellerimin arasında şimdi... Hüzünlü geçmişimin tüm karanlık patika yollarını, küçük bir ele tıkıştıracak kadar acizleştirdim. Artık beni üzemeyecekler. Kararlıyım, onlara esir olmayacağım. Biliyorum, eğer şimdi onları yok etmezsem, tıpkı kendileri gibi geleceğimi de, uçurumun kenarından uzayarak giden engebeli ve keskin virajlarla dolu tehlikeli yollara çevirecekler.
Bu kapıyı vurup çıkarken asla pişman olmamıştım, şimdi de pişman değilim olanlardan. Yalnızca üzgünüm. Tüm bu olanların, kendi elimizde sevgi ve anlayıştan yoksun, eciş bücüş şekillenerek bizi merhametten uzaklaştırmasına üzülüyorum, hepsi bu.
Hüzünle karışık bir tiksintiyle ellerimi yüklüğün üzerine bastırarak kuvvetlice sürtüyorum. Yıllardır elime yapışarak ister istemez benim bir parçam olmuş kanlı bir et beninden kurtulmak ister gibiyim. Hınçla sürtüyorum… Sürtüyorum… Gözlerimden yaşlar boşalıyor. Bu ne ızdırap, bu ne büyük bir ikilem! Sonra birden irkiliyorum. Omuzlarımı sarsarak gözyaşlarımı hızla siliyorum. Belki istenmeyen küçük bir et beni, belki şiddetli sancıları olan kör bir yara ama o her şeye rağmen benim bir parçam. O benim asiliklerimle, onurumla ve hatta belki de hatalarımla bütünleşerek şekillenen hüzünlü geçmişim. O benim kişiliğim, benliğim, beni ben yapan doğrularım… Babam benden vazgeçmiş olabilir ama ben geçmişimden asla vazgeçmeyeceğim.
Karanlık bir yerlere hınçla tıkıştırarak unuttuğum umudu, şimdi heyecanla hatırlayarak çıkarıyorum gün yüzüne.
Yaramaz bir çocuğun gülümsemesiyle bakıyorum artık, kahverengi parlak cilalı sehpaya. Çıplaklığına ve ihtiyarlığına rağmen kendine özgü güçlü duruşunun etkisiyle yıllar canlılığından pek bir şey kaybettirmemiş. Üzerindeki birkaç şey, elle tutulur diğer anılar gibi bir kez daha hatırlanmaya tahammül bırakmayarak, iç acılarıyla bir yerlere tıkılarak gizlenmiş olmalı. Oysa bahse girerim, daha birkaç gün öncesine kadar, bu bir bacağı sallanan emektar sehpanın üzeri, tıklım tıklım ancak düzenli yerleştirilmiş onlarca kaset, sağ tarafına simetrik olarak yerleştirilen birkaç kitap, ambalajı itinayla açılmış ucuz bir sigara paketi ve hemen önünde kül tablası vazifesini gören metal bir çay altlığıyla doluydu.
Bir hışırtı sesi… Bu kez dışarıdan değil demeye kalmıyor ve sessizce açılıyor kapı. Mandalın tıkırdamamasına bakılırsa, bunu açanın bir hayalet olma ihtimali bir hayli yüksek görülüyor. Hayaletin varlığından çok, yaşadığım korkular tüm bedenimi soğuk bir demir parçası gibi sarıp sarmalıyor. İlk kez kendimden böylesine endişeliyim. İçimdeki yatıştırıcı sesle, panik sessizliğim birbirlerinin ayaklarına dolanıyorlar. Bağırmalı mıyım, yoksa ağırbaşlılıkla susup olacaklara razı mı olmalıyım? Karanlıkta beliren hayalet gölgeyi seçebilmek için korkuyla açılan gözbebeklerimde delici iğne batımları var. Gözümü bir kez olsun kırpmadım, haliyle kurumuş olmalı.
Yüreğim, Amazon ormanlarında ritimsiz çalınan bir tamtam davuluna aşık atacak kadar gürültülü. Hadi artık, ne olacaksa olsun diyorum yine. Sanırım bu kelime, gecenin en özlü sözü olma hakkını kazanacak böyle giderse…
Ani bir baskınla gözlerimin içine dalan parlak ışık başımda balyoz etkisi yapıyor, kafam sert bir şekilde yana düşüyor.
‘‘Sen ne yapıyorsun burada?’’
Gözlerimi açıp bakmaya korkuyorum. Biraz önce parlak ışığın sersemlettiği beyin hücrelerim, bu sesin tanıdık olabileceği konusunda hem fikir oluyorlar. Yavaşça aralıyorum gözlerimi. Kapının yüksek eşiğinde etekleri sallanan iri bir siluet, içeriye doğru hafifçe süzülerek hareket ediyor.
‘‘Kızım ne yapıyorsun burada?’’
‘‘Anne… Ben…’’
Annem, ışığa henüz alışamamış buruşuk gözleriyle yüzüme doğru bakıyor. Biraz da endişeli sanırım.
‘‘Uyuyamadım da…’’
Verdiğim cevaba şaşırmış gibi. Çipil çipil bakan gözlerini hala üzerimden almış değil. Uyuyamayan birinin gecenin bir yarısında, cenaze evinin kanayan kalbi olan bu odada, üstelik ürkütücü bir karanlığı seçerek, hiçbir şey yapmadan oturmasının ne gibi bir anlamı olabilir ki? Sanırım o da bunun farkında.
‘‘Ben de uyuyamadım…’’ diyor, üzgün ve teslimiyetçi bir boyun kıvırışla. Kendi yaptığı şeyin de benimkinden pek farklı olmadığını idrak etmiş olmalı. Ancak bakışlarımızın derinliklerinde kendini hayâsızca ele veren bir suçluluk duygusu, aramızda gizli bir suç ortaklığına dönüşüyor, gevşiyoruz.
Üzerinde kala kaldığım divana, sanki bir şeyleri ürkütmekten korkarcasına hassas bir tavırla oturuyor. Titrek ve iri kolu, omuzlarıma değiyor, bana o kadar yakın. Bu küçük dokunuşla duygu transferi başlıyor. Evet, onu hissediyorum, korkuyor… Yokluğun çaresizliğinden mi, hayati önem taşıyan bir parçamızın kangren olup toprağa gömülmesinden mi, yoksa burada gerçekten tanımlayamadığımız doğaüstü yaratıkların olduğuna dair olan inancımızın sağlamlaşmasından mı bu denli korkuyoruz?
‘‘Ah kuzum benim…’’ derken sesi titriyor. ‘‘Neden yaptın bunu?’’
Tüm gün defalarca duymuş olmalıyım bu kelimeyi… Bu soruyu onlarca kez sorup, yüzlerce kez ağlama krizine tutulduğu anların en ciddi şahidiyim. Diğer tüm kelimeler, annemin kaosa saplanıp kalan iç dünyasında, anlamlarını yitirerek kelime haznesinden aniden uçup gitmiş gibiler…
Sırt üstü yatıp başımı dizlerinin üzerine koyuyorum. İlk kez bu kadar yumuşak olduğunu fark ettiğim ince elleri, şefkatle yüzümde geziniyor. Evladını kaybetmiş bir ananın, diğer evladını da kaybetme korkusuyla yanıp tutuştuğu hoyratlığı andırıyor bu dokunuşlar… Daha çok, uzun soluklu bir yarış gibi. Aynı acıyı diğerinde de yaşamadan daha çok dokunmalıyım, daha çok sevmeliyim yarışı… Özlemle dokunup, şefkatle okşadığının asıl ben değil de ağabeyim olduğunu gayet iyi bilsem de buna aldırış etmeden huzurla ve sükûnetle başımı teslim ediyorum, bu sevgi dolu kadının ellerine. Saçlarımda gezinen parmakları, hayatımın en unutulmaz, hatırı en bol yıllarına götürüyor beni.
‘‘Anne, saçım kaşınıyor…’’
Annem, gülümsüyor. ‘‘Seni kandırıkçı seni, küçükken de böyle yapardın… İnsanın saçı kaşınır mı hiç?’’
‘‘Benim ki kaşınıyor işte…’’
Annemin gülümsemesine gülümsüyorum. Şişen gözkapakları ve moraran gözaltları, gülümserken daha bir belirginlik kazanıyor. Yüzü ay kadar parlak. Nur dedikleri şey, gelip annemin yüzünde karargâh kurmuş sanki. Ömrünü yiyen bunca acı ve sıkıntıların yüzünde tek bir iz dahi bırakmaması şaşırtıcı. Yüzü, bir bebeğin ki kadar diri ve pürüzsüz... Oysa annemin çileli bir kadın olduğunu hepimiz biliriz yıllardır.
Fırtınadan yeni çıkmış bir kazazedenin bitkin sükûnetini taşıyoruz ikimiz de… Çok tuhaf, derinlerde bir yerlerde buruk bir huzurun varlığını da hissediyorum. Yıllardır ölümle iç içe yaşamış olmamızın verdiği endişe ve korkunun artık son bulmuş olmasıdır belki de bizi böyle tuhaflaştıran. Ufak bir suçluluk duygusu lap diye yapışıp kalıyor göğsüme: Bu ölüm bana huzur mu veriyor?
‘‘Anne…’’
‘‘Efendim kuzum?’’
Omuzlarından aşağıya sarkan tülbendini iki eliyle katlayarak başına sıkı sıkıya sarıyor.
‘‘Başın mı ağrıyor?’’
‘‘Hem de nasıl, çatlıyormuş gibi…’’
‘‘Ağrı kesici getireyim mi?’’
‘‘Biraz önce içtim, bugünden beri belki on oldu.’’
Sararan yüzüne bakıyorum. Başına sıktırdığı tülbendin ucunu, gözünün önünden çekip, diğer düğümün olduğu yere iliştiriyor.
‘‘Bir şey mi söyleyecektin sen?’’
Söyleyeceğim şeyin şuan ne kadar gereksiz ve anlamsız olduğunu düşünerek vazgeçiyorum. Üstelik beni kahırlara boğacak bir vicdan aynasının karşısına geçmeye de henüz hazır değilim.
‘‘Yoo, hayır.’’
İkimiz de gereksiz bir şeyler söylemekten çekiniyoruz. İçimizdeki suçluluk duygusunu artırmamak için susmanın şimdilik en iyisi olabileceğini düşünüyoruz sanırım.
Bu oda… Ve ağabeyim… Kalp ve kan gibiydiler. Ayrılmaz iki yaşamsal parçaydı onlar… Biri olmadan diğeri de olmazmış gibime gelirdi hep. Tahminim de yanılmamışım. Meğer O da sahibiyle birlikte ölmüş, bunu şimdi görebiliyorum.
Hatırlıyorum, bir gün beni kolumdan çekerek heyecanla odasına sürüklemişti. Tamam işte demiştim, kesin yeni bir kaset aldın… Yüzüme afacan bir çocuk edasıyla bakıp gülümsemişti: ‘‘Evet… Hem de Aşık Mahsuni Şerif’in… Sazı dinle de gör, adam nasıl da çalıyor, duysan bayılırsın. Bayılmakla da kalmaz, feleğini şaşırırsın alimallah…’’
Kendimi bildim bileli, edindiği tüm odaların karanlık ve umutsuz bir havası olmuştur hep. O gün de hissetmiştim bunu. Ürkmüştüm, ayaklarım geri geri gitmişti ancak bunu asla yapmamam gerektiğini her zaman ki gibi katiyetle bilerek, adımımı eşikten içeriye atmıştım yine, zorla da olsa. Bana korkularımı, acılarımı ve endişelerimi yeni baştan öğreten, elimde olsa asla edinmek istemeyeceğim deneyimler kazandıran, milimetrik her saniyesini hafızamın ve benliğimin merkezine kazıyarak beni bir şizofrenin kardeşi yapan o odadaydım işte.
Büyük bir heyecanla eline önce Âşık Mahsuni Şerif’in kasetini almış, sonra bundan bir anda vazgeçerek daha tanıdık bir kaset koymuştu teybe ve arkasını dönerek bilgiç bir edayla mırıldanmıştı: ‘‘Önce bunu dinleyelim de biraz neşemizi bulalım yahu.’’
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında,
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında…
…….
Öylesine bizden biriydi işte. Mutlu, şen şakrak, biraz da uçuk kaçık… Hayatın yaşanası bölümlerinden neşeyle kopup gelen tüm güzellikler, gözbebeklerinin canlılığına yerleşmişti o gün. Işıl ışıl parlayan bir çift pencere… Yıllardır görmeye alışık olduğum buğulu ve korkutucu sisten uzak bir çift fırıldak… Ancak şunu da metanetle biliyordum ki, karşımdaki değişken ruh, birazdan ben daha ne olduğunu bile anlayamadan pat diye bu dünyadan ayrılacak; bu ayrılmayla saldırıya geçen bir savaş uçağının korkunç hızıyla hücrelerime çarpan gerçekler, çok geçmeden beynimi karıncalandırmaya başlayacaklardı bile… Bunu yaşamam her zaman ki gibi çok uzun sürmeyecek, o anın bana bir nefes kadar yakın olduğunu bilerek hep tetikte bekleyecektim.
‘‘Bak bu da Selda Bağcan. Hatırladın mı Devrim? Eskiden ne çok dinlerdik…’’
Gesi bağlarında üç top gülüm var,
Hey Allah’tan korkmaz, sana bana ölüm var…
…….
Sahi ya, unutmak mümkün mü? Çocukluğumuz bu şarkılarla geçmiş bizim… Hey gidi günler, hey… Hey koca dünya, hey…
Şimdi her biri emanettir bana… Yüreğimin asla çürümeyecek olan ölümsüz bölümünde, altın bir koza içerisinde saklanan kıymetli bir hazine olarak sonsuzluğun ihtişamında muhafaza edilecekler.
‘‘Bu oda ne kadar da basık ve karanlık… Neden ön odayı ona vermemişiz ki? Orası daha aydınlık ve ferah, hem yola da bakıyor.’’ diyor annem. Yüzündeki keder, ezgin bakışlarla acınası bir hal alıyor.
‘‘O sahip olduğu her odayı severdi anne, üzülme.’’ derken, artık dizlerinde yatamayacak kadar hareketli olduğunu fark edip, yavaşça doğruluyorum.
Boynunu yere eğiyor, iki başparmağını birbirine kavuşturup hızla ileri geri yuvarlayarak ruhundaki sıkılganlığı bastırmaya çalışıyor. Söylediğim sözün zımparalanan yüreğindeki acıyı asla hafifletmeyeceğini, hatta en ufak bir etkisinin dahi olmayacağını bildiğim halde neden bunu söylediğimi düşünüyorum. Sanırım çaresizlik… Yaşanan acının üzerini örtecek güçte bir söz bulamamanın derin çaresizliği bu… Anlıyorum ki, kelimeler, hayatın kendini tamamladığı diğer yarı parçası… Hayat anlamını yitirince, kelimeler de ister istemez bu yok oluştan nasiplerini alıyorlar.
Yine sessizlik oluyor. İkimiz de farklı iki dünyanın arasında gidip geliyoruz. Bunu birbirimize belli etmemeye çalışsak da, diğer dünyalara dalıp gittiğimiz de zaten birbirimizi fark edemeyecek kadar ölgünleşiyoruz.
Korkularımın defalarca yenilenip onlarca kez takatten düştüğü, savaşlarımın bazen güçlenip, bazen yenilgiye uğradığı, zaferlerimi hakkıyla, yenilgilerimi ise en az zaferlerim kadar sayısız yaşadığım bu oda, soluğunu paslandırıp geçmişin en dürtülü günlerini anımsatıyor bana.
Sevgili ağabeyim… Kadersiz mi demeli miyim şimdi ben ona? Kader dediğimiz şey, bizim seçtiklerimiz değil mi? Peki ama O, bunu seçmemişti ki…
Nefes almaktan vazgeçen bu odada, belki yaşayan tek şey hareketli hayaller… Üstelik yalnızca onun hayali, onun korku dolu değişken yüzü nefes alıyor burada şimdi…
Bu yok olası hastalığın kurbanı yalnızca ağabeyim değildi kuşkusuz, bizler de bu keşmekeşliğin içerisinde bize düşen rolleri paylaşıyor, korkularımızla, tepkilerimizle ve acaba’ lı sancılarımızla ağabeyime olan şüphelerimizi somutlaştırıyorduk. O korkunç yüzlülerin kendisini yok edeceğini düşünerek kabuğuna sinerken, biz de ağabeyimin bize zarar verebileceği ihtimalini bilerek, kendi endişe ve korkularımızın ağırlığını da sırtlanarak daha ayrı bir boşluğa zincirleniyorduk. Biz de tıpkı onun gibi ne zaman ne olacağını bilememenin çaresizliği ve yıkımı içerisinde boş gözlerle hayatı kucaklamaya ve az da olsa anlamlandırmaya gayret ediyorduk. Onun tehlikeli dünyasının öcüleri soyutluğun içersinde bir gölge gibi devleşirken, bizim öcümüz somut ve vahşi bir savaşçı gibi karşımıza geçip hiç yorulmadan keskin kılıcını üzerimize doğru savurup duruyordu. Etrafını saran hayalet gölgeler tek tek silinmeye başladığında O, normal bir insan gibi rahatlıyor, yaşama karşı sakinleşiyor, endişelerinden sıyrılıp neşeli ve huzurlu bir yüreği sahiplenebiliyordu. Bizim ise sahiplenebildiğimiz tek şey, değişkenliğin getirdiği korkunç güvensizlik ve kılıcın sivri ucunun bize tekrar ne zaman döneceği endişesi oluyordu. Biliyorduk ki bu mütareke hiç ummadığımız, ancak tecrübelerimizle çok yakın olduğunu hissettiğimiz bir anda karşı tarafın taarruzuyla bozulacak ve biz, her akıllı askerin yaptığı gibi asla gevşemeyerek her an tetikte yaşamaya devam edeceğiz.
İlginç bir hastalıktı bu. Ne çok umarsız, ne de çok ilgili davranabilirdik ona karşı. Aradaki o ince sınırı, ne pahasına olursa olsun hep korumak zorunda olduğumuzu bilirdik. Sevgi gösterisinin ucunu biraz kaçıracak olduk mu tecrübelerimizin bize kazandırdıklarıyla gözlerindeki güvensizliğin ve şüphenin korkunç oranda artacağına adımız gibi emindik.
O gün, işte şu üzerinde olduğumuz divanın üzerinde bir süre oturmuştuk. Her zaman ki tedirginliğim, endişe ve korkularım yoktu. Koca altı seneyi sanki hiç yaşamamıştık. O hiç hastalanmamıştı, bense kendimi hep öyle olmak zorunda bıraktığım olgun kadın modeline çok yabancıydım. Gülümsüyordu, gülümsüyordum…
Kısa bir sessizlikten sonra dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı titreterek dumandan rahatsız olan gözlerini iyice kıstı: ‘‘Eee, sen neler yapıyorsun okulda? İstanbul’a alışabildin mi?’’
‘‘Alışılmayacak bir şey yok da, ben sizi özlüyorum. İnsanın evi gibisi yok…’’
Daha önceden bir şeyleri tecrübe edinmiş gibi bilgiçlikle kafasını salladı. Hafızamı yokladım: Onun evden uzak kaldığı dönemler, Erenköy ve Kütahya Devlet Hastanesi’nde yattığı birkaç ay… Defalarca elektrik şokuna girdiği, kendi tabiriyle deli koğuşunda geçirdiği bazen kâbus bazense ağlanacak haline güldüğü neşe dolu günler… Evet, onun için çok daha zor olmalıydı bu evden uzak kalışlar…
Her şeye ama her şeye rağmen ara sıra da olsa hayatı karşısına alıp onunla şakalaşmayı, karanlık çukurdan her çıkışında kenarında durup gülümsemeyi ve başına gelen en kötü şeyi bile mizah yapıp kahkahalarıyla onu boğmayı başarabiliyordu. Yani bizim yapamadığımızı o yapıyordu. Hayatı arkasına almaktansa önüne katıp gütmeyi tercih ediyordu. Elbet her zaman yapamıyordu bunu, ancak başında karanlık bir bulut gibi dolaşan illetinden kaçıp kurtulmayı her başardığında, tekrar sobeleneceği ana kadar hayatı parmağına alıp oynamayı seviyordu.
‘‘Ben de askerlik yaptım sayılır’’ diyordu gülerek. ‘‘Orada hepimiz heyecanla teskeremizi beklerdik.’’
Gerçekten daha sonraları şahit olacaktık ki orada edindiği anıları, hafızalardan asla silinmeyerek bir mucize gibi görünen askerlik anılarına benzer bir heyecanla anlatacak, her aklına gelişinde önce durağanlaşıp sonra yeniden neşesini takınarak tekrar, hiç bıkıp usanmadan tekrar tekrar anlatacaktı.
O gün yüzünün değişkenliğini fark ettiğimde önce ellerim titremiş, sonra iki elimi birbirine kavuşturarak bu heyecanımı gizlemeyi nasılsa başarmıştım. Her zaman olduğu gibi o gün de ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içersinde doğallığımı korumaya çalışmış, tıkıştırıldıkları dar çukurlardan her an büyük bir isyanla çıkmaya komutlu duygularımı var gücümle bastırmaya gayret etmiştim. Elime aldığım bir kaç kaseti inceler gibi yapmış, kitapları özensiz şöyle bir karıştırmış, kayıtsız birinin sık sık boşluğa dalıp gitme taktiklerini kullanarak korku dolu yüreğimi oyalayabileceğimi ümit etmiştim.
Ağabeyimin hareketleri oldum olası tutuk, yüz mimikleriyse değişkendi. Ani gülüşlerinin hemen ardından insanı bozguna uğratan bir ciddiyet sergilerdi. Böyle olunca da odadaki kasvet, önümde geçit vermeyen koca bir dağa dönüşür, ölümden deli gibi korkan ancak uçurumun kenarında oturmaktan da asla vazgeçmeyen inatçı birinin takınabileceği bir tavırla, sancılı nefes alıp verişlerim hızlanırdı. Sonra yeni bir mucize gerçekleşir, yuvarlanarak yol alan bir kartopunun korkunç hızına ulaşan devasa korkularımla duygularımı bastırma içgüdüm aynı anda devreye girerler, ruhum topraktan yeni çıkarılmış bir solucan gibi kıvranırken, bir o kadar da umarsız ve sakin görünmeyi başarırdım. Aslına bakılırsa iğne üstünde oturduğum, hatta bir yerlerimde boza pişirdiğim söylenebilirdi.
Dişlerinin arasına sıkıştırdığı sigarasının gri dumanını etli dudaklarının yardımıyla şöyle bir derinden içine çekmiş, kahraman bir korsan edasıyla tek gözünü kapatıp diğerini hafifçe kısmıştı ve benden tarafa yan bakarak: ‘‘Okuyamadık işte’’ demişti pişmanlıkla: ‘‘Öyle güzel bir fırsatı kaçırdık.’’
Konuşurken ağız boşluğundan çıkan kıvrımlı dumanlar, odanın sisli havasına karışıp yoğunlaşırken, beyninin içinden geçen her şeyi en ufak ayrıntısına kadar bilmek, öğrenmek istemiştim. Onu anlamak adına…
‘‘Olsun, sen de çok güzel şiirler yazıyorsun. Kim bilir, belki bir gün yayınlanır ve çok başarılı bir şair olursun. Hayat hep sürprizlerle dolu değil midir, geleceğin insana neler getireceği belli mi olur hiç?’’
Uzayan sigarasını kıstırdığı dudaklarından hızla çekerken, külleri, sarı renkteki pamuklu pijamasının sıkıca sardığı dizlerinin üzerine doğru saçılmıştı. Sağ elinin tersini kullanarak bir şeylerden hınç alırcasına bacaklarına vura vura grilikleri silkelemiş ve umutsuz bir ses tonuyla fısıldamıştı: ‘‘Benden bir bok olmaz…’’
Gözlerindeki kırmızılık bir hayli arttığında ürktüm. O gözleri çok iyi tanırdım ben. O bakışların neleri ifade ettiğini çok iyi bilirdim. En az bir kadının ki kadar pürüzsüz olan narin görünümlü elleri zangır zangır titrerken, onları öne doğru uzatarak gerdirdi ve düşmanca bir tavırla titreyen parmaklarına doğru uzun uzun baktı. Ne olur o gözlerini bana çevirme diyordum içimden. Ne olur çevirme, korkuyorum… Gözbebeklerindeki ışıltı, kızgın bir demir parçasına dönüşürken, ağırlaşan kafasını büyük bir kinle sallayarak aynı sözü yineledi: ‘‘Benden bir bok olmaz…’’
Yüzü seğirmeye başlamıştı. Sağ kaşını havaya kaldırıp etli dudaklarını dişleri arasına alarak ısırdı. Üzgündü, çaresizdi. Ben de öyle… Başına gelen bu felaketi hayatın içinde anlamlandırmaya, mantıklı bir çerçeveye oturtmaya çalışıyordu ama bunu bir türlü başaramıyordu. Daha sonra olabilmesi muhtemel bir hareketle birden sakinleşerek sanki hiçbir şey olmamış gibi, yeni yaktığı sigarasını her zaman ki alışkanlığıyla dudakları arasına yerleştirerek alaycı bir silkinişle gözlerini yeniden kıstı: ‘‘Ulan hayat! Duy sesimi! Bundan sonra ben seni kafalayacağım! Hep sen benimle dalga geçip durdun bugüne kadar, bundan sonra gör bak, Ahmet Ayhan Demir sana neler yapacak?’’
Umut dolu bir çaresizlik taşıyan sesi, kederin ve acıma duygusunun tepesine çıkmış güçlü bir güvenin varlığını da hissettiriyordu. Sağa sola savruk isyankâr saçları, titreyen elleri, kolonya ve tütün kokan teniyle, bak ben ne kadar farklıyım diyordu. Bu farkın insanlarda yarattığı olağandışı korkuyu ve etrafa saldığı dehşetli havayı hayatının kabul edilemez, dışlanmış gerçekleri olarak görmeye çalışıyor, hayalle gerçeği birbirinden ayıramayan bir çizgide yaşamaya mahkûm biri olduğunu, hafızasının hatırlanır bölümlerinden ölesiye kazımak istiyordu. Bunu başaramadığı zamanlarda da beklenildiğinin aksine kendine asla acımıyor, içinde hep canlanmaya hazır bir hortlak gibi bekleyen süperlik duygusu anında harekete geçerek onu kendi gözünde daha da ilahlaştırıyordu.
Ne zaman ne düşüneceğini kestirmek, değişkenliğinin hızına ulaşmak asla mümkün olmuyordu. Saatler boyunca gördüğü yüzler, düşman yüzlere; düşman yüzler, tanıdık dost simalara; dost simalar ışık hızıyla korkunç cellâtlara dönüşüyordu. Bu değişkenliğe kendisi de ayak uyduramıyor, korkuyor, savaşmaktan bitap düşen bedenini karanlık odasına, yorgan altındaki o rahatsız, kambur yatağına hapsediyordu. Perdeleri sıkı sıkıya örtüyor, sızan ışığa engel olmak için ona göre bir spot ışığından farksız olan kapı aralığını, her zaman elinin altında bulundurduğu kalın bir bezle sıkıca kapatıyordu. Işık huzmelerinin hareketli gölgesi, bazen tanıdık canavarlara, bazense daha önce hiç görmediğine emin olduğu katillere yataklık ediyordu. Bütün bunların ötesinde korkusunu, ezilgenliğini bastıran, kendisini bir zavallı gibi hissetmekten kurtaran gizli bir güç daha ortaya çıkıyordu: Süperlik duygusu… Bu duygu, dost gözüken sinsi bir düşman olarak tanımlansa da, diğer taraftan ona tuhaf bir yaratıkmış gibi bakan gözlerin karşısında gururla ve dimdik durabilmeyi sağlıyor, itilmişliğin ardında az da olsa böbürlenme hazzını yaşatabiliyor ve ne olursa olsun kendisini sevmesini sağlıyordu. Şaşkındı, şaşkındık… Şaşkınlığımız, kâbusa dönen gerçekleri, kabul edilmesi çok zor olan bir hastalığı ve soluduğumuz karanlık havanın nedenini hala anlayamıyor, anlamını çözemiyor oluşumuzdandı. Hayalle gerçek arasındaki o ince çizgiyi ayırmaya çalışan yalnızca ağabeyim değildi elbet, biz de ne olduğunu anlayamadan aynı çizgi üzerine tespih taneleri gibi dizilivermiştik. Üstelik itiraz hakkımızın olup olmadığından bile bihaberdik. Kimse bize bir şey sormamıştı, hiç kimse neler oluyor dememişti. O kendini yalnızlaştırırken, toplum da bizi bir şizofren ebeveyni ve kardeşleri olarak kendi içimize hapsetmişti. Bir arkadaş edinmenin bedeli, gerçekleri hep büyük bir sırra dönüştürmek, saklamak ya da inkâr etmek oluyordu. Hiç kimse kendi bencil dünyalarının onlara sunduğu rahatlığı ve dokunulmazlığı geri çevirmek ya da bunun yüzlerce kişiyi esir alan olağan bir hastalık olabileceği fikrini kabullenmek istemiyordu. İşlerine böyle geliyordu. Kimse kendinden bir şey vermeye yanaşmıyordu, oysa istediğimiz bir tek şey vardı: Biraz anlayış… Hayatımızı sırra dönüştürmeyecek, saklamaya ve inkâr etmeye teşvik etmeyecek olağan bir anlayış…
Bu onun suçu değildi. Bu bizim de suçumuz değildi. Peki, o halde neden bir suçlu gibi davranmaya zorlanıyorduk?
Sevgili ağabeyim…
Şayet ilaçlarını düzenli kullanmayı başarabilseydi, belki de hayatındaki pek çok şey değişebilir, birçok güzelliği peşinden sürükleyebilirdi ama olmadı işte. Yapamadı… Onun hayattaki tek başarısızlığı ilaçlarıyla barışık olmamasıydı kuşkusuz. Tek talihsizliği de hava kadar hayati bir önem taşıyan, yıllardır bir mecnun gibi peşine düşerek tırım tırım her yerde aradığı anlayıştan tamamen yoksun olan cahil bir topluluk içerisinde hayatını geçirmek zorunda kalışıydı.
Şimdi ben burada oturmuş, bunları düşünürken, hayatta neyin önemli ya da neyin değersiz olduğunu kavramakta zorlanıyorum. Bizim şizofren yakınları olarak yaşadıklarımızın, asıl bu hastalığı taşıyan ağabeylerimizin, annelerimizin, evlatlarımızın yaşadıklarının yanındaki hiçliği beni korkunç bir boşluğa düşürüyor. Bu boşluğun içinde debelenip duran şeylerinse vicdani hesaplaşmalar, ansızın biten bir hayatın peşinden sürüklediği pişmanlıklar ve ben onun için elimden geleni yaptım mı gibi kendimize yönelik suçlamalar olduğunu çok açık bir şekilde görebiliyorum. İçim acıyor, yüreğim yanıyor mu demeliyim? Bu kelimeler bile hissettiklerimi anlatmaya yetmiyorlar şimdi.
‘‘Kahve ister misin?’’ diye soruyor annem.
Bir an silkeleniyorum. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama epey bir vakit oldu sanırım.
‘‘Olur, içerim. İstersen ben yapayım.’’
Dünden razıymış gibi kalkıyor yanımdan, oyalanacak bir şeyler arıyor belli. Kapıyı açıyor ve korkunç yüzlülerin hayalet ruhlarının volta attığı karanlık boşluktan içeri dalıp aniden kayboluyor. Henüz çocukken bir arkadaşım anlatmıştı. Bir gün, köylerinde yaşayan bir komşusu, kalabalık bir oturma ziyaretindeyken, görünmez yaratıklar tarafından ismiyle çağırılmış ve donuk bir hareketle oturduğu yerden kalkıp tıpkı annem gibi karanlık boşlukta kayboluvermiş. Sonraki günlerde onu ne bir gören, ne de bir duyan olmuş.
Neyse… Yine saçmalıyorum…
Ayakucumda duran kâğıt tomarlardan birkaç tanesi yere düşerek büyük bir hışırtı çıkarıyor. Babamın boğuk öksürüğü bu kez, daha keskin ve net geliyor kulağıma. Uyanmış olabilir mi? Başımı ulur gibi havaya kaldırarak sesin geldiği yöne kulak kabartıyorum. Bütün gün kendini hapsettiği odadan, yılların hırsıyla çakılan bir çakmak sesi tüm hışmıyla çatırdıyor. Ardından git gide uzayarak artan öksürük sesi, tok gürültüsüyle tüm boşlukları dolduruyor. Uyanmış olmalı…
Bu beni endişeyle karışık, nedenini anlayamadığım tuhaf bir sevince boğuyor. Dediğim gibi tuhaf ve umutsuz bir sevinç bu, belki de aptalca… Ama her şeye rağmen, çok samimi ve masum…
Şimdi, (şayet bilseydi) en azından yaşadığım böyle bir sevincin hatırına, kendi inatçı ve kindar benliğini bir uçurumdan aşağıya yuvarlayarak baba şefkatini ve merhametini sakladığı derin çukurlardan çıkarıp bana hediye olarak sunabilir mi?
Geçmişin terkedilmişliği içerisinde sızlayan ruhumu, yine eskisi gibi sıcacık yüreğiyle sarıp sarmalayabilir mi?
Çağları aşan yalnızlığın girdabında dönüp duran kederimi, tek bir gülümsemesiyle bile kör kuyuya savurabilecek güçte olan bu adam, geçmişin körlüğe sebebiyet veren kininden kendini kurtarabilir mi?
Hiç sanmıyorum…
Tüm gün kendisini hapsettiği odasında neler yapıyor, neler düşünüyor acaba? Belli ki acısını yalnızlığıyla paylaşmak istiyor. Kimselere söyleyemediği, içinde gizli tuttuğu kelimeleri, hatta belki küçük bir sırrı, sessiz çığlıklarla boş duvarlara haykırabiliyor ve böylelikle rahatlıyor belki de. Belki uzun yıllar taşıyacağı bazı vicdani duygularla, ilk kez kendini hapsettiği bu köy odasının toprak kokan doğal havasında tanışmak istedi. Biricik evladının intihar olayında, kendisinin de bir payı olduğunu düşündüğü için mi saklanıyor herkesten? Bir an olsun durup, geçmişinin geleceğine bu kadar büyük bir etkisi olabileceğini tahmin edebilmiş miydi gerçekten?
Yıllar oldu onu görmeyeli. Uzun mu uzun geçen yalnız gecelerde, hep onun beni bağrına basacağı anı düşledim. İkimiz de inat etmiştik, gurur yapmıştık birçok şeyi. Kırılganlıkları ve acılarıyla beslediği gururunu, devasa bir abide gibi aramıza dikerek yılların hiç dağılmayan sisine karışıp gitmişti sessizce. En son ‘‘Böyle bir kızım yok benim!’’ diyerek beni, yani sevgili sıpasını hayatından silip atıvermişti bir çırpıda. Ya yüreğinden?
Onun bunun ağız birliği etmişçesine bana taktıkları lakaptan hep nefret etmiştim: Komünist adamın asi kızı… Üzerime bir lanet gibi yapışıp kalmıştı yıllarca. Yıllar sonra, bilmem kaç kez delice bir hırsla bundan kaçıp kurtulmak, hayatımı tekrar başa sararak yeni bir kader yaratmak isteyecektim kendime. Çalkantılı yüreğimde dev dalgalar oluşturan neden ve niçinleri arayıp bulmak, onlarla yüzleşmek ve sonra da sükûn bulmuş yüreğimi bir limana çekerek huzurlu bir soluğa merhaba demeyi arzulayacaktım. Ancak şimdi tüm bunlar çok uzaktı bana.
Özgürdüm… Özgürlüğün asilikten ayırt edilemeyen o ince sınırında dolaşıp durmuştum yıllarca. Hayatımın hep ince sınırlarda geçmiş olduğunu ancak yıllar sonra fark edecek olmam, ne büyük bir talihsizlik olacaktı benim için… Ve orta yaşlarımı yaşadığım bir gün, ‘‘Yıllarca özgürlüğün peşinde deli gibi koştururken, meğer ben duygularıma kölelik etmişim.’’ diyecektim, dostum olan bir sırdaşıma.
Ne dayanılmaz bir azap. En güzel yıllarını, sevdiklerini ve tüm parlak bir geleceği, doğru diye sandıklarına yani duygularına kurban vermek… Hayatta geç kalmışlık ne acı şey. Bir gün her şey elinizden kayıp gitmişken, oturup düşünmekten başka da yapabileceğiniz hiç bir şey kalmamışken aklınızı başınıza devşirip yahu ben ne yapmışım diyerek geçmişin yakıcılığında kaybolup gitmek… Bu bir kâbus… Yok, hayır bu düpedüz korkunç bir gerçek… Ancak şimdi bu odada, tüm bu yaşanılacaklardan habersiz, yalnızca doğru bildiklerimle ve babamı ölesiye kinlendiren inancımla üzüntülü bir gurur duyarak, kederli bir yaşam buluyorum kendime.
Avuç içlerim cayır cayır yanıyor. Yüreğimde büyük bir ağırlık var. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum bir kâğıt parçası, kırış buruş olmuş. Hay Allah diyerek söyleniyorum kendime. Ağabeyimden arta kalan hazine değerindeki şu zavallıcıklara bile sahip olamadım ya, yazıklar olsun bana…
Kırışan yerlerini fazla da ses çıkarmadan düzeltmeye çalışıyorum. Dışarıdaki sesler artık duyulmuyor. Belli ki, kedi çetesi yemek sonu istirahatındalar… Kalkıp ışığı kapatıyorum. Gün ışığı, bulabildiği deliklerden olanca kuvvetiyle içeri hücum ederek duygusal bir loşluk oluşturuyor içeride. Buruşturduğum kâğıt parçasında bir şey dikkatimi çekiyor. Bu ağabeyimin kendi el yazısı… Günlüğünden koparılmış iki sayfa… Çok geçmeden nemli gözlerimle buluşan sayfalar, hemen ardından ıslak damlalara kucak açıyorlar…
4
Sedye takırtıları… Götürülen çocuk boylu boyunca uzanmış… Burun kanatları, iniltilerle açılıp kapanıyor. Ağzından boynuna doğru beyaz bir köpük sızıyor. Gözleri tavanda saydamlaşmış. Sabit bakıyor, nereye baktığını bilmeden. Hastabakıcılar yandan sıkıca bağlanmış olan kayışları çözüyorlar. Çocuk, burnundan gelen homurtuyla karışık inlemelerini, daha da korkunç hale getirirken; diğer hastalar da bir ölüye bakarken duydukları hisse benzer bir tiksinti ve iç huzursuzluğuyla sessizce gözlemliyorlar, şoktan yeni çıkmış bu aciz zavallıyı…
Beyaz örtüler üzerinde kendini bilmez bir halde duran ben, daha ne kadar buna maruz kalacağım?
Biraz sonra kendimi yere atacağım. Ve uyanınca bir fileyle beni ziyarete gelen amcama: ‘‘ Beni evlendirin… O evlendi mi yoksa?’’ gibi sayıklamalarla bir süre konuşacağım. Sonra biraz daha rahatsız uykumu uyuyacağım.
Uyandığımda ziyaret saatidir. Güneş, geniş çerçeveli camlardan içeri sızarak, koğuş üzerine bir altın aydınlığında vuruyor olacak. İlk başlarda oluşan bu huzurlu izlenim, güneş ışığının dostaneliğini yitirmeye başlamasıyla kaybolacak. Her şey doğal seyrine bürünecek. Sırayı asla bozmayan disiplinli bir tugay gibi ardı ardına geçit alanından geçip gidecek. Önce ciğerlerimin üzerine koyu bir ışık yayılacak, ardından soluk alışlarım durağanlaşıp şap gibi bir havayı teneffüs etmeye başlayacağım. Sonra da sinsi ışınlar gelip, karnımın üzerinde harlı bir ateş gibi yoğunlaşacak.
Bir şiddetli karın ağrısı… Kusma isteği… Mermer zemin gözlerimin önünden kayıp gidecek. Şu kahrolası ışık gözlerimi kör ediyor sanacağım. Göz kapaklarımı kapamam bile fayda etmeyecek. Karanlık içinde akkor gibi kırmızı bir ateş böceği uçuşacak sanki. Ve göz kapaklarım olabildiğince ağırlaşacak…
12.11.1989
Bu gün günlerden ne, pek hatırlamıyorum. Babam gidiyor. Arkasından bakıyorum uzun uzun… İnsan ayrılmak istemediği zamanlarda bir burukluk, bir terkedilmişlik hissi duyar şüphesiz, ama ben hiçbir şeyi düşünemez ve hissedemez oldum burada. Yeni yeni kendime geliyorum. Kulak çınlamalarım hala devam ediyor.
İçerisi ile dışarısı arasındaki farkı anlasam, yani bir kurtulma, bir özgürlük çabası duysam içimde, belki kaçarım tel örgünün gerisine. Bunu şimdilik bilmiyorum…
Şoka girmedim bu gün. Bakışlarım eskisi gibi bulanık ama ölü gözü gibi de değil. Aygın baygın hastalıklı halim kaybolmuş, ancak ben hala intihar etmeyi düşünüyorum. Boğaz köprüsünden atlamayı mesela… Kendime iyi ki tam anlamıyla güvenmiyorum. Yoksa bu iş çoktan olurdu.
İlkbahar gelmiş… Biz futbol maçı izlemeye götürülüyoruz. Nurullah ağabey, nohuda benzetiyor hastaları. Ben bir hayli gülüyorum buna. Çok zamandır da böyle gülmemiştim.
Dedim ya, ilkbahar… Çiçek zerrecikleri uçuşuyor havada, toz da olabilir. Ne sıcak, ne de soğuk. Ama çoğunun üzerinde cübbeleri var. Ben uyanıklık edip de bir tane atamamışım sırtıma.
Bir bülbül şakıyor. Sesi kulaklarımı hafifçe çiziyor gibi. Ne kadar da berrak… Ve ne kadar özgür… Şakımaktan bile zevk alır bir hali var. Bir de bana bak: Ölümden başka bir şey düşünmeyen aciz bir yaratık… Yazık…
Şu askerler var ya, onlar da korkutuyor beni. Aslında yersiz bu korkular, biliyorum. Ancak bu lanet hastalıkla mantığım, tıpkı iki düşman gibiler… Birbirlerine o derece zıtlar. Mantıklı düşünmek imkânsız gibi bir şey… Aslında benim korktuğum şey, belki de yaşamın ta kendisi. Gelecek, dört kollu bir canavar gibi üzerime yığılırken, geçmişim daha büyük korkularla kuşatılmış.
Üzülüyor, sonra da bir ağaç gölgesine oturup kendi kendime acıyorum. Bu duygu öyle aşağılık ve bencilce bir şey ki… Çok yazık diyorum kendi kendime. Bu hastalık bula bula beni mi buldu?
Herifler de birbirinin ayağına çelme takmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Böyle oyun mu olur birader? Şimdi çıksam sahaya, iyi oynarım gibime geliyor.
Maçtan sonra Mustafa ağabeyle çimenlerin üstünde oturuyoruz. Şöyle yemek vermiyorlar, böyle açız diyoruz. Çit gerisindeki iyi kalpli şişman kadından, her birimize yarım ekmek, bir avuç da zeytin koparıyoruz. Hiç de böyle lezzetli yemek yememiştim. Koca koca lokmalar gönderiyoruz boğazdan aşağıya. Aman ne tatlı…
Peki ya bu patatesler niye pişmemiş? Ama yok… Biz karnımızı daha önce doyurmuşuz ya, buna pek aldırış etmiyoruz…
Maçın ardından yine kapanıyoruz içeri. Volta atmalar başlıyor bahçede, bir oraya bir buraya. Şoktan yeni çıkmışlarla konuşuyorum. Gülsem mi ağlasam mı? ‘‘Hitler. Şu isme bak!’’ diyor göçmen arkadaş: ‘‘Komünistler öldürdü onu. Büyük adam. İsme bak: Hitler! Hitler! Hitler!’’ Ona dönüp gülümseyerek: ‘‘Bir türkü söyle.’’ diyorum. Başlıyor o tok sesiyle, bağıra çağıra Bulgarca bir şeyler söylemeye… Hemşireler kızıyorlar: ‘‘Kapa çeneni! Bıktık senden be!’’ gibi sesler…
Bir tanesi firar etmiş. Hani şu Kürtçe türküler söyleyen arkadaş. Nereye gider ki bu adam? Peşinde zalim bir illeti de taşıyarak ne kadar yol alabilir böyle tek başına? Ben de firar etsem mi? Hayret, bu sefer mantığım çalışıyor: Hayır, ben hastayım ve iyileşmek için buradayım…
Âdem baba: ‘‘Ne bereketli sigara bu, iç iç bitmiyor.’’ diyor. Olanca dumanı gözlerimden çıkardığımı sanıyor. Biraz sonra banyoya sokup elbiselerini saklayacağız. Bakalım o zaman ne yapacak?
Hiç utanma yok şu Âdem babada. Çıplakmış, en ayıp yerleri meydandaymış, umurunda değil adamın. Sallaya sallaya takımları, korkuttu yine hemşireleri…
20.05.1987
YORUMLAR
Yorumunuz için çok teşekkür ediyorum. Tarih belirtmemdeki neden, olayların yazarın şizofren ağabeyisinin yazdığı gerçek notlar ve şiiirlerin etrafında dönmesi sebebiyledir. Gerçekliği dile getirmek adına belritmiştim bunları. Çünkü ara bölümlerde yazılanlar, şizofren bir kişinin gerçek anı kitabından alınmış yazılardır. Hiç değişiklik yapmadan kitaba aktarmak istedim. Bu nedenle de orjinali kullanırken tarihi de eklemek zorunda hissettim. Ancak sizin yorumlarınız benim için çok çok önemli. Bunu da mutlaka değerlendireceğim.
Sevgiyle kalın...
Psikolojik roman yazmak zordur...hele ki 360 derece dönerek olayla ilgili her yeri, herkesi tahlil etmek ve bunları ağdalı bir dille kaleme almak ve akıcılığı sağlamak...okuyucuyu da sokup olaya aynı heyecanı yaşatmak zordur...güzeldi...tamamını okumayı dilerim..
ancak örnek verilen şiirin tamamı değil de bir bölümü alınsa ve şair ...tarih belirtilmese olaydan v düşüncelerden kopmamıza neden olmaz diye düşünüyorum..
sanırım bir kaç kere okuyacağım bölümler daha var...zor bir kalemsiniz.
sevgi ile...